Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:8 Cinsiyet:Erkek Yaş:50 Mesaj:
3.036 Konular:
340 Beğenildi:1437 Beğendi:478 Takdirleri:10498 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Din eğitimi 6.7.hafta DİN EĞİTİMİ 7.HAFTA İNSAN HAKLARI VE DİN EĞİTİMİ 1. İNSAN HAKLARI KAVRAMI “insan hakları” kavramı; hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanların yalnızca insan olmalarından dolayı, insanlık onurunun gereği olarak sahip olmaları gereken hakların tümüdür. Günlük kullanımda aktif biçimde kullanılmaya başlanması İkinci Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. 1945’te Kurulan Birleşmiş Milletler’in çalışmalarıyla birlikte doğal hukuka dayalı “doğal haklar” (natural rights) kavramının yerine kullanılmaya başlanmıştır. İnsan hakları birinci kuşak (sivil ve politik), ikinci kuşak (sosyal ve kültürel) ve üçüncü kuşak haklar (solidarite - dayanışma) olarak ayrılır. Birinci kuşak insan hakları; hayat hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğü, yasal eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük, siyasi haklar ve mülkiyet hakları bu haklardandır. İkinci kuşak haklar; 1830’lardan sonra Proletarya’nın bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkışıyla birlikte, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklar: sendika, çalışma, adil ücret, sosyal güvenlik, grev, sağlık ve eğitim hakları Üçüncü kuşak haklar ise “dayanışma hakları”dır. Dayanışma hakları, özellikle İkinci Paylaşım savaşından sonra yükselen hakladır. Son çeyrek yüzyıldaki hızlı bilgi üretiminin getirdiği çeşitli sıkıntıların yavaş fark edilmesiyle birlikte Uluslar arası alanda 2000’li yıllardan bu yana bilimin kötüye kullanılmasını engelleyecek dördüncü kuşak haklar demeti de dile getirilmeye başlanmıştır. İnsan hakları bireye sağladıkları geniş özgürlük alanı ile birlikte ona birtakım sorumluluklar da yüklemektedir. Esasen bu özgürlükler insana aynı zamanda bir sınırlamayı ve görev bilincini beraberinde getiriyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 29'uncu maddesinde “…bireyin içinde yasadığı topluma karşı görev ve sorumlulukları vardır” denilerek görev ve sorumluluk arasındaki bu sıkı ilişkiye dikkat çekilmiştir. 2. İNSAN HAKLARININ TARİHİ İnsan hakları tarihin içinde yatay ve düzenli bir seyir izlememiştir. Bazı dönemlerde ilerleme gösterirken hemen sonrasında gerilemiş veya bir coğrafyada filizlenmeye çalışırken başka bir coğrafyada tarumar edilmiştir. İnsan haklarının tarihi üzerine yapılan çalışmalar dünya genelinde topyekûn doğrusal bir gelişmeden çok belli dönem ve coğrafyalarda bu alan da sağlanmış ilerlemelere işaret etmektedir. Çin’de Konfüçyüs, insanlığın bir bütün ve tüm insanların eşit olduğunu belirtmiş ve geliştirdiği özel eğitim yöntemleriyle insanları uyumlu bir şekilde bir arada yaşatabilecek yöntemler için çalışmıştır. Hindistan’da Hindu inanışı diğer dinlere karşı hoşgörü ve şiddete başvurmama gibi yüksek ahlaki ideallere sahip olmakla birlikte, insan haklarının temelini oluşturan eşitlik ve özgürlük ilkelerini, bu inanışın bir neticesi olan kast sistemiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Mezopotamya uygarlığının eseri olan Hammurabi kanunlarında kral; ülkede güçlü ile güçsüz arasında adaleti sağlayacağını, halkını eğiterek refahlarını artıracağını söylemekle birlikte özgürler, yarı veya tam köleler olarak halkı sınıflara bölmüş ve her birini ayrı kanunlara tabi tutmuştur. Eski Yunan’da doğrudan demokrasi nispeten gerçekleştirilmiş olsa dahi kişi hürriyetlerinin dolayısıyla insan haklarının varlığından söz etmek pek mümkün değildir.Çünkü Eski Yunan’da hürriyet sadece özgür vatandaşların siyasal faaliyetlere katılabilme hakkı olarak karşımız çıkar. Bu dönemde Stoacılığın kurucusu Zenon (M.Ö. 336–270) dışında tüm insanların eşitliğini, doğuştan sahip olunan insani hakları savunanların etkin olduğunu söylemek güçtür. Stoacılar bütün insanlar arasında eşitlik ve kardeşlik fikrini yaymaları açısından insan hakları düşüncesinin ilk habercisi olmuşlardır Orta çağ Avrupa’sında insanlar bir yandan derebeyinin öbür yandan da kilisenin baskısı altında her türlü hürriyetten yoksun olarak yaşamaya devam etmişlerdir.Ortaçağ boyunca süregelen çatışmalar kilise, kral ve halk arasında bazı ihtilaf ve ittifaklara yol açmıştır. Bu ittifak ve ihtilaflar sonucunda kral, halk ve derebeyleri arasında yapılan antlaşmalar insan haklarının sonraki yüzyıllardaki gelişimine kaynak olmuştur. İnsan haklarının tarihinde bir milat olarak kabul edilen 1215 tarihli İngiliz Büyük Şartı (Magna Carta Libetatum) bu döneme aittir. 63 madde içeren Şartta, kişinin can ve mal güvenliğine sahip olduğu belirtilerek, bunlar kralın keyfi müdahalelerine karşı korunmuştur. Tarihte dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen yerel insan hakları hareketlerini aşan ve evrensel insan hakları düşüncesine gidişte sonraki çalışmalara da referans olan ilk çalışma sayılan Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirisi 4 Temmuz 1776’da Kongre tarafından kabul ve ilan edildi. 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Amerikan ve İngiliz belgelerinden daha sonra olmasına ve onlardan istifade eden yönleri bulunmasına rağmen bütün insanlığı kucaklaması ve gelecekteki dünyanın şekillenmesinde daha tesirli olması nedeniyle insan hakları denince akla gelen ilk belge olmuştur. Bu süreçte insan hakları küreselleşmeye doğru yavaş yavaş ilerlemiştir. 1945’e kadar insan hakları daha çok ulus devletlerin kendi iç meselesi olarak kabul edilmiş 1945 yılında Birleşmiş Milletler ile başlayan süreç insan haklarının hukuksal olarak küreselleşme sürecini ifade eder. Bu dönemde birçok farklı platformda birden fazla devlet bir araya gelerek evrensel bir insan hakları literatürü oluşturma yönünde ortak çalışmalara imza atmıştır. 3. İNSAN HAKLARININ TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİMİ Osmanlı millet sistemine dayanan bir yönetim sistemine sahipti ve İslam dininin gelenekleri bu sistemde oldukça etkiliydi. Genel olarak Müslümanların üstün olduğu fakat diğer İbrahimi dinlerin de kendi cemaat işlerini düzenlemede serbest olduğu bu sistem dönemine göre oldukça özgürlükçü sayılabilir. Sened-i İttifak:Osmanlı İmparatorluğu’nda hak ve özgürlüklerden söz eden ilk belge1808 yılındaPadişahla feodal beyler arasında yapılmış olanSened-i İttifak’tır. Tanzimat Fermanı:1839’da II. Mahmut, tarihimizde anayasa niteliğinde ilk belge sayılan ve “Tanzimat Fermanı” olarak da anılanGülhane Hattı Hümayunu’nuilan etmiştir. Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin devlet sisteminde yer edinmeye başlaması Gülhane Hattı Hümayunu’na dayandırılır. Kanun-i Esasi:23 Aralık 1876’da tarihimizin ilk yazılı anayasası olan Kanun-i Esasi ilan edilmiş ancak bu anayasa 13 Şubat 1878’e kadar uygulamada kalabilmiştir. Kısa süre kullanımda kalan bu anayasa 1908 yılında tekrar yürürlüğe konuş ve 1909 yılında önemli değişiklikler görmüştür. Kanun-i Esasi’de kişi hak ve hürriyetlerine ilk defa olarak geniş biçimde yer verilmiştir. Hak ve hürriyetler 8. madde ile 26. madde arasında sıralanmıştır. Sıralanan özgürlükler arasında kişi güvenliği, ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü, dilekçe hakkı, konut dokunulmazlığı, eğitim özgürlüğü, kanun önünde eşitlik gibi önemli haklar bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminin ilk anayasası olan 1921 anayasası Kurtuluş Savaşı’nın verildiği olağanüstü şartlarda olduğu için hak ve özgürlüklere dair hükümler içermemektedir. 1924 Esas Teşkilat Kanunu temel hak ve özgürlükleri klasik anlayışa uygun olarak düzenlemiştir. “Her Türk hür doğar, hür yaşar” denildikten sonra klasik hak ve özgürlükler kısa birer cümle ile sıralanmaktadır. 1924 Anayasası’nın uygulama süreci Türkiye’nin tam demokrasiye geçiş konusunda sıkıntılı dönemlerinden birini ifade etmektedir. 1961 anayasası temel hak ve özgürlükleri yalnızca saymakla yetinmemiş; ek güvencelerle donatmıştır. İkinci dünya savaşı sonrası yaşanan vahşetin etkisiyle dünya milletlerinin genel olarak insan hakları konusunda daha ileri adımları atmalarını ifade eden bu dönem uluslar arası yükselişe paralel olarak 1961 anayasasında kendini bulmuştur. 1982 Anayasasının ikinci kısmı “temel hak ve ödevler” e ayrılmıştır.12. Madde “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.” demektedir. 1954’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onayan Türkiye, bu sözleşmenin aktif denetimcisi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını 1987’den itibaren vatandaşlarına tanımıştır. Mahkemenin Türkiye`ye yönelik kararlarını kabul etmeyi ve bedelini ödemeyi ise Eylül 1989’da kabul etmiş ve Ocak 1990’dan itibaren de yürürlüğe koymuştur. Bu süreçte TBMM bünyesinde insan hakları ihlallerini incelemek üzere çeşitli komisyonlar kurulmuştur. Bunlar 1990 yılında kurulan İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ve Anayasanın 74. maddesinde vatandaşa tanınan dilekçe hakkının kullanılmasını sağlayan TBMM Dilekçe Komisyonu’dur. 2001 yılından itibaren Başbakanlık merkez teşkilatı bünyesinde İnsan Hakları Başkanlığı, İnsan Hakları Yüksek Kurulu, İnsan Hakları Danışma Kurulları kurulmuştur. Taşra teşkilatında da İnsan Hakları İl Kurulları ve İnsan Hakları İlçe Kurulları oluşturularak insan haklarının tüm vatandaşlar tarafından ulaşılabilir olması adına ciddi adımlar atılmıştır. Türkiye, kendi içinde geçirdiği bu gelişim sürecinin yanında uluslar arası kuruluşlar ve bildirilere katılım yoluyla da insan hakları konusundaki ilerlemesini sürdürmüştür. Katılımcısı olduğumuz uluslar arası anlaşma ve belgeler 1982 Anayasasının 90. maddesine göre kanun hükmündedir ve uluslar arası anlaşmaların anayasaya aykırılığı iddia edilemez. 90. maddede 7 Mayıs 2004’te yapılan değişiklik “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınması” ilkesini getirmiştir. 4. DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ Din özgürlüğü dinin; ibadet, eğitim gibi tezahürlerinin serbestçe ifasını ifade eder. Vicdan özgürlüğü ise dini olsun olmasın her türlü kanaatin koruma altına alınmasını gerektirir. Din ve vicdan hürriyeti inanma ve inandığını dışa vurma şeklinde özetlenebilecek iki yönlü bir özgürlüktür. Genel olarak bu hakkın üç şekilde tezahür etmesi beklenebilir: 1- Bir dine veya inanca sahip olma hürriyeti, 2- Dini inanç veya kanaatlerini açıklama ve yayma hürriyeti, 3- İbadet etme, itaat, uygulama ve öğretme hürriyetleri. Bu özgürlük, ilk kez 1776 tarihli Amerikan Virjinya Haklar Bildirisinde: “Yaradanımıza borçlu olduğumuz din ve inanç ve bunların gereklerini nasıl yerine getireceğimiz, zorlama ve kuvvetle değil, ancak akıl ve inançla belirlenebilir. Bu nedenle, bütün insanlar dinin icrasını vicdanlarının emirlerine göre yerine getirmekte eşit hak sahibidirler” ifadeleriyle yer almıştır. Din özgürlüğünün uluslar arası hukukta izlediği tarihi süreci üç bölümde inceleyen Şafak (2005) Milletler Cemiyeti öncesinin Avrupa toplumlarında mezhep savaşlarıyla anılan dönemler olduğunu buna karşılık özellikle Osmanlı’da gayr-i Müslimlerin korunması adına oldukça iyi durumda bir hukuk sisteminin bulunduğunu belirtmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi ifade eden Milletler Cemiyeti Döneminde ise Versay, Polonya ve Sevr gibi birtakım anlaşmalarda din özgürlüğü çoğunlukla galip devletlerin siyasi beklentilerine hizmet eder tarzda dile getirilmiştir. Osmanlının son dönemlerinde din özgürlüğü azınlık hakları adı altında imparatorluğu parçalama aracı gibi kullanıldığı üzere bu dönemde de siyasal amaçlara hizmet ettirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla din ve vicdan özgürlüğünde ciddi adımların atılabilesi ancak İkinci Dünya Savaşından sonraki süreci temsil eden Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi kurumlara kalmıştır. 5. ULUSLARARASI HUKUKTA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Aralık 1948’de “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni ilan etmiştir. Beyanname Türkiye tarafından 6 Nisan 1949 tarihinde ve 9119 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile onaylanmıştır. Söz konusu beyannamenin din eğitimi ile ilişkili maddeleri şunlardır: Madde:18“Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve âyinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir.” Madde:26 “Eğitim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan hakları ile ana hürriyetlere saygının kuvvetlenmesini hedeflemelidir. (Eğitim) Bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörürlük ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. Ana baba, çocuklarına verilecek eğitimi seçmekte öncelikli hakka sahiptir.” Madde: 29 “Her şahsın, şahsiyetinin serbest ve tam gelişmesi ancak içinde yaşamasıyla mümkün olan topluluğa karşı vecibeleri vardır. Herkes, haklarını kullanmak ve hürriyetlerinden istifade etmek hususunda, ancak kanun ile sırf başkalarının hak ve hürriyetlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlâk, nizam ve genel refahın icaplarını karşılamak için, tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir. 16 Aralık 1966 tarihinde BM Genel Kurulunda Uluslar arası Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Sözleşme ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme adları altında iki sözleşme daha onaylandı. Bu sözleşmeler Evresel Beyanname’deki hakları daha ayrıntılı biçimde tanımlamış ve açıklamıştır. Demokratik vatandaşlık ve insan hakları konularında çalışmalar yapan ve Türkiye’nin üyesi olduğu bir diğer kuruluş 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’dir. Avrupa Konseyi’nin insan hakları alanındaki ilk belgesi 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini benzerlerinden ayıran en önemli özellik haklar katalogu oluşturmakla yetinilmeyip, Sözleşmeye taraf devletlerin taahhüt ettikleri yükümlülüklerin hayata geçirilmesi için etkin bir sistemin oluşturulmuş olunmasıdır. Bu sözleşmenin ihlal edilip edilmediğini denetleyen bir de mahkeme kurulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ismini alan bu mahkeme dünyadaki ilk insan hakları mahkemesidir. AHİM’İN tazminattan başka bir hükme karar verme yetkisi olmamakla beraber, verdiği kararları Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi denetler. Türkiye, Sözleşmeyi 18 Mayıs 1954'de onayladı. Sözleşme ilk imzaya açılmasının ardından çeşitli ek protokollerle geliştirilmiş ve 1 Kasım 1998’de 11 numaralı Protokol ile son halini almıştır. Sözleşmede din eğitimi ile ilgili maddeler şunlardır: Madde:9 “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın, ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.” Ek Protokol 1952 Madde: 2 “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” Tüm özgürlüklerde olduğu gibi din ve vicdan özgürlüğünün kullanılması da sınırsız değildir. Madde: 30 “Bu beyannamenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve hürriyetlerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.” Din öğretimi; dini kanaatlerin inanç, ibadet ve eğitim olarak sınıflanan üç önemli tezahüründen birisidir. Genelde dini ve felsefi kanaatlerin tümünün tezahürü özelde ise bu tezahürün öğretim yoluyla gerçekleşmesine dair uluslar arası hukukta oldukça geniş biçimde yorumlanabilecek sınırlamalar bulunmaktadır. Bu sınırlamalar farklı metinlerde lafız değişikliği gösterse de genelde dört temel noktada dini kanaatlerin tezahürünün sınırlandırılabileceği ifade edilmektedir. Bu noktalar: 1- Kamu güvenliğinin sağlanması, 2- Kamu düzeninin devamı, 3- Genel ahlak veya genel sağlığın korunması, 4- Başkalarının hak ve özgürlüğünün korunmasıdır. 6. DİN VE İNSAN HAKLARI Her devirde ilâhî vahyin değişmez özü olan tevhit, en başta yaratıcının birliği, dolayısıyla tüm insanların temelinin bir oluşu ve aralarında hiçbir ayrım olmaksızın hepsinin de insanlık değeri açısından eşitliği demektir. Hal böyleyken insan hakları ve demokrasi düşüncesinin dini değerlere karşı verilmiş mücadeleler sonucunda geliştiğine dair kuvvetli bir kanaat de bulunmaktadır. Bu kanaat çoğunlukla ortaçağda dini değerleri kullanan teokratik krallıkların demokrasi ve insan hakları konusundaki mücadelede sürekli karşı tarafı temsil etmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum bir bütün olarak tüm insanlığın onurunu korumayı, insanlar arasında haksızlık ve zulümleri önlemeyi amaçlayan ilahi dinlerin insan haklarını ihlal eden birer müesseseymiş gibi algılanmasına sebep olmuştur. İnsan hakları söylemlerinin dini düşünceye karşı bir söylem olarak ortaya çıkmış gibi addedilmesi ve sonraki süreçte bu düşünüş tarzının gelişmesi Fransız devriminin ardından yayınlanan Yurttaşlık Bildirisinin laik bir karakter taşıması ve bu devrim ardından siyaset sahnesine çıkan çeşitli jakoben uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Oysaki bu bildirinin de temelinde Protestan reformunun bir ürünü olan Amerika devriminin meyvesi Virginia Haklar Bildirisi (1776) vardır ve devrimin önemli aktörleri arasında Rahip Sieyes gibi din adamları bulunmaktadır. Günümüzde insan hakları olarak kavramlaştırılan ve deklare edilen değerler aslında insanların - kökleri asırlar öncesine uzanan- düşünsel birikiminin bir sonucudur. Bu nedenle insan haklarını “fazilet fikrinin siyasi alana yansıması” olarak tanımlayan düşünürler de vardır. Her din, müminlerine insanın değeri, bireyin insanlık içindeki rolü ve insanlığın amacı konusunda telakkiler aşılar. Dinlerin aşılamış oldukları bu telakkiler, dinlerin müminleri tarafından tüm insanlığa teşmil edilebildiğinde ve inanan inanmayan ayrımı yapmaksızın herkese uygulanabildiğinde dinlerin getirdiği insanın değeri fikri ile doğal olarak var olduğuna inanılan haklar arasında pratikte bir farklılık kalmamaktadır. İslam açısından insan hakları, insan olmak ortak paydasında birleşen veya insan olmak özelliğinden kaynaklanan ve Allah’ın bütün insanlara tahsis ettiği nimetlerden faydalanma hakkıdır. Genel olarak Ortaçağ insan hakları açısından parlak bir dönemi ifade etmese de Müslüman toplumlar için aynısını söylemek zordur. Bu dönemde İslam, dünyanın birçok bölgesinde insan hakları adına çok sonraları ulaşılabilecek hedefleri Müslüman toplumlara kazandırmıştır. Hz. Muhammed (a.s)’in veda hutbesinde söylediği “...Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecâvüzden masûndur...” sözleriyle hayat hakkı, mülk hakkı ve insan onurunun korunması İslam’ın en kutsal saydığı değerlerle bir tutulmuştur. İslam’da din ve vicdan hürriyetinin en önemli garantilerinden birisi imanın özgür iradeye dayalı olması ilkesidir. İslam inancına göre baskıya, korkuya veya menfaate dayalı iman ya da ibadet geçerli değildir. İslam düşüncesinde insan hakları ile kesişen diğer bir nokta da Cüveynî, Gazzalî ve Şâtıbi gibi önemli usulcüler tarafından geliştirilmiş ve dar anlamda dini emirlerdeki maslahatlar, geniş anlamda ise dinin gayeleri olarak yorumlanan “makâsıdü-ş şerîa” düşüncesidir. Bu düşünce İslami nasların yorumlanmasında her zaman birinci öncelik olarak, hayatın (can, nefis), neslin (nesep, ırz), aklın, malın ve dinin korunmasını gerekli kılar. Hatta geniş anlamda yorumlandığında tüm ilahi dinlerin bu gayeyi gerçekleştirmek için yaratıcı tarafından gönderildiğini belirtir. Bu düşünce dinin insan onurunu yüceltme amacını açıkça ortaya koymaktadır. 7. DİN EĞİTİMİ VE İNSAN HAKLARI Eğitim olgusunun sosyal amacı bireyin içinde bulunduğu çağa, topluma, kültüre ve değerler sistemine uyumlu ve dengeli bir şekilde adapte olmasını sağlamaktır. Toplumda değerlerin devamlılığının sağlanması ve arzu edilen yeni değerlerin yerleşmesi eğitimin işidir. Din öğretimi ile insan hakları arasında üç yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Dinin tezahürlerinden inanç, ibadet ve öğretim insan hakları belgelerinde önemli bir yer tutmaktadır. Çoğu uluslar arası hukuk metni dinin tezahürlerine dair özgürlüğü vurgularken bu tezahürlerin arasında ibadetle birlikte eğitim-öğretimi de saymaktadır. Bu durum, dinin öğretim boyutunun uluslar arası kamuoyu ve hukuk tarafından önemli bir özgürlük alanı olarak görüldüğünün açık bir göstergesidir. Din öğretiminin bireyin inanç özgürlüğüne ve demokratik değerlere uygun bir tarzda verilmesi din eğitimi ile insan hakları arasındaki diğer bir ilişki boyutudur. Bu durum hem hukuki açıdan hem de eğitimin başarısı için bir zorunluluktur. Din eğitiminin muhatabı olan kitlelerin inanç ve kanaatlerine aykırı bir tarzda yürütülmesi durumunda bilginin bilenden bağımsız olarak oluşamayacağı ilkesine açık biçimde aykırı davranılmış olacaktır. Din öğretimi yoluyla insan hakları ve demokratik değerlerin geliştirilmesi üçüncü ilişki boyutunu oluşturmaktadır. İnsan haklarının yasam pratiğine geçirilebilmesinin yolu örgün ve yaygın eğitimi de kapsayan demokratik bir toplumsallaşma sürecinin hayata geçirilmesini gerektirmektedir. Eğitim hayatı kurgular din eğitimi de insan davranışlarının en önemli yönlendiricilerinden olan dini tutumu büyük oranda etkileyen bir güçtür. Dinler ve inançların demokratik bir ortamda ve hoşgörü düşüncesi ile birlikte öğretilmesi yanlış anlamaları ve tek tipleştirmeleri azaltabilir. Hoşgörü ve anlayış öğrenilmek zorunda olan meziyetlerdir. Bir yanda farklı inançlar ve farklı felsefi kanaatler arasında var olan ayrılık noktalarını ön plana çıkararak nefreti körüklemeye yönelik eğitim yürütüp dururken; öğrencilerimizin demokratik değerlere sahip, insan haklarına saygılı ve anlayışlı bireyler olarak yetişmelerini beklemek boş bir davranış olacaktır. Bu nedenle din öğretiminin insan hakları ve demokratik değerlerle bütünlük içinde yürütülmesi önem arz etmektedir. 8. DİN DERSLERİNİN HUKUKİ STATÜSÜ VE İNSAN HAKLARI Ülkemizde DKAB dersleri Anayasal statü gereği ilk ve ortaöğretimde zorunlu olarak okutulmaktadır. 1982 Anayasası Madde:24 “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır” 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu “Türk milli eğitiminde laiklik esastır MEB 1973 Madde:12 Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır’’ 1982 Anayasası’nın sözkonusu âmir hükmüne göre tüm ülke vatandaşlarına 1990 yılına kadar zorunlu olarak okutulan DKAB dersleri aynı yıl alınan bir kararla Hristiyan veya Musevi olduğunu belgelendirenler için zorunlu olmaktan çıkartılmıştır (MEB, 1990/553). Ders, halen aynı statüde İlköğretim 4. sınıftan Ortaöğretim 12. sınıfa kadar okutulmaya devam etmekedir. Ülkemizde DKAB dersinin bu statüsü Avrupa ülkelerinde uygulanan statüden pek farklı değildir. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da din eğitimi laik eğitime yakından bağlıdır. Avrupa Konseyi üyesi olan 46 ülkeden 43 tanesinde din dersi bulunmakta ve –Türkiye dâhil – 25 tanesinde zorunlu olarak verilmektedir. Ancak, bu zorunluluğun kapsamı devlete göre değişiklik göstermektedir. Beş ülkede (Finlandiya, Yunanistan, Norveç, İsveç ve Türkiye) din eğitimi derslerine katılmak zorunluluğu mutlaktır. Avusturya, Kıbrıs, Danimarka, İrlanda, İzlanda, Linkenştayn, Malta, Monako, San Marino ve İngiltere gibi ülkelerde ders zorunlu olmakla birlikte belli şartlarda muafiyet imkanı sağlanmıştır (AİHM, 2007/1448/04). Diğer on ülke, öğrencilere zorunlu din dersi uygulamakla birlikte bu dersi almak istemeyenlere çoğunlukla ahlak içerikli başka bir ders seçme zorunluluğu getirmektedir. Bu durum, Almanya, Belçika, Bosna Hersek, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Sırbistan, Slovakya ve İsviçre için geçerlidir. Bu ülkelerde çoğunlukla, ilgili bakanlıklar tarafından hazırlanan müfredatta mezhepsel eğitim yer almaktadır; eğer öğrenciler din dersi yerine başka bir ders seçmemişlerse bu derslere katılmak zorundadırlar (AİHM, 2007/1448/04). Diğer yandan, 21 devlet, öğrencileri din eğitimi derslerine katılmaları için zorunlu tutmamaktadır. Din eğitimi okullarda genellikle mevcuttur, fakat öğrenciler ancak bu yönde bir istekte bulundukları takdirde bu derslere katılırlar. Andora, Ermenistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Hırvatistan, İspanya, Estonya, Gürcistan, Macaristan, İtalya, Letonya, Moldova, Polonya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Rusya ve Ukrayna’da geçerli durum budur (AİHM, 2007/1448/4). Görüldüğü gibi Avrupa Konseyi Üyesi olan ülkelerden 43 tanesinde din dersleri zorunlu veya seçmeli olarak bir şekilde yer almaktadır. Çoğu, demokratik ve siyasi değerler açısından dünyanın en ileri ülkeleri olarak kabul edilen bu ülkelerde din derslerinin konumunun Türkiye’den çok da farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Bu noktada akıldan çıkarılmaması gereken önemli bir nokta da bu ülkelerin birçoğunda bizdekinden farklı olarak kilise teşkilatına bağlı ve çoğunlukla da mezhebe dayalı din eğitimi veren okullar bulunduğu gerçeğidir. Türkiye ve Avrupa’da uygulamada olan din derslerinin hukuki statüleri göstermektedir ki; bu dersin zorunlu veya seçmeli olarak okutulması insan hakları ve demokratik toplum açısından bir sorun teşkil etmemektedir. Önemli olan, dersin program geliştirmeden ölçme değerlendirmeye tüm süreçlerinde vicdan özgürlüğünün gözetilmesidir.
__________________ Büyükler fikirleri, Ortalar olayları, Küçükler kişileri tartışır.
|