Konu Başlıkları: Felsefe 3-4-5. ünite özetleri
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 20 Ekim 2013, 12:43   Mesaj No:2

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.036
Konular: 340
Beğenildi:1437
Beğendi:478
Takdirleri:10498
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: FELSEFE 4.ÜNİTE

ÜNİTE: 4

V A R L I K F E L S E F E S İ
Doç. Dr. M. Sait REÇBER


Giriş

Ontoloji ‘varlık bilim’ anlamında olup ‘varlık’ meselesini doğrudan doğruya incelemektedir. Aristotales (M.Ö. 384-322)’in ifadesiyle ‘varlık olarak varlık’ı inceleyen bilimdir.’ Ona göre ‘Varlık nedir? ile Cevher nedir?’ sorusu aynıdır.

Ontolojiyi geleneksel olarak ****fizikten ayırmak mümkün değildir. Tartışmalı olsa da, Aristotales’e göre ilk cevherin Tanrı olduğunu düşünürsek bu durumda ‘teoloji’ ile ‘varlık’ araştırmasını konu eden bilimi birbirinden ayıramayız.

Varlık ve Kategorileri

Varlık nedir? sorusu farklı iki düzlemde ele alınabilir:

- Varlık’ı var olanlardan bağımsız olarak tanımlamak (İçlemsel tanımlama)
- Varlık’ı var olanlara bağlı olarak tanımlamak. (Kaplamsal tanımlama)

Örneğin, İnsan nedir? sorusuna ‘Akıllı canlıdır’ dersek ‘içlemsel’ olarak; bütün insanların kümesiyle tanımlarsak ‘kaplamsal’ olarak tanımlamış oluruz.

Varlık nedir? sorusunu ‘varlık varlıktır’ ya da ‘varlık var olmaktır’ şeklinde bir tanımlamadan öteye gidemiyoruz. Varlık nedir? sorusunu ‘insan nedir?’ sorusu gibi tanımlayamamızın nedeni; varlıkın bir cins ve ayrımının (fasl) bulunmamasıdır. Nitekim İbn Sina da ‘varlık’ kavramının ancak kendisiyle en açık bir şekilde tanımlanabileceğini söylemiştir.

Örneğin, “Dünya vardır, insan vardır, akıl vardır, duygu vardır, 5’ten büyük sayılar vardır, değerler vardır, geometrik şekiller vardır, Tanrı vardır…” önermelerinin konuları arasında ‘varlık’ açısından bir ortaklık olmadığı için varlığın ne olduğunu bize pek açıklayamayacaktır

Bu varlıkları ‘maddi ve maddi olmayan’ (somut ve soyut), ‘zihinsel ve zihinsel olmayan’, ‘gerçek ve kurgusal’ gibi sınıflamak gerekli olmakla birlikte hepsinin bir şekilde (düzlemde) varolduğu düşünülebilir.

Felsefe tarihinde Parmanides (d.M.Ö. 514) varlığı kendi başına var olan, değişmeyen ve bölünmeyen bir varlık olarak görenlerin başında gelir. Ona göre; “Varlık vardır, yokluk yoktur. Dolayısıyla sadece bir tek şey vardır, o da Varlık’tır.”

Kant (1724-1804)’a göre de ‘varlık’ kavramı gerçek bir yüklem olamaz. ‘x vardır’ şeklindeki bir önermede ‘vardır’ yüklemi x konusunda bir şey eklemez. Ona göre bir şeye ‘vardır’ yüklemini eklemekle ona yeni bir şey eklemiş olmayız. Aynı şekilde Tanrı’nın varlığını kabul edip sıfatlarını reddetmek tutarsız olmasına karşın Tanrı’nın var olmadığını söylemek bir tutarsızlık doğurmaz.

Buna karşılık ontolojik kanıtı savunan Descartes (1596-1650)’a göre; ‘dağ’ ve ‘vadi’ kavramları nasıl ki birbirinden ayrı düşünülemiyorsa aynı şekilde ‘varlık’ kavramı da Tanrı’dan ayrı düşünülemez.

Ontoloji’nin temel amaçlarından biri de varlıkların temel niteliklerini ve varoluş tarzlarını incelemektir. Bir varlığı cinsine göre sıralamak bize o varlığın ne olduğunu söyleme imkanı verir.

Aristotales’e göre kategoriler 10 tanedir: Cevher, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etkinlik ve edilgenlik.

Kant ise ondan farklı olarak kategorileri varlığın değil de ‘zihnin (anlığın) temel anlama kalıpları’ olduğunu düşünür ve bu kategorilerin sayısını 12’ye çıkarır.

Geleneksel olarak, ‘zorunlu varlık’ “varlığı zorunlu olan, varlığının bir nedeni bulunmayan, yokluğu düşünülemeyen, varlığının yadsınması bir çelişki doğuran, varlığıyla mahiyeti birbirinden ayrılmayan” şekillerinde tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya uygun düşen tek bir cevher veya fert vardır ki, bu Tanrı’dır.

Buna karşın ‘zorunsuz varlık’ (mümkün) ise öncekinin tersine “varlığı zorunlu olmayan, yokluğu düşünülebilen, hâdis…” olarak tanımlanmıştır. Dünya, insan gibi… Bunların varolmaları da bir nedene muhtaçtır. Zorunsuz varlıklar arasında da ‘cevher (fert) olanlar’ ile ‘cevher olmayanlar’ şeklinde bir ayrıma gitmek mümkündür.

Başlangıcı olan (hadis) her şey zorunsuzdur; zorunlu olan bir şeyin de başlangıcı olamaz.

Tümeller ve Tikeller

Varlık felsefesinin geleneksel konularından birisi tümeller sorunudur. Bu
sorunu felsefe tarihinde gündeme getiren ilk filozof olan Platon’a göre,
tümeller; “dilden ve zihinden bağımsız birşekilde varolan, ezeli ve
değişmez olan idelerdir. İdeler dünyası gerçek dünya olup,
gerçek bilgi de idelerin bilgisidir. Duyu verilerimize konu olan varlıklar
sadece bunların birer kopyasıdırlar.”
Platon’un öğrencisi Aristoteles’e göre ise, tümeller
tecrübemize konu olan tikel varlıklardan bağımsız değildir, ancak onlarla ve
onlarda varolabilirler. Bu yüzden, tümeller konusunda hem Platon’cu hem de
Aritotelesci bir realizm (gerçekçilik)den söz edilebilir. Çünkü her ikisi de tümellerin
dilden ve zihinden bağımsız bir şekilde varlığını kabul etmektedir. Ancak Platon için
tümel varlıklar olan ideler kendi başlarına tikel varlıklardan bağımsız birer (soyut) varlığa sahip iken, Aristoteles için böyle değildir.
Bu sebeble tümeller konusunda Platon’un görüşünü ‘aşkın realizm’, Aristoteles’in görüşünü ise ‘içkin realizm’ olarak adlandırmak mümkündür. Ancak, tümellerin ontolojik statüsü konusundaki görüşleri ana çizgileriyle ‘realist’ (Platon’cu) ve ‘nominalist’ (antirealist) yaklaşımlar şeklinde sınıflamak uygundur.
Platon ve Aristoteles’in tümeller konusundaki görüşleri Orta Çağ’da çokça tartışılmıştır. Tümeller konusunda Farabi ve İbn Sina gibi müslüman filozofların görüşlerini doğrudan bu iki yaklaşımdan birisiyle özdeşleştirmek zordur. Onlara göre, tümeller hem Tanrı’da (Tanrı’nın bilgisinde), hem dış dünyadaki varlıklarda, hem de (bu varlıklardan) soyutlanmış bir şekilde insan zihninde bulunduğunu dikkate aldığımızda hem bu realizmi hem de kavramsalcılığı gerekli kılacak, nominalizmi ise dışarıda bırakacaktır.
Tümeller konusundaki anti-realist yaklaşımların en önde gelen tipik biçimi ‘nominalizm’ (adcılık)dir. Orta Çağda ‘Ockham’ tarafından ileri sürülen, çağdaş felsefede de ampirist filozoflar tarafından benimsenen bu yaklaşıma göre; tümeller adlardan başka bir şey değildir.
Orta Çağda tümeller konusunda bir diğer görüş de ‘Abelard’ tarafından savunulan ‘kavramsalcılık’tır. Abelard’a göre, tümeller kavramlardan başka şeyler değildir. Kavramsalcılık da, nominalizm gibi, tümellerin dilden veya zihinden bağımsız varlıklarını kabul etmemektedir. Buna göre, gerçekten varolan şeyler sadece tikel varlıklardır. Genel terimler olan tümeller ise gerçekte dilsel varlıklar olan adlardan ya da zihinsel varlıklar olan kavramlardan başka şeyler değildirler.
Özet olarak; Orta Çağda büyük tartışmalara ve çekişmelere neden olan tümeller sorunu konusunda belli başlı üç yaklaşımdan söz edilebilir:
1. Realizm (gerçekçilik) : Tümellerin gerçek varlığını, 2. Nominalizm (adcılık) : Tümellerin dilsel varlıklar olduğunu, 3. Kavramsalcılık (konseptüalism):Tümellerin zihinsel varlıklar olduğunu ileri sürer.
Cevher ve Nitelik
Tümeli tikelden ayıran en önemli nokta tümelin genelllik (ortaklık), tikelin ise özellik (ortak olmayan) niteliğine sahip olmasıdır. Yani tümel tabiatı gereği birden fazla varlığa yüklem olabildiği halde bir tikel herhangi bir varlığa yüklem olamaz. Öyleyse tümelleri nitelikler (sıfatlar), tikelleri ise cevherler olarak düşünebiliriz.
Descartes(1596-1650) cevheri ‘yaratıcı cevher’ ve ‘yaratılan cevher’ olarak ikiye ayırmıştır. OTanrı’yı yaratılmamış, sonsuz, bütün varlıkların kendisine dayandığı cevher olarak görürken; ruhu ise yaratılmış, maddi olmayan cevher olarak görmüştür.” İnsan bedeni gibi diğer maddi varlıkları da yaratılmış maddi cevher olduğunu savunmuştur.
Spinoza(1632-1677) ise Tanrı ve evreni, sonsuz niteliklere sahip kendi başına var olan bir tek cevher olarak düşünmüştür.
Aristotales ve onu takip eden Skolastik Filozoflar cevher’i bütün olarak var olan tek tek varlıklar için kullanmıştır. Örneğin; Masa beyazdır’ denildiği zaman masa ne beyazlıkla ne yuvarlaklıkla ne de sertlikle özdeştir. Masa bu niteliklere sadece sahip bulunmaktadır. Bu ve benzeri önermelerde konu ile yüklem ayrımını esas aldığımızda bu önermelere gereken anlamı verebilmek için sözkonusu nitelikleri kendisine yüklemlediğimiz mantıksal bir konu (özne) bulunmalıdır. Bu da masaya sözkonusu nitelikleri atfeden yüklemlerin konusudur ki ‘cevher’ ile kastedilen çoğunlukla budur.
O halde cevher ve nitelik konusunda iki temel yaklaşım söz konusudur:

1- Cevherci görüş: Bir varlığın hem nitelikleri ve hem de niteliklerinden bütünüyle soyutlanabilen bir cevheri vardır. Modern felsefede Locke’un savunduğu bu anlayışa göre ‘cevher (substratum)’ dediğimiz şey nitelikleriyle birlikte mevcut bulunan tikel bir varlık değil, tikel bir varlığın bütün niteliklerini o varlıkta biraraya getiren ontolojik bir unsurdur.

2- Öbekçi görüş: Locke’tan sonraki ampirist filozoflar sıradan varlıkların niteliklerinin toplamından başka bir şey olmadıkları görüşünü savunmuşlardır. Bir başka ifadeyle, tikel bir varlık onu oluşturan nitelikler öbeğiyle özdeştir. Bir cevher ve niteliklerinden söz ederken, buradaki cevher, niteliklerden bağımsız bir şey değildir.

Öbekçi kuramın karşı karşıya kaldığı önemli sorunların başında aynı niteliklere sahip x ve y gibi iki farklı varlığın olamayacağı itirazı gelmektedir. Tartışmalı da olsa, bu itiraza göre, birbirinden farklı iki şey (tikel) birbiriyle bütünüyle aynı olan niteliklere sahip olamazlar, çünkü bu durumda x ve y farklı şeyler değil, aynı şeyler olacaktır.

Öz ve özdeşlik

Özcülük olarak adlandırılan Aristotalesçi yaklaşıma göre bir varlığın kendi olarak var olabilmesi için özsel niteliklere sahip olması gerekir. Örneğin, bir insanın canlı ve akıllı olması onun özsel nitelikleri olduğu için bu nitelikler olmadan insan olamaz. Buna karşın insanın iki ayaklı ve kanaatsiz olması onun ilintisel nitelikleri olduğu için bir varlık bu nitelikleri kaybettiğizaman insan olmaktan çıkmaz.

Bir varlığın özsel niteliklerinin toplamı o varlığın bağlı bulunduğu türün (ortak) niteliklerinden başka bir şey değildir. Bir şeyin mahiyeti ile o şeyin varlığı arasındaki ayrım İslam Felsefesi’nde daha daha da belirginleşmiştir. Hatta Aristotales’in düşüncesinde zımnen bulunduğu düşünülen varlık / mahiyet ayrımı ilk defa Farabi’de açıkça ifadesini bulmuştur. Bu ayrım hem Farabi hem de İbn Sina’nın ****fiziksel düşüncesinde hayati bir öneme sahiptir.

Ancak her varlığa bir takım özsel nitelikler atfeden özcülüğe özellikle günümüz felsefesinde, bir çok eleştiri yöneltilmiştir. Bunların önemli bir kısmı Quine’den gelmektedir: “Özcülüğün dayandığı zorunlu ve mümkün gibi modal kavramların referanslarının saydam olmadığıdır.” der.

Bir varlığı diğer varlıktan ayıran şeye o varlığın ‘bireysel özü’ denir. Bazı felsefeciler buna ‘bu’luk demiştir. Bir varlığın bu’luk (thisness haecceity)’u, o varlığın başka bir varlıkla paylaşmadığı kendi kendisiyle özdeş olma niteliğidir. Bu görüşü savunan Adams’a göre bir varlığın ne’liğini değil, kimliğini ifade eden bir niteliktir.

İnsanın ruh ve bedenden oluştuğu ve hatta özünün bedenden ziyade ruhu olduğu en azından Platon’a kadar geri götürülebilecek bir düşüncedir. Platon’a göre; “Ruh en çok ilahi, ölümsüz, akledilebilir, tek biçimli, çözülmeyen ve her zaman istikrarlı olana benzer; halbuki beden en çok insan olana, ölümlü çok biçimli, makul olmayan, çözülebilen ve asla istikrarlı olmayana benzer.”

Aslında ruh ve beden arasındaki bu temel farklılıklar ‘düalizm’ (ruh ve beden ikiciliğin)’in dayandığı en temel gerekçelerin başında gelir. Nitekim modern felsefede de Descartes de aynı noktaya değinir: İnsanın özü, tabiatı düşünmek olan ve yer kaplamayan ruhu iken; bedeni yer kaplamayan ve kişinin onsuz da varlığını sürdürebileceği bir şeydir.

Hume (1711-1776)’ye göre insan benliğinin referansı kendi başına var olan basit ve bölünmez bir cevher olan ruh değil, bir algılar öbeğidir. O “…Kendimi hiçbir zaman asla algısız yakalamam” der. Onun bu düşüncesi değişik açılardan eleştirilmiştir.

Görünüş ve Gerçeklik

Varlığı tanımada önemli bir yeri olan duyu ve akıl arasındaki ayrım görünüş ve gerçeklik arasındaki ayrıma kaynaklık etmiştir.

- Bu ayrımın temeli İlkçağ Filozofu Parmanides’e kadar dayanır. O duyuları bütün yanılgıların ve yanlışların kaynağı olarak görür ve hakikate ancak akıl yoluyla erişilebileceğini düşünür.

- Yine İlkçağ Filozofu olan Heraklitus (d M.Ö. 535) onun tersine ‘oluş ve değişim’i esas, ‘varlık ve değişmezliği’ bir yanılgıolarak görmüştür.

- Bu ayrımı daha sonra Platon sürdürmüş ve o ‘ruhun gözü’ olarak adlandırdığı şeyi bedensel on bin gözden daha önemli saymıştır.

İdealizm:

Varlığın veya varolduğu düşünülen her şeyin bir şekilde zihinsel olduğunu savunan görüştür.

- İdealizm epistemolojik temellidir ve en tipik örneği Berkeley (1685-1753)’dir. Örneğin, karşımızda duran bir ağaç hakkında bildiğimiz her şey, ona ilişkin duyu verilerimizdir, yani algılarımızdır. O buradan ünlü ‘varlık duyumlanmış olmaktır’ sonucuna varır. Yine ona göre tarafımızdan duyumlanmayan bir varlık yoktur. Biz algılamasak da bütün varlıkları her zaman algılayan bir zihin (Tanrı’nın zihni) vardır.

- Maddeye zihinsel gerçeklikten başka bir gerçeklik atfetmeyen idealizmin bir diğer savunucusu Leibniz (1646-1716)’dir. Ona göre madde basit manevi varlıklar olan ‘monadlar’ın (zihinlerin) bir toplamından başka bir şey değildir.

Modern felsefede ‘fenomen ve numen’ (görünen ve görünmeyen) ayrımını Kant yerleştirmiştir. Ona göre bizim varlıklar hakkındaki tasavvurlarımız hiçbir zaman onların kendindeki durumlarına değil, görünümlerine aittir. Algılarımızın ‘a priori’ olan zaman ve mekan sezgileri ile zihnimizin kategorileri tarafından şekillendiğini öngören bu yaklaşıma ‘aşkın (transandantal) idealizm’ denilir.

Kant’ın bu bu sezgileri Alman idealizminin gelişmesine önayak olmuş ve Hegel’de doruğa ulaşmıştır. Hegel görüşünü mutlak idealizm olarak adlandırır ve bu görüşü ‘kavram ile tecrübe’, ‘görünen ile görünmeyen’ arasındaki temel ayrımları sentezleyerek ortadan kaldırır. Mutlak ruhun tabiatı akıl olduğu için Kant’tan bütünüyle farklı olan Hegel’e göre akıl ile gerçeklik arasında ontolojik bir ayrıma gidilmez: ‘Her akli olan gerçek, her gerçek olan aklidir.’

Descartes’e göre; “Hiç kimse Tanrı’nın varlığını var saymadıkça dış dünyadaki varlıklara ilişkin şüphesini yenemez. Tanrı bizi aldatmadıkça, dış gerçeklik bize var görünüyor ise vardır veTanrı’nın bizi aldatması imkansızdır. Çünkü bir eksiklik olan ‘hile ve aldatma’ bütün mükemmelliklere sahip olan Tanrı için söz konusu olamaz.”

Realizm (gerçekçilik) ise idealizmin karşısında olup; gerçekliğin zihnimizden, düşüncelerimizden bağımsız olarak varolduğu noktasına dayanır. Realizmin en belirgin özelliklerinden birisi ‘doğruluk anlayışı’dır. Doğruluk bir şeydir, bizim onu bilmemiz başka bir şeydir.


__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla