Durumu: Medine No : 1808 Üyelik T.:
11 Mayıs 2008 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:42 Mesaj:
657 Konular:
89 Beğenildi:4 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Toplumuzdaki Kanadı Kırıklar: Yetimler ve Yoksullar Mevlânâ -kuddise sirruh- da, ganî gönüllülüğün fazîletini şu şekilde ifâde eder:
“Fakirler, merhamet-i ilâhiyenin ve kerem-i Rabbanî’nin oynaşıdırlar. Hak ile olanlar ve Hak’ta fânî olanlar, dâima cömertlik halindedirler.”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” buyurmuştur. (Ahmed, III, 21)
Servetin hakkını vermek; onu men edilen yerlere sarf etmemek ve iki büyük tehlike olan israf ve cimrilikten uzaklaşmakla mümkündür.’-Gerçek zenginlik saadeti de, mahrumları, yalnızları ve yetimleri düşünmek, onları koruyup kollamakla başlar. Yoksulları ihmâl eden topluluklar malın şükründen uzak oldukları için saadet bulamaz ve vicdan huzuruna kavuşamazlar. Belki bugün toplumumuzdaki huzursuzluğun en büyük sebeplerinden biri de önümüzdeki facia sahnelerini seyredip ıslâhı için kâfi derecede bir çâre arayışına girmememizdir.
***
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetimler hakkındaki hadîs-i şeriflerinden bir kısmı şöyledir:
“Bir kimse, müslümanlarm arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)
“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşar-sa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır. “ (Ahmed, V, 250)
“Allah’ım! iki zayıf kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.” (ibn-ı Mâce, Edeb, 6)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselam-:
“Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak göstermiştir. (Buhârî, Talâk, 14, 25; Edeb, 24)
Diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim ve daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43)
Nitekim ashâb-ı kiramdan Ebû Ümâme -radıyallahu anh-, vefatından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz himayesine aldığı bu yetimlerin ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olup onların nebevî terbiye altında yetişmelerini sağladı. (İbn-i Sa’d, III, 610)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dul olarak evlendiği hanımlarının yetim çocuklarını da bağrına basmış, onları kendi yavruları bilerek tâlim ve terbiyelerine ihtimam göstermiştir. Böylece yetimlerle meşgul olma hususunda ümmetine mükemmel bir numune olmuştur.
Aynı şekilde muhtereme validemiz Hazret-i Âişe -radıyallahu anhâ- da, kardeşi Muhammed’in yetim kızlarını terbiyesine almış ve himaye etmiştir. (Muvatta, Zekât, 10)
İnsana tefekkür, merhamet ve şefkat kadar yakışan hiçbir şey yoktur. Merhametsizlik şekavettir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselam-:
“Merhamet ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4942)
Diğer hadîs-i şeriflerinde de:
“Merhamet edenlere Rahman olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) buyurmuşlardır.
Yetimi ihmâl etmenin fecî akıbetini bildiren şu gerçek hâdise ne kadar ibretlidir:
Tahmînen 60 sene kadar evvel Hırka-i Şerîf Camii’nin minarelerinden biri, şiddetli lodos sebebiyle yıkılır. Karşıdaki evlerden birinin üstüne düşen minare, evdeki anne ile çocuğunu ezer. Evdeki diğer çocuk ise sağ-sâlim kurtulur. Hâdiseden sonra anlaşılır ki, kurtulan çocuk, üvey ananın yatağına almayıp gönlünü mahzun ettiği yetim yavrudur. Ölenler de ana ile öz çocuğudur.58
Sâdî-i Şirâzî, yetimler ve dertliler için intibaha davet ederek:
“Yetimlerin ağlamasından, dertli gönüllerin âhından sakının!” der.
Ecdadımız, bîçâreleri, fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibâdet vecdiyle muhafaza etmiş ve onların izzet ve haysiyetlerini korumak için de azamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir. Sadakayı verenle alanın birbirini görmemesini temin maksadıyla camilerde sadaka taşları ihdas etmişler ve muhtaçlara dağıtılacak olan yemekleri, onların haysiyetlerini rencide etmemek için gece karanlığında dağıtmışlar, böylece merhamet ve muhabbeti ideal ölçüde gerçekleştirebilmişlerdir. Hattâ hizmetkârların gönülleri incitilmesin diye kaza ile kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları tazmin eden bir vakfın kurulmuş olması, ne kadar ibretli ve hayal ötesi bir duygu derinliğidir. Bunlar da günümüzde, insanlık izzet ve haysiyetini lâyıkıyla takdîr edebilmek için ehemmiyetle hatırlanması ve kazanılması lâzım gelen hayatî düsturlardır.
1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgal edildiği o zor günlerde yetimlere bakan müesseseler binasız kalmış, fakat ecdadımızın hassasiyeti sebebiyle kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmemiş, boş duran bâzı saraylara yerleştirilmiştir. İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthane’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray bu işe tahsis edilmiştir.59
Yine Ermeni çetelerinin yaptığı katliâm neticesinde yetim kalan 4 bin erkek ve 2 bin kız çocuğunu, Kâzım Karabekir Paşa himayesine almıştır. Daha sonra bu çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardır. Kısa bir eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmiştir. Bunlardan matbaacı olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni çıkarmış ve mücâdeleye destek vermişlerdir.
O gün yokluk içinde yapılan bu fedâkârlıklarla bugünkü imkânlarımızı düşünerek bir vicdan muhasebesine girmemiz zarûrîdir. Bugün, sefaletin girdabında kıvranan yetim, yoksul ve bîçârelere yeniden kurtuluş imkânı sağlamak, bir vicdan borcudur. Diğer bir ifâdeyle, beşeriyetin asıl ihtiyâcı, İslâm’ın engin muhtevasını lâyıkıyla kavrayıp kendisi için arzu ettiğini muzda-ripler için de arzu etmesi, “biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi” düşüncesi ile hayâtına istikâmet vermesidir.
58. Hâşim Köprülü, Hırka-i Şerif ve Veysel Karânî, İstanbul, ts., s. 28.
59. Hidayet Nuhoğlu, “Dârüleytam” md., D/A, İstanbul 1993, VIII, 521.
Eşya bir emânet olduğu gibi insan da bir emânettir. Hattâ dünyâya ait her şey emânettir. Emânetin yerine teslimi ise rahmet vesilesidir. İnfak ve yardım yalnız maddî olarak yapılmaz. Rabbin ihsan ettiği her şeyden infâk edilmelidir. Müslüman, kendisini toplumdan mes’ûl hissederek malını, zamanını, bilgisini, merhametini, şefkatini muhtaçlara infâk etmeli, bütün imkânlarını seferber ederek insanlığın ıztırâbını dindirmek için gayret sarf etmelidir. Hazret-i Ömer’in, sırtında un çuvalları taşıyarak muhtaçları aramasını, Dicle kenarında zarar gören koyundan kendisini mes’ûl hissetmesini unutmamalıdır.
Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, bilhassa yetiştirme yurtlarındaki evlâtlarımıza manevî duyarlılık kazandırmak, ilâhî rızâya medar olacak en mühim hizmetlerdendir.
Imâm-ı Âzam Hazretleri’nin, tıpkı ashâb-ı kiram gibi kendisini toplumdan mes’ûl hisseden yüce bir İslâm şahsiyeti sergilediği şu misâl, bizler için güzel bir numunedir:
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz naralar atıp küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.
Bir gece gencin attığı naralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishaneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını rica etti. Memurlar ancak kefalet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.
Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup nedamet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle:
“-Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyan ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi. |