Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Aralık 2013, 16:21   Mesaj No:5

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: KUR”AN Tercüme Teknikleri Ders Notları (14 Hafta FuLL)

5. HAFTA

1. BAĞLAÇ VE EDATLAR:
Edat, “Yalnız başına bir anlam taşımayan; ancak, sonuna geldiği kelimeyle cümledeki başka kelimeler arasında anlam ilişkisi kuran, gramer görevli bağımsız kelime” olarak tarif edilir. Gibi, göre, kadar, için, karşı vb. edatlara misaldir.
Bağlaç ise, “Söz içinde birden çok kelimeyi kelime grubunu veya cümleyi birbirine bağlayarak aralarında çeşitli yönlerden ilgiler kuran görevli kelimeler” olarak tarif edilir.
Ayrıca, “Eş görevli kelimeleri veya önermeleri birbirine bağlayan kelime türü, rabıt, rabıt edatı” diye de tarif edilebilir. Bazı bağlaçlar, bağladıkları öğelerden önce veya sonra tekrarlanarak da kullanılırlar: ile, ve, de, hem… hem, ne… ne; ya, yahut, ya da, veya, ama, fakat, lakin, yalnız vb.
Bağlaçları, Arap dilcileri “Hurûfu’r-Rabt” (bağlama harfleri) diye isimlendirilir.
Arapçada edatların hepsi camid (donmuş) kelimelerdir. Cümlede isim, fiil, sıfat, zarf gibi kelimelerin yerini alamaz. Ancak dâhil oldukları kelimelerle bir anlam ifade ederler.
Edatları cümledeki konumları itibariyle iki gruba ayrılır: 1. Cümle başlarında kullanılan edatlar: Cümlede değişiklik yapan edatlar bu türdendir. Misal olarak olumsuzluk (nefy), kuvvetlendirme (te’kit), soru (istifham), dilek (temenni), şart, taaccub (hayret, şaşırma) ve yemin anlamlarını içeren edatlar verilebilir.
2. Yan cümlede ve kelimeler arasında kullanılan edatlar: Atıf ve istisna edatları bu grubun misalleri olarak verilebilir.
Edatların üç türlü kullanılışı vardır:
1. Bir kelimeye eklenerek mana kazandırması.
2. Bir kelime ve cümleyi başka kelime ve cümleye bağlama.
3. Kuvvetlendirme anlamı kazandırması.
Birinci tür kullanılış üç kısma ayrılmaktadır:
a) İsme eklenmesi. Belirtme edatı “ال ” gibi.
b)Tam cümleye ilave edilmesi.Soru-olumsuzluk edatları gibi
c) Fiile eklenmesi: “س”, “سوف ”, “قد ” gibi.
İkinci tür kullanılış dört kısma ayrılmaktadır:
a. İsimle ismi birbirine bağlaması. “عمروو زيد” gibi.
b. Fiille ismi bağlaması. “زيد إلي نظرت” gibi.
c. Fiille fiili bağlaması: “قعد و قام” (Kalktı ve oturdu) gibi.
d. Cümleyi başka bir cümleye bağlaması.“ تُعْطِنِي أشْكُرْ كَ نْإ” (Bana verirsen teşekkür ederim) cümlesinde إ نْ edatı şart cümlesiyle cevap cümlesini birbirine bağlamıştır.
Üçüncü tür kullanılış da edatın cümlede kuvvetlendirme için kullanılmasıdır.
Birinci Misal:
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ” (Fatiha,2) ayetindeki “الْحَمْدُ” başındaki “ال ”takısı Arapçada Harf-i Ta’rif olarak isimlendirilir. Bu bir belirtme edatıdır ve başına geldiği kelimeyi belirli hale getirir. “ال ” takısının ayrıca istiğrak (her şeyi kapsama) ve istihkak (hak etme, layık olma) manaları da bulunmaktadır. Bu edat daima ismin başına gelir. Bu edat yerine göre dört manadan birini ifade eder.
Bu manalara arap nahvinde cins, istiğrak, ahd-ı harici ve ahd-ı zihnî derler.
الْحَمْدُbirinci manaya göre, hamd mefhumunu, hariçte bulunmayıp zihinde yer alan mücerret mahiyeti; ikincimanaya göre, “bütün hamdleri”; üçüncü manaya göre, “mütekellim ve muhatapça bilinen belli bir hamdi”; dördüncü manaya göre ise, herhangi bir hamdi ifade eder.
Tercüme edilirken, bu edatın yerine, aynı manaları ifade eden Türkçe bir edat koymak neredeyse imkânsızdır. Çünkü Türkçede böyle bir edat yoktur.
Diyanet: Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün(ahiret gününün) mâliki Allah’a mahsustur.
Elmalılı:Hamd, o rabbi âlemîn.
Ö.N. Bilmen: Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olup, ceza gününün mâliki olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.
Diyanet Vakfı:Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
A. Gölpınarlı:Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a
S. Ateş:Âlemlerin Rabbi (sâhibi, yetiştiricisi) Allah'a hamdolsun.
H.B. Çantay: Hamd olsun Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Dîn günü'nün (tek) sahibi ve mutasarrıfı Allaha.
S. Yıldırım:Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır.
A.F. Yavuz:(Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah’adır.
M. Esed:Her türlü övgü yalnızca Allah'a özgüdür, bütün âlemlerin Rabbi.
Yapılan meâllere bakıldığında ilk altı meâlinالْحَمْدُnün başındaki ال takısının, istihkak (hak etme, layık olma) manasını, “mahsustur, Allah’a” şeklinde verirken, bu edatın istiğrak (her şeyi kapsama) manasını ihmal ettikleri görülmektedir.
S. Ateş ve H.B. Çantay ise isim cümlesi olan bu ayeti “Allah'a hamdolsun, Hamd olsun Âlemlerin Rabbi… Allah’a” şeklinde fiil cümlesi olarak tercüme etmişlerdir.
S. Yıldırım, A.F. Yavuz ve M. Esed bu edatın hem istiğrak hem de istihkak manasını meâllerine yansıtmışlardır.
A.F. Yavuz (Ezelden ebede kadar) bütün olmuş ve olacak hamd ve sena (övgü) tam ve kemaliyle âlemlerin (yegâne) yaratıcısı, besleyip kemale erdiricisi olan Allah’adır.” diyerek “ال ” takısının ayete kazandırdığı manaları güzel bir şekilde ifade etmiştir.
İkinci Misal:
وَاصْنَعْ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (Hud, 37) ayetinde tufan esnasında zalimlerin akıbetinin ne olacağı konusunda mütereddit olan ve aynı zamanda bunu öğrenmek isteyen Hz. Nuh’a olayın bildiriliş tarzına baktığımızda, haberin “نْإ” te’kid edatıyla getirildiğini görürüz. Bilindiği gibi, Arapçada muhatabı tatmin ve ikna için, muktezay-ı hale göre edatlar kullanılmaktadır. Dolayısıyla Arap edebiyatının şaheseri olan Kur’ân-ı Kerim de böyle yapmıştır. Eğer muhatab, olay hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilse, ayet te’kitsiz olarak gelmiştir. Muhatab, olayın vukuu ve muhtevası hakkında mütereddit, fakat öğrenmeye de istekli ise, o zaman olay ona bir edatla pekiştirilmiş olarak bildirilir.
Eğer muhatap, olayı inkâr eden, inanmayan biri ise, haber durumuna göre iki veya daha fazla edatla te’kit edilmiş olarak bildirilmiştir.
(Hud,37) ayetinin “إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ” şeklindeki son kısmının tercümesine baktığımızda şu şekildeki mealleri görürüz:
Ş. Piriş:Onlar boğulacaklardır.
Diyanet: Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
Elmalılı:Çünkü onlar gark edilecekler.
S. Yıldırım: Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
A.F. Yavuz:Çünkü onlar, suda boğulacaklardır.
H.B. Çantay:Çünkü onlar suda boğulacaklardır.
Y.N. Öztürk:Onlar, mutlaka boğulacaklardır.
S. Ateş: Onlar mutlaka boğulacaklardır!
Diyanet Vakfı:Onlar mutlaka boğulacaklardır!
C. Yıldırım:Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır.
Ö.N. Bilmen:Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.
A. Gölpınarlı: Şüphe yok ki sularda boğulacak onlar.
F. Kuran:Çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.
Görüldüğü gibi ilk meâl hariç diğer meâller az ya da çok farklı kelimelerle te’kid edatını karşılamaya çalışmışlardır.
Bu çeşit edatlar Türkçede garip olmayacak şekilde farklı kelime ve ifadelerle karşılanmaya çalışılmalıdır.
Üçüncü Misal:
Bağlaç ve edatları doğru tercüme ederek, âyetler arasında zımnen bulunan irtibatları belirtmeye çalışarak, Kur’ân üslubuna yabancı olanların vehmettikleri irtibatsızlık iddiasına mahal verilmemelidir. Kur’ân üslubunun vecizliği sebebiyle, Arapçadaki üslup özeliklerine vakıf olan dikkatli muhatapların anladığı bu münasebetler, Tükçe’de ve başka bazı dillerdeki sathî tercümelerde bulunmamaktadır. Bunu yaparken tefsir kitaplarına mutlaka müracaat edilmelidir.
Mesela (Neml,5-7) ayetlerine bakacak olursak:
Elmalılı:Bunlar o kimselerdir ki kendilerine azâbın kötüsü vardır ve bunlardır ki Âhirette en çok hüsrana düşenlerdir Ve emin ol ki sen bu Kur'ana ilmine nihayet olmayan bir hakîmin ledünnünden irdiriliyorsun. Hani bir vakit Musâ, ehline demişti; ben cidden bir ateş hissettim, ondan size bir haber getireceğim yahut bir yalın şule alıp geleceğim, gerek ki bir ocak yakar ısınırsınız.
M. Esed:Azabın en kötüsüne uğrayacak olanlar işte böyleleridir; ahirette en büyük kayba uğrayacak olanlar
da böyleleri! Fakat (sana gelince, ey inanan kişi,) sen bu Kuran'ı her şeyin aslını bilen (ve dolayısıyla) her konuda doğru hüküm ve hikmetle edip eyleyen (Allah) katından almaktasın. Hani, (Çölde yolunu kaybeden) Musa ailesine: “(Uzakta) bir ateş görüyorum; size oradan (tutacağımız yol hakkında) belki bir haber getiririm, yahut ısınmanız için biraz közlenmiş odun getiririm” demişti.
S. Yıldırım:Onlara çetin bir azap vardır, âhirette ise en çok ziyana uğrayacak olanlar da onlardır. Fakat sana gelince, ey Resulüm! Hiç şüphe yok ki Kur’ân sana; her işi hikmet dolu olan, her şeyi mükemmel olarak bilen Allah tarafından verilmektedir. Nitekim Resullerden olan Mûsâ da çölde geceleyin yol alırken ailesine: “Durun!” demişti, “uzakta bir ateş gördüm, oraya gideyim belki oradan yol hakkında bir bilgi alır, yahut hiç değilse bir ateş koru getirir de ısınmanızı sağlarım.”
Meâllerde görüldüğü gibi bu irtibatı tam olarak M. Esed ve S. Yıldırım göstermiştir. Diğer meâller ise bu irtibatı tam olarak verememiştir.
2. VAKF VE İBTİDA:
Vakf lügatte, hapsetmek, alıkoymak; durmak ve durdurmak demektir. Istılahta bir ilim olarak ise şöyle tarif edilmiştir: Manayı tamamlamak için kurrânın tespit ettiği yerlerde durmak; mananın bozulmayacağı belirli yerlerden başlamak suretiyle kıraatte eda keyfiyetinin bilinmesini sağlayan yüce bir ilimdir.
Kısa bir ifadeyle, “nefesle beraber sesi kesmek” şeklinde de tarif edilir. Vakf kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde alıkoymak, menetmek,hapsetmek ve hareketin kesilmesine delalet eden manalara gelmektedir. Âlimler vakf yerlerinin tayininde farklı görüşlere sahiptirler. Doğru olan ise kelamın tamam olmasıdır. Çünkü aslolan odur.
İbtida ise vakfın zıddıdır. Bir şeye ilk defa başlamaya denir. İbtidadan maksat, ya vakf yaptıktan sonra kıraate devam etmek için tekrar başlamak veya ilk kıraate başlayıştır. Arapçada sükûn ile ibtida mümkün olmadığı için ibtida, ancak hareke ile yapılır.
3. VAKF VE İBTİDANIN ÖNEMİ:
Vakf ve ibtida doğrudan doğruya Kur’ân’ın manası ile
ilgili bir husustur. Vakf ve ibtidaya riayet, bizzat Peygamber (s.a.v.)’in fiili sünnetiyle sabittir. Ümmü Seleme (r.a.) Resulullah (s.a.v.)’in kıraatini şöyle anlatır: “Nebi (s.a.v.) Kur’ân okuduğu zaman, kıraatini ayet ayet keserdi.” demiş ve Fatiha suresinin ilk üç ayetini, aralarında vakf yapmak suretiyle okuduğunu rivayet etmiştir.
Bir gün Resulullah (s.a.v.)’in huzurunda bir zat halka hitaben: “Allah’a ve Peygamberine itaat eden doğru yolu bulmuştur. İkisine isyan eden…” dedi ve durdu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v.) Ona: “Sen iyi bir hatip değilsin, sen şöyle söylemeliydin: ‘Allah ve Resulüne isyan eden sapmıştır.” Yani vakf yapılması gereken münasip olan yerin burası olduğunu açıklamıştır.
Vakf ve ibtida mahallindeki ihtilaf, İslam mezhepleri arasındaki ihtilafları doğuran en belli başlı sebeplerden biridir. Mesala, Mu’tezile ili Ehl-i sünnet arasında önemli
bir ihtilaf konusu olan irade ve ihtiyar meselesi, aslında
وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (Kasas,68) ayetindeki vakf mahallinin değişmesi sebebiyle meydana gelmektedir. Çünkü Mu’tezile “مَا يَشَاءُ” üzerinde dururوَيَخْتَارُdiye ibtida yaparlar. Böylece yaratmak Allah’a ihtiyar ise kullara raci olmuş olur. Hâlbuki Ehl-i sünnet, “مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ” diye vakf yapar ki, o zaman yaratmak da ihtiyar da Allah’a ait olur. İhtiyarın da ancak Allah’a ait olduğunu bildiren başka ayetler de vardır.
Birinci Misal:
Huruf-u Mukataa ile başlayan Rum suresinin 2 ila 5. Ayetleri bu konuda önemli bir misal olarak zikredilebilir. Zira bu dört ayetin hiçbirinde cümle bitmemekte, her bir ayetteki cümle diğer ayette devam etmektedir:
غُلِبَتْ الرُّومُ (2) فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ (3) فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ (4) بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (5)Ayetlere baktığımızda ikinci ayette Rumların mağlup oldukları zikredilmiş fakat cümlenin mef’ulu yani mağlubiyetin nerede olduğu üçüncü ayette zikredilmiştir. Üçüncü ayetin devamında ise Rumların bu mağlubiyetlerinin ardından tekrar galip gelecekleri söylenmiş fakat bunun ne kadar zaman sonra olacağı ise dördüncü ayette beyan edilmiştir. Dördüncü ayette mü’minlerin sevineceği belirtilmiş fakat bunun mef’ulu de “Allah’ın verdiği zafer sayesinde” şeklinde beşinci ayette belirtilmiştir.

Dolayısıyla bu dört ayet birbiriyle irtibat halindedir.
Bu sebeple beraber bir ayet gurubu şeklinde tercüme edilmelidir.
Diyanet:(2-5) Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır.
O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle mü’minler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.
C. Yıldırım:(2-3-4-5) Rûm (Romalı)lar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. (Ama) onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl (üç ilâ dokuz veya üç ilâ yedi) içinde üstünlük sağlayacaklardır. Bundan önce de, sonra da buyruk Allah'ındır ve işte o gün mü'minler Allah'ın yardımına sevinecekler. Allah dilediğine yardım eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, çok merhamet sahibidir.
Diyanet Vakfı:(2-5) Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler de Allah'ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir.
S. Yıldırım:(2-3) Rumlar yakın bir yerde mağlup oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler. (4-5) Birkaç yıl içinde. Çünkü işleri karara bağlama yetkisi, başında da sonunda da Allah’a aittir. O gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevinecekler. Allah dilediğini muzaffer kılar. Zira O, azîzdir, rahîmdir (mutlak galiptir, sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir).
Elmalılı: 2. Rum mağlup oldu. 3. Arzın yakınında, maamafih onlar bu mağlûbiyyetlerinin arkasından bir kaç sene içinde muhakkak galebe edecekler 4. Önünde de sonunda da emir Allahın ve o gün mü'minler Allahın nusretiyle ferahlanacaklar 5. o kimi dilerse muzaffer kılar ve azîz odur, rahîm o.
Meâllerimizde görüldüğü gibi Diyanet, C. Yıldırım, Diyanet Vakfı ve kısmen S. Yıldırım cümleleri bölmeden tercüme ederek isabet etmişlerdir. Diğer mealler ise ayet ayet tercüme etmeye çalıştıklarından cümleler bölünmüş cümlenin bir kısmı diğer ayette kalmış, kesik kesik bölük pörçük meâller ortaya çıkmıştır.
İkinci Misal:
أَلْهَاكُمْ التَّكَاثُرُ (1) حَتَّى زُرْتُمْ الْمَقَابِرَ (2)” (Tekasür,1-2) 1.ayette başlayan cümle bitmemiş 2.ayette devam etmiştir.
Diyanet:(1-2) Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı.
Diyanet Vakfı:(1-2) Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.
Ö.N. Bilmen:(1-2) Sizi o çokluk kuruntusu oyaladı. Tâ ki, kabirleri ziyaret ediverdiniz.
Elmalılı: 1. Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri 2. Ta.. ziyaret edişinize kadar kabirleri
S. Yıldırım: 1. Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri. 2. Tâ boylayıncaya kadar kabirleri!
C. Yıldırım: 1. Çokluk kuruntusu sizi o kadar oyaladı ki, 2. Kabirleri bile ziyaret ettiniz (oradaki ölülerinizi bile saymaya çalıştınız).

Diyanet, Diyanet Vakfı ve Ö. N. Bilmen meâlleri iki ayeti tam cümle olarak bir arada tercüme etmişlerdir. Diğer meâller ise cümleyi bölerek ayrı ayrı tercüme etmişlerdir.
Üçüncü Misal:
Fetih suresi 8. ayette إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا“Muhakkak ki: Biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” buyrulmaktadır. Takip eden 9. ayette ise bunun sebebi zikredilerek لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا “Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.” buyrulmaktadır. Fakat burada
وَتُوَقِّرُوهُkelimesinde vakf-ı mutlak alameti olan “ط” vakf alameti vardır.
Elmalılı: Ki Allaha ve Resulüne iman edesiniz de bunu takviye ve tevkir edip ona sabah akşam tesbih edesiniz.
Diyanet: Ey insanlar! Allah’a ve Peygamberine inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tespih edesiniz diye (Peygamber’i gönderdik.)
S. Yıldırım: Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.
A.F. Yavuz: Ki, (siz insanlar) Allah’a ve Peygamberine iman edesiniz, O’na yardım edesiniz ve O’nu büyük tanıyasınız; Allah’ı da sabah ve akşam tesbih edesiniz.
H.B. Çantay: ki (hepiniz ey insanlar) Allaha ve peygamberine iman edesiniz, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız, sabah ve akşam O'nu (Allahı) tesbîh (ve tenzîh)' edesiniz.
A. Uğur: Ta ki (ey müminler!) Allah'a ve Resûlüne iman edesiniz, Resûlüne yardım edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah'ı tesbih edesiniz.
M. Esed: ki siz (ey insanlar,) Allah'a ve Elçisi'ne inanasınız, O'nun izzetini takdir edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabahtan akşama O'nun şanını yüceltesiniz.
Y.N. Öztürk: Allah'a ve resulüne inanasınız, O'nu destekleyesiniz, O'nu yüce bilesiniz ve sabah akşam O'nu tespih edesiniz diye.
S. Ateş:Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız, O'nu(n dinini) destekleyesiniz. Ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih ed(ip şânını yücelt)esiniz...
Eğer biz وَتُوَقِّرُوهُkelimesinde cümleyi bölmezsek tesbih
ve tenzihin de Allah Rasulüne ait olduğu gibi bir mananın anlaşılmasına sebebiyet verebiliriz.
Meâllerimizden bir kısmı bu hususa dikkat etmiştir. Elmalılı, meseleyi muğlak bırakmıştır. Diyanet, S. Yıldırım, A. F. Yavuz ve Hasan Basri Çantay son cümlede mef’ul (nesne) olan Allah kelimesini zamirle değil de isimle karşıladıklarından başarılı bir tercüme gerçekleştirmişlerdir.
A. Uğur, yardımın Rasule, saygı ve tesbihin ise Allah’a olduğu görüşünü yansıtmıştır. M. Esed, Y. N. Öztürk ve Süleyman Ateş ise “o” zamirini büyük harfle verip (’) işaretini kullanarak mef’ulun Allah olduğunu belirtmeye çalışmışlardır. Ş. Piriş ve A. Gölpınarlı ise vakfı dikkate almadan ve zamirlerin mercilerini belirtemeden tercüme etmişlerdir.

Alıntı ile Cevapla