Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 Arkadaşları:8 Cinsiyet:Erkek Yaş:50 Mesaj:
3.048 Konular:
340 Beğenildi:1446 Beğendi:482 Takdirleri:10672 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Sakarya İlitam Tasavvuf Tüm haftalar Seriyy Sakatı (k.s.): Adı Seriyy, künyesi Ebû'l-Hasan'dır. Cüneyd'in dayısı ve hocası olduğu ve Ma'rûf ile arkadaşlık ettiği rivayet edilir. Haris Muhasibi ve Bişr Hâfi'nin akranıdır. Bağdad'da zamanının ileri gelenlerindendi. Şeriyy'in Bağdad'da tevhîd hakkında söz söyleyenlerin ilki olduğu söylenir.Ebû'l-Hasan b. Miksem Seriyy Sakati’nin 251 h. târihinde vefat ettiğini rivayet eder. Nefehât'm beyânına göre ramazan ayında, salı günü 250/867 târihinde sabaha karşı vefat etmiştir. Seriyy Sakatî'den şu hadîs rivayet edilmiştir: "Ashâbtari Hazım b. Hermeleti'l-Gıfâri şöyle dedi: Bir gün Resûlullah beni gördü ve: — Yâ Hazım! "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh"ı zikretmeyi çoğalt; çünkü bu, cennet hazînelerindendir". Cüneyd, Seriyy Sakatî'den daha çok ibâdet ehli bir kimseye rastlamadığını; yetmiş sene onu, kimsenin yan üstü yatar bir durumda görmediğini nakleder. Seriyy; ilim, edeb, emânet ve iffetin insanların kadrini yükselten hasletler olduğunu söyler. O, sünnete tabî olarak yerine getirilen ibâdetin az da olsa, bid'atlere bağlı olarak yapılandan daha hayırlı olacağını; takva ile olan amelin asla küçümsenemiyeceğini ifâde ederek, sünnet ve zühd yolunun önemini belirtmiştir. Seriyy diğer bir sözünde yine edebten bahsederek, onun aklın bir tercümanı olduğunu, Hak'tan korkan kimselerin ancak adaleti tahakkuk ettireceğini, bu suretle kötü insanların, bu gibi kimselerden çekineceğini, insanın dilinin, kalbinin tercümanı, yüzünün ise onun bir aynası olduğunu; zîrâ kalbin özelliklerinin yüzde tecellî ettiğini söyler. Seriyy ayrıca, Allah Teâlâ'ya ma rifetin alâmetinin Hakkın hukukunu gözetmek, güzel ahlâkın ise, insanlara hizmet edip, onlara eziyet etmemek olduğunu anlatır. Seriyy'ye göre beş şey güzeldir, onlar da: Pişmanlık duyup ağlamak, kusurları gidermek, Allah'a ibadet, kalblerden lekeleri temizlemek ve nefsin heveslerine uymamaktır50. Seriyy "bir kere şükredip -el-hamdülillâh- dediğim için otuz senedir istiğfar ediyorum" deyince; orada bulunanlar bunun sebebinin ne olduğunu sordular. O: "Bir gün, benim dükkânım dışında bütün dükkânların yandığını haber verdiler, -el-hamdülillâh- demiştim. Kendimi kardeşlerime tercih edip, dünyâ için hamd ettiğimden dolayı istiğfar ediyorum" dedi. Bişr Hafi (k.s.): Adı Bişr b. Haris b. Abdirrahmân b. Ata b. Hilâl b. Mânan b. Abdillâh el-Hâfi, künyesi Ebun-Nasr'dır. Merv şehrinde dünyâya geldi; Bağdad’da yaşadı ve orada vefat etti, 227/842. Bişr’in tevbesine ve doğru yolu bulmasına sebeb olarak şu hâdise anlatılır: Bir gün Bişr yolda giderken, üzerinde "İsm-i Celâl" yazılı bir kâğıt bulur. Ayaklar altında çiğneneceği endîşesinden onu alır, satan aldığı bir ecza ile üzerini temizliyerek, bir duvar kovuğuna feoyar. Bu hâdiseden sonra rüyasında kendisine: "Ey Bişr! Sen benim ismimi temizlediğin gibi, ben de senin adını dünyâ ve âhirette pâk eyliyeceğim" tarzında bir ses işitir54. Kuşeyrî'nin rivayetine göre Bişr, zühd ve vera sahibidir. Günlerinin ekserisini oruçlu geçiren, nefsine karşı ruhunu tehzîb etmeye çalışan, ibâdetle rızâ makamına yükselen bir kimsedir. Abdurrahman b. Ebî Hâtem onun şu sözünü rivayet eder: "Peygamber (s.a.) Efendimiz'i rüyada gördüm, bana: "-Ey Bişr! Akranın arasında Allah senin kadrini niçin yükseltti, biliyor musun? dedi. Ben: Hayır, yâ Resûlâllah! diye mukabelede bulundum; O zaman, Peygamber (s.a.) Efendimiz: Sünnetime bağlılığından, sâlih kimselere hizmetinden, ihvana nasîhatından, ashabıma ve ehl-i beytime muhabbetinden dolayı Hak seni iyiler zümresine kattı", buyurdu. Bişr, sabrın çok güzel bir haslet olduğunu, şehvetlerin, nefse âit olan bazların ortadan kalkmasıyla, ibâdetten bir lezzet alınabileceğini söyler. Bişr'e göre, şehevî arzularıyla kendisi arasına bir engel koyamayan kimse, yaptığı ibâdetlerde huzur ve lezzet bulamaz. İnsanın gönlü ve görüşü müslüman olmadığı takdirde, diliyle yaptığı dualar ona bir fayda sağlamaz. Muhammed İkbâl bu hususta şunları söylüyor: "Yaptığın duâ ile Allah'ın takdirini değiştiremezsin; belki duâ etmekle sende bir değişiklik meydana gelir." Bişr'e göre duâ, günahları terketmektir; yânî değişmektir. Ayrıca Bişr, dünyâ sevgisiyle yapılan ibâdetlerin riyadan uzak olamıyacağmı belirterek, Allah Teâlâ'nm riyasız kalblere tecellî edeceğini ifâde etmiştir. Şakîk Belhî (k.s.): Adı Şakîk b. İbrahim Ebû Aliyyi'l-Ezdi’dir. Belh şehrinde dünyâya geldi. Horasan şeyhlerinin meşhurlarındandır. İbrahim Edhem’e arkadaşlık yaptığı ve ondan tarikat feyzi aldığı rivayet edilir. 164/780 târihinde şehîd olarak vefat etti. Kabri Horasan civarında Hatlan'dadır. Şakîk'ın tevbesine sebeb olan iki hikâye nakledilir; bunlardan biri: Şakîk zengin bir ailenin çocuğu idi; ticâret için taşraya çıkmıştı. Gittiği şehirde putlarla dolu bir mabede girdi. Orada başını, sakalım tıraş etmiş, putlara hizmet eden bir hizmetçi gördü ve ona: — Senin Hayy, Alîm ve Kadir olan Rabb'in var, O'na ibâdet etsene. Sana hiçbir zarar ve faydası dokunmayan bu putlara niçin tapıyorsun?" dedi. Bunun üzerine hizmetçi: — Eğer dediğin gibiyse, inandığın Allah sana memleketinde rızkını vermeye kadirdir; niçin bunca zahmetler çekip ticâret için buralara kadar geldin?" diye sordu. Bu sözü işiten Şakîk, hizmetçinin konuşmasından müteessir olarak, dünyâ muhabbetinden kalben uzaklaşmış ve zühd yolunu seçmiştir. Diğeri ise: Şakîk zamanında halkın kıtlıktan gam ve keder içinde bulunduğu sırada, bir kölenin çılgınca eğlendiğini görmüş ve ona: — Bu sevincin nedir? Halkın kıtlıktan ne halde olduğunu görmüyor musun? dediğinde, köle; bu hâdisenin kendisini ilgilendirmediğini, zîrâ efendisinin köyünde bütün ihtiyaçlarının karşılandığı cevâbını verince, Şakîk kendi kendine: "Fakir bir mahluk olan efendisinin çiftliği olduğu için o kendi rızkını düşünmüyor da, efendisi Ganiyy-i mutlak olan bir müslümana, kendi rızkından endîşe etmek yakışır mı?" demiştir. Şakîk ile İbrahim Edhem arasında geçtiği rivayet edilen konuşma çok meşhurdur: Şakîk, İbrahim Edhem'e, şükrünü nasıl yerine getirdiği hakkında bir suâl tevcih ettiğinde o: — Rızık bulduğumuzda şükreder, bulamadığımız zaman sabrederiz", cevâbında bulunmuş; Şakîk: — Onu Horasan köpekleri de yapar, diyerek, kendisinin bulduğu zaman tasadduk ettiğini, bulamayınca şükrettiğini söylemiştir. Şakîk'e göre tevekkül, Allah'ın va'dine razı olmaktır. O, zahidin zühdünün fiiliyle, zâhid geçinenin zühdünün ise lisanıyla olduğunu, dünyâ arzularından kalbin temizlenmesi nisbetinde oraya âhiret sevgisi ve Allah rızâsının girebileceğini; emniyet, korku ve ıztırap ile mahmul olan kimsenin cehennem ateşinden kurtulacağını; ibâdetin evvelinin sabır, sonunun rızâ olduğunu söylüyor. Şakîk'e göre, Allah kendisine itaat eden kimseyi ölümünde ihya eder; âsî olanı da hayâtında öldürür. Ebû Yezîd Bistâmî (k.s.): Adı Tayfur b. İsâ b. Adem b. Sürûşan'dır. Babası önceleri mecûsî idi. Sonra müslüman olmuştur. Adem ve Ali isimlerinde iki kardeşi vardır ve her ikisi de zühd ve takva sahibiydi. Bistam'da dünyâya geldi. Bistam, Nişâbur yolu üzerinde büyük bir şehir merkezidir. 261/874 târihinde vefat etti. Hüseyin b. Yahyâ, 234/848-49 târihinde vefat ettiğini rivayet eder. Hanefî mezhebindendir. Bâyezîd "vahdet-i vücûd" akidesinin öncüsü olarak bilinir. Şatahât kabilinden birtakım sözler söylediği, bu sebepten de zamanında çok tenkide uğradığı söylenir. Bâyezîd'e göre Hakka vuslat fena ile gerçekleşir. Fenâ-yı fiil, tevhîd-i efâle, fenâ-yı sıfat, tevhîd-i sıfât'a ve fenâ-yı Zât, tevhîd-i Zât'a ulaştırır. Bistâmî'ye farz ve sünnetin ne olduğu sorulduğunda o: Sünnetin dünyâyı terk, farzın da Allah ile sohbet etmek olduğunu söyledikten sonra, şunları ilâve etmiştir: "Sünnet Peygamber (s.a.) in hayâtını rehber ittihaz etmektir ki o, dünyâya hiç iltifat etmemiştir. Kitab (Kur'ân-ı Kerîm) ile meşgul olmak ise, insanı Mevlâ'sıyla sohbet durumuna getirir. Kim farz ve sünnete uygun hareket ederse, kemâle ermiş olur". Bistâmî'ye göre âbid; Allah Teâlâ'ya namaz, oruç, zekât, hac gibi farzları yerine getirmek,ısünnet ve nafilelerle de Ona yaklaşmak için ibâdet eder. Arif ise her haliyle ibâdettedir. Bistâmî ilmin önemini şu sözleriyle belirtmiştir: "Otuz sene mücâhede ile meşgul oldum. İlimden ve ona uymaktan daha güç bir şey bulmadım. Şayet ulemânın ihtilâfı olmasaydı, ben yolumda ilerleyemezdim; tevhîd dışında ulemânın ihtilâfı rahmettir". Bistâmî'ye göre Allah'a yaklaşmak için ihlâs şarttır. Muhabbet ehlinin kalbleri cennet sevgisiyle değil, Allah sevgisiyle dolu olmalıdır. Hakk'm Zât'ını anlamaya çalışmak cehalettir; marifetin hakikatini bilmek insanı hayrete düşürür; işaret ise (Allâh'a bir mekân izafe etmek) şirktir. Arif amele, zâhid ise mideye rağbetten rahatsız olan kimsedir. Falan yerde ulu bir pîr var diye Bâyezîd'e bahsedildi. O da o pîri görmek için gitti. Yanma yaklaşınca onun kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Onunla görüşmeden, oradan uzaklaştı. Niçin onunla görüşmediğini soranlara: "Şayet bu adam tasavvuf yolunda bir mertebe sahibi olsaydı, şerîate aykırı bir davranışta bulunmazdı" cevâbını verdi. Ebû Yezîd, zühd için menzil olmadığını; kendisinin zühd makamında üç gün kaldığını, ilk gün dünyâ ve içindekilerden, ikinci gün âhiretten, üçüncü gün Allah'tan başka her şeyden kalben uzaklaştığını, dördüncü gün ise kalbinde Hak'tan başka bir şeyin kalmadığını söyler. Ebû Yezîd'e göre keramet izhârı, keramet sahibinin fevkalâdeliğini ve ona intisabı gerektiren bir özellik değildir. Havada bağdaş kurup oturma kerameti gösteren bir adam, haddi muhafaza edip, şeriata uymadığı takdirde ona inanılmaz. Bâyezîd hakkında rivayet edilen şu kıssa son derece ibret vericidir: Bistâmî, hacca gitmeye karar verip evinden ayrıldıktan kısa bir zaman sonra geri dönmüştür. Kendisine karârından niçin caydın diye sorduklarında o: "Yolda kılıcını çekmiş bir zenciye rastladım, bana: — Geri dönersen ne âlâ, yoksa başını bedeninden ayırırım, dedi. Sonra da şunları ilâve etti: "Allah'ı Bistam'da bırakıp, Beytul-Harem'e gidiyorsun hâ!... Daha sonra biri yanıma gelip, — Nereye gidiyorsun? diye sordu. — Hacca, dedim. — Neyin var? dedi. — Yirmi dirhemim, dedim. — Onu bana ver ve yedi kere etrafımı tavaf et, senin haccın işte budur, dedi. Ben de böyle yapıp geri döndüm. Bistâmî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Bir kere Mekke'de bulunuyordum. Sâdece Kabe'yi görmüştüm. Tatmin olmadım. İkinci defâ gittiğimde hem evi, hem de sahibini gördüm. Henüz tevhidin hakîkatına ulaşamadığımı hissettim. Üçüncü kere gidişimde evin sahibini gördüm. O sırada sırrıma ve rûhuma.şöyle seslenildi: Ey Bâyezîd! Nefsini görmediğin müddetçe bütün kâinatı görsen bile müşrik olmazsın; fakat kâinatı hiç gör-mesen de nefsini görsen şirke düşersin. İşte o anda varlığımı görmekten de tevbe ettim. Aşağıdaki rubâî bu hususu çok güzel anlatıyor: Geh mu'tekif-i deyrem ü geh sâkin-i mescid Ya'nî ki türâ mî talebem hâne be hâne. Hâcî be-reh-i Kabe ve men tâlib-i dîdâr, O hâne hemî cûyed ü men sâhib-i hâne. "Bazen kilisede i'tikâf ediyor, bazen de mescidde sakin oluyorum. Yâni her yerde seni aramaktayım. Hacı Kabe yolunda, ben ise dîdârın talibiyim. O evi arıyor; ben ise evin sahibini!..." Hamdun Kassâr (k.s): Adı, Hamdun b. Ahmed b. İmâre; künyesi Ebû Salih'tir. Nişâbur'da dünyâya geldi, Horasan Melâmetiyye'sinin şeyhi ve imamıdır. Melâmet, tasavvufta bir meşreptir; bu meşrebin onun vasıtasıyla yayıldığı rivayet edilir. Hamdun ilimde behresi olan bir kimse idi. Süfyân Sevrî'ye intisâb etti. Abdullah Menâzil'in hocasıdır. Selem b. Hasan el-Barûsi, Ebû Türâb en-Nahşebî, Ali en-Nasrabâzî ve Ebû Hafs el-Haddâd ile arkadaşlık yaptı. 271/884-85 târihinde Nişâbur'da vefat etti; kabri Hîre'dedir. Hamdun; fazilet sahibi, muhabbet ehli, Hak âşıkı bir kimse olarak bilinir. O, Allah'ın ahdine bağlı olmayan kimsenin, şeriat âdabına riâyetinin de zayıf olacağını; zîrâ Allah Teâlâ'nm Kur'ân-ı Kerîminde: "...bir de ahdi yerine getirin; çünkü ahdinden cayanlar sorumludur"89 bu-yurduğunu söyler. Ona göre ecdattan ibret almak, sîretlerini tedkik ederek, onların yaşayışlarını zamana en uygun bir şekilde değerlendirip, devam ettirmeye çalışmak şarttır. İnsanın dâima meziyet sahibi kimselerle düşüp kalkması ve bu hasletlerin kendilerine geçmesini te'mîne gayret etmeleri lâzımdır. Molla Câmî, Hamdun Kassar'ın şeriatın zahirine muhalefetten çekinen muttaki bir kimse olduğunu söyledikten sonra, kendi zamanında şer'-i şerife uymayan, her şeyi mubah gören, zındıklığı ve hürmetsizliği âdet edinerek, melâmi ismiyle yâdedilen kimselerin onunla yakından, uzaktan hiçbir münâsebeti olmadığını da ilâve eder. Bir gün Nişâbur'un ileri gelenleri ona halka va'z etmesini; zîrâ sözlerinin ölü kalbler için faydalı olacağım söyleyince o şu cevâbı vermiştir: "Va'z etmem caiz değildir; çünkü benim kalbim henüz dünyâya: ve makamına bağlı. Bu yüzden sözüm faydalı olmaz ve kalblere tesir etmez. Kalblere te'sir etmeyen bir sözü söylemek ilimle alay etmek ve dîni hafife almak olur". Selefin sözü niçin kalbler için daha faydalıdır? sorusuna da şu cevâbı vermiştir: "Çünkü onlar İslâm'ın izzeti, nefsin kurtuluşu ve Hakk'ın rızâsı için konuşmuşlardır. Biz ise nefsin izzeti, dünyâ arzusu ve "halkı memnun etmek için konuşuyoruz'. Cüneyd Bağdadî (k.s.): Adı Cüneyd b. Muhammed Ebû'l-Kâsım el-Cezzâz’dır. Babası züccâciyeci idi. Sûfîlerin seyyidi ve imâmı olarak bilinir. Bağdad'da dünyâya geldi. Şâfî Mezhebine mensuptur. Haris Muhasibi, Seriyy Sakatî ve Muhammed b. Ali el-Kassab el-Bağdâdî ile arkadaşlık etmiştir. Attâr'ın ifâdesine göre Cüneyd, izinden gittiği ve feyz aldığı tek mercîdir. 279/908 târihinde vefat etti. Târîh-i Yâfiî'de 298/909 târihinde vefat ettiği rivayet edilmiştir. Cuma akşamı vefat edip, cumartesi günü defnedilmiştir. Senedi Cüneyd'e kadar uzanan hadîs şudur: "Resûlullah (s.a.) buyurdu: "Mü'minin ferâsetinden hazer ediniz; çünkü o, Allah Teâlâ'nm nuruyla bakar". Ve şu âyeti okudu: "İşle bunda düşünen ferâsetli kimseler için ibretler vardır'. Cüneyd'e göre Cenâb-ı Hak'tan gaflet, cehennem ateşine girmekten daha kötüdür. Ona göre arif, muhatabı sustuğu halde, onun husûsiyyetini anlıyabilen kimsedir. Cüneyd bir konuşmasında, tasavvufa lâf olsun diye değil, bilâkis dünyâyı terk etmek, aç kalarak nefsi öldürmek, alışılan ve nefse hoş gelen şeyleri bırakmak için girdiğini söyler. Ona göre tasavvuf sulh ile değil, cenk ile hâsıl olur. İrfan, Hakk'a yaklaşmaktır; birr ve ihsan yoluyla yapılan amel ve hareket değildir diyen bir adama Cüneyd: "Teklifi ortadan kaldırmak isteyen kimse, ancak böyle konuşur. Bence bu o kadar büyük bir günahtır ki, hırsızın ve zinâ edenin hâli bunun yanında pek küçük kalır. Allah'a arif olanlar, sâlih amelleri Allah'tan öğrenirler ve o hâl üzere Allah'a dönerler. Ben eğer bin sene yaşasam, birre âit ameli zerre kadar eksiltmem" diye mukabelede bulunmuştur. Ona göre Resûlullah'ın sünnetine âit olan yollardan başka, bütün yollar halka kapalıdır; yânî o yolların hiçbiri insanları Hakk'a götürmez. Ömrünü Hak zikriyle geçiren bir kimse, bir an için Ondan yüz çevirse, kaybı, o güne kadar olan kazancından daha çoktur. Cüneyd; tasavvuf yoluna sağ elde Kur'ân, sol elde sünnet olduğu halde girileceğini; şüphe çukurlarına düşmemek ve bid'at karanlıklarında kaybolmamak için bu iki meş'alenin ışığına ihtiyâç olduğunu hatırlatır. Cüneyd Bağdadi’nin Süleymâniye Kütüphanesindeki yazma risaleleri şunlardır: 1. Resâilü'l-Cüneyd, (Şehîd Ali Paşa) nr. 1374/1-3. 2. Kitâbu Duâi'l-Ervâh, (Şehîd Ali Paşa) nr. 1374/4. 3. Kitâbü'l-Fenâ, (Şehîd Ali Paşa) nr. 1374/5. 4. Risale fi'l-Ulûhîyât, (Şehîd Ali Paşa) nr. 1374/7. 5. Risale fl't-Tefsîr, (Şehîd Ali Paşa) nr. 1374/6. 6. Risale fî'l-Fark Beyne'l-İhlâs ve's-Sıdk, (Şehid Ali Paşa) nr.1374/10. Değerlendirme Soruları: 1. İlk Mutasavvıflardan İbrahim Edhem hakkında bilgi veriniz? 2. Zünnûn Mısrî’nin tasavvuf anlayışı hakkında bilgi veriniz? 3. Ma'rûf Kerhî’nin kısaca hayatından bahsediniz? 4. Seriyy Sakati, Bişr Hafi ve Şakîk Belhî’yi tasavvufi düşünce anlayışları açısından karşılaştırınız? 5. Ebû Yezîd Bistâmî’nin tasavvuf düşüncesine katkıları nelerdir? 6. Hamdun Kassâr hangi tasavvufi yolun temsilcisidir? 7. Cüneyd Bağdadî’nin tasavvuf tarihi içindeki yeri hakkında bilgiler veriniz? 11. ÜNİTE TASAVVUF KAVRAMLARI (TAHALLUK) Tasavvuf Kavramları Literatürü Tasavvuf, insanın kemâle ermesine vesile olan hâl ilmine büyük önem vermiştir. İnsanın hâl sahibi olması, Kitap ve Sünnet ışığında bazı usûl ve esasların tespitine ve tatbikine bağlıdır. Manevî olgunluğa ermek, makām ve hallerle (ahvâl) ilgili birtakım ıstılahların bilinip uygulanmasıyla mümkündür. Zira tasavvuf, günah işlemeye vasıta olan maddi ve manevî kuvvetlerin zayıflatılmasını veya iyiye doğru yönlendirilmesini amaçlar. İnsandaki kulak, göz, dil, el, ayak, karın ve tenasül uzvu gibi maddi kuvvetler, daha çok maddi günahlara; kibir, hased, gazap, riyâ, ucûb, mal ve makām sevgisi gibi manevî kuvvetler ise daha çok manevi günahlara vesile olur. Dolayısıyla insan, bunlardan uzaklaştıkça makām ve hali yükselir, onların esiri oldukça da makām ve hali aşağılara iner. Öte yandan her makām ve mertebe, bir perde (hicâb) ile diğerinden ayrılmıştır. Perdelerin bir kısmı kesif ve zulmânî, bir kısmı da latîf ve nûrânîdir. Perdeler kalktıkça, zâhirden bâtına doğru hayâl olan şeyler, müşahede ile idrak edilir ve ilâhî esrar böylece münkeşif olur. İnsanı ruhî olgunluğa ulaştıran birer vâsıta olan tasavvuf kavramları, iki maksatla kullanılıp geliştirilmiştir: (1) Anlaşılması zor konuların ehli tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak. (2) Ehil olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak. Tasavvuf kavramlarıyla ilgili bilgiler ilk tasavvuf klâsiklerinden itibaren değişik kaynaklarda yer alır. Ayrıca bu konuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Bunlardan birkaçını şu şekilde zikredebiliriz: Tasavvuf Kavramları Literatürü 1) Menazilü’s-sâirîn: Abdullah Ensârî (ö.481/1088) 2. Meşrebü’l-ervâh: Ruzbihân Baklî (ö.606/1209) 3. Istılâhâtü’s-sûfiyye: Abdürrezzâk Kâşânî (ö.730/1330) 4. Ta’rîfât: Seyyid Şerif Cürcânî (ö.816/1413) 5. Minhâcü’l-fukarâ: İsmail Ankaravî (ö.1042/1632) 6. Semerâtü’l-fuâd: Sarı Abdullah Efendi (ö.1071/1661) Kavramların Tasnifleri Kavramlar bakış açısına göre değişik şekillerde tasnif edilebilir. “Makāmlar” ve “haller” şeklinde ele alınabileceği gibi “tahalluk” ve “tahakkuk” şeklinde de incelenebilir ki biz de bu tasnifi esas alacağız. Kavramların tasnifine geçmeden önce “makām”, “hal” ve “vakit” kavramları üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Makām Makām, kulun tekrar ede ede kazandığı ve vasıf haline getirdiği âdâp ve ahlâktır. Makām çalışarak elde edildiği için kesbî; hakkı verilerek ulaşıldığı için de kalıcıdır. Bir makāmın kazanılması Allah’ın o kimsenin o makāmda ikâmet ettiğini göstermesiyle olur. Sûfiler, Kur’an-ı Kerim’de bir çok defa tekrar edilen makām kelimesinin “...Bizim içimizden her birinin bir makāmı vardır” (es-Sâffât, 37/164) âyetindeki anlamına önem verirler. Makām anlamındaki menzil kelimesinin çoğulu “menâzil” de iki âyette geçer (Yûnus 10/5; Yâsîn 30/39). Sûfînin hangi makāmda olduğunu mürşidi bilir ve ona gerekli rehberliği yapar, makāmları sıkıntıya düşmeden geçmesine yardımcı olur. Zira makāmlara takılıp kalanlar, seyru sülûklerini tamamlayamazlar. Makāmlar, Hakk’a yakınlık (kurbiyet) için ihdas edilmiş vâsıtalar olup ikiliğin ortadan kalkmasına ve sâlikin tevhid ehli olmasına vesile olur. Neticede Allah’la kul arasındaki zulmânî ve nurânî hicaplar birer birer ortadan kalkar ve sâlik öyle bir makāma gelir ki, benliğinden eser kalmaz. Bu makām, bir insân-ı kâmilin husûsî terbiyesiyle mücâhede ve riyazet neticesinde sâlikin nefsinde münkeşif olan bir hâl ve zevk olduğundan, bu sırrı başkalarının anlaması mümkün değildir. Bu nedenle “Tatmayan bilmez” denilmiştir. Bu makām, aşk makāmıdır. Makāmların sayısı hakkında beli bir sayı yoktur; onları beşli-altılı tasniflerden 1001’e kadar çıkaran sûfîler vardır. Fakat yaygın olan tasnife göre tasavvufi makāmlar on tanedir (usûl-i aşere): (1) Tövbe, (2) Zühd, (3) Tevekkül, (4) Kanaat, (5) Uzlet, (6) Devamlı zikir, (7) Allah’a teveccüh, (8) Sabır, (9) Murâkabe, (10) Rıza. Abdullah el-Ensârî el-Herevî (ö. 481/1088) sûfilerin menzilleri anlamına gelen Menâzilü’s-sâirîn adlı eserinde yüzlü tasnif (10x10) getirmiştir. Bunlar aynı zamanda tasavvufun temel ıstılahlarıdır. Bu tasnifi şöylece sıralamak mümkündür: Bidâyât: yakaza, tevbe, muhasebe, inâbe, fikir, zikir, hisam, firar, riyaset, sema. Ebvâb: hüzün, havf, işrak, huşû’, ehbat, zühd, vera, tebettül, recâ, rağbet. Muâmelât: riayet, murakabe, hürmet, ihlas, tenzih, istikamet, tevekkül, tevfîz, sıka, teslîm. Ahlâk: sabır, rıza, şükür, hayâ, sıdk, îsâr, hulk, tevazu, fütüvvet, inbisat. Usûl: kasd, azm, irâde, edeb, yakîn, üns, zikr, fakr, gınâ, makâmü’l-murâd. Edviye: ihsan, ilim, hikmet, basîret, firâset, ta’zîm, ilhâm, sekînet, tuma’nine, himmet. Ahvâl: mahabbet, şevk, atş, vecd, berk, zevk, gayret, galak, dehş, heyecan. Velâyet: lahz, vakt, safa, sürûr, sır, nefs, gurbet, gark, gaybet, temekkün. Hakāik: mükâşefe, müşâhede, muâyene, hayat, kabz, bast, sekr, sahv, ittisâl, infisâl. Nihâyât: marifet, fenâ, bekā, tahkîk, telbîs, vücûd, tecrîd, tefrîd, cem’, tevhîd. Ankaravî (ö. 1042/1623) de Minhâcü’l-fukarâ adlı eserinde bu yola benzer bir usûl takip etmiştir. Dört kapı kırk makām ifadesi de “şeriat”, “tarikat”, “hakikat” ve “marifet” kapılarının kendi içlerinde onar makāmı ihtiva ettiklerine işâret eder. Bu dört kapı ve kırk makamı geliştiren sûfî Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’dır (ö. 440/1048-49). Hacı Bektaş-ı Velî’nin (ö. 669/1270) Makâlât’ında da benzer bir tasnif yer alır. Hâl Lügatte hâl, şimdiki zaman; mâzînin nihayeti ve müstakbelin başlangıcı; oluş, bulunuş, sûret, keyfiyet ve durum manalarına gelir. Istılahta ise kulun manevî bir terbiyeden sonra, kazandığı güzel hasletlerin onda yerleşip istikrar bularak, her haliyle belli olmasıdır. Hâlin meydana gelişi, kulun irâdesi dışındadır. Hâl, ilâhî mevhibeden kalpte meydana gelen neşe, hüzün, kabz, bast, şevk, heybet, üns ve benzeri mânâlardır. Başka bir ifadeyle kulun kastı ve teşebbüsü olmadan kalbe gelen hüzün, neşe, rahatlık ve sıkıntı gibi manalardır. Haller Allah’ın lütuf ve ikramıdır ve dolayısıyla vehbî olup geçicidir, kalıcı değildir. Devamlı değişmeye müsait olduğu için de bu isimle anılmıştır. Hâl geldiğinde kul onu uzaklaştırmaya veya gelmediğinde getirmeye muktedir değildir. Bazı sûfîlere göre hâller devamlı değildir. Mesela, Cüneyd (k.s.) “Haller şimşek gibidir, bakî ve devamlı olursa hâl olmaz” der. Bazı sûfîlere göre ise haller daimidir ve bu devamlılık hâli temin eder. Hâris el-Muhâsibî de bu görüştedir. Serrâc’a göre hâl; murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, sükûn (tuma’nînet), müşahede ve yakînden ibarettir. Hâlde kemâl, cem’ ve vuslat makāmıdır. Yine ona göre hâl, zikrin safâsından dolayı kalpte hâsıl olan bir keyfiyettir. Hâli, gizli (hafi) zikir olarak vasıflandıranlar da olmuştur; zira hâl makâmât gibi mücâhede, ibâdet ve riyazet yolu değil; murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, üns, müşahede ve yakîn gibi kulda meydana gelen bir durumdur. Sühreverdî ise halin zamanla makāma dönüştüğünü söyler. Mesela, muhasebe fikri insanda zaman zaman ortaya çıkan bir haldir. Zamanla nefsin yenik düşmesiyle makām haline dönüşebilir. Vakit Vakit, mazi ile istikbâl arasındaki zaman diliminde sûfînin içinde bulunduğu ândır. Gönül dünya ile meşgul olunca “vakit” dünya; ukbâ ile meşgul olunca da ukbâ olur. Sûfîler “vakit” kavramını “ibnü’l-vakt” şeklinde kullanırlar. Bunun anlamı, sûfînin içinde bulunduğu âna göre en uygun şeyi yapmasıdır. Bir musibetle karşı karşıya kaldığında rıza ile teslimiyet gösterirse vaktin hükmüne uygun hareket etmiş olur. Kısacası sûfî, geçmişe üzülmeyi ve gelecek için telaşlanmayı bırakıp içinde bulunduğu ânı değerlendiren kimsedir. Diğer bir ifadeyle, hâlin tasarrufu altında olan ve hal tarafından kullanılan kimseye “ibnü’l-vakt”; hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise “ebü’l-vakt” denir. Makām, hal ve vakit kavramlarına kısaca bu şekilde değindikten sonra şimdi diğer tasavvuf kavramlarına geçebiliriz. Tasavvuf Kavramları Kavramlarla ilgili tercih ettiğimiz tasnif şu şekildedir: 1) Tahalluk Kavramları a) İbadet ve ahlâkla ilgili olanlar b) Seyru sülûkla ilgili olanlar 2) Tahakkuk Kavramları a) Kalbi ve vicdani olanlar b) Marifet ve bilgiye dair olanlar Bu ünitede yalnızca “tahalluk” boyutuyla ilgili olan kavramları ele alacağız. “Tahakkuk” boyutuyla ilgili kavramlar ise bir sonraki ünitenin konusu olacaktır. Her iki ünitede de kavramların tamamını ayrıntılı bir şekilde incelememiz mümkün olmadığı için ancak bazılarına temas etmekle yetineceğiz. Tahalluk Kavramları İbadet ve Ahlâkla ilgili olanlar İbâdet ve ahlâka dair olan tasavvuf kavramlarından bazıları şunlardır: İbadet, Takva, Vera’, Tövbe, Zikir, Murâkabe, İtmi’nân, Sıdk, İhlas, Sabır, Tevekkül, Şükür, Rıza, Fakr, Zühd, Kanaat ve İstikâmet. Biz bunlardan yalnızca tövbe, zikir, murâkabe, ihlâs, şükür, rıza ve fakr kavramları üzerinde duracağız. Tövbe Tövbe lügatte dönmek demektir. Istılahta ise yerilmiş fiillerden övgüye lâyık olanlara yönelmeyi, kötü huylardan, iyi huylara dönmeyi ifade eder. İşlenen günahlar kalp aynasını karartır. Bu durum Kur’an-ı Kerim ve hadislerde açıkça ifade edilmiştir: “Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir” (el-Mutaffifîn, 83/14). “Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir leke çizilir. Bırakıp tövbe ettiğinde kalp temizlenir, parlar.” (Müslim, İman 231; İbn Mâce, Zühd 29) Bedenimiz su ile gönlümüz gözyaşıyla temizlenir. Ruhumuzu arındıran şey ise tövbedir. Bina için toprak, yaşamak için gıda neyse, Melekût alemine yükselmek için tövbe odur. Tövbe, günahını terk etmenin en güzel yoludur. Çünkü tövbe özür beyan etmenin en müessir şeklidir. Allah, kulun tövbe etmesinden râzı olur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Allah sizin tövbe edişinizle, hiçbirinizin kaybettiği malı bulduğu an ferahlayamayacağı kadar çok ferahlar, mutlu olur…” (Müslim, Tevbe 7; Tirmizî, Kıyâmet 49; Deavât 99). Günahlardan rücû edip Hakk’a yönelmek, genellikle tasavvufî makāmların ilki sayılır. Hz. Peygamber (s.a.) tövbeyi “nedâmet” olarak tanımlamıştır (İbn Mâce, zühd 30). Bu nedâmet mümini kötü huylardan, İslam’ın ruhuna zıt davranışlardan sıyırıp güzel huylara samimiyetle dönmesini sağlar. “Ey iman edenler! Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün.” (et-Tahrîm, 66/8), “Ve Rabbinizden mağfiret dilemeniz, sonra da ona tövbe etmeniz için (indirildi. Eğer bu emr olunanları yaparsanız), Allah sizi, tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını verir” (Hûd,11/3) ayetleri, bize, tövbenin samimiyetle yapılması durumunda Allah’ın lütfunun geniş olduğunu anlatır. Gazzâlî, tövbenin gerçekleşmesi için kulun, günahlarını kendisiyle sevgilisi arasında bir perde olarak görmesi gerektiğini söyler. Tövbenin sağlıklı olabilmesi için mazi, hal ve istikbale ait şu üç esasın yerine getirilmesi gerekir: (1) Yapılan günahlara pişmanlık (mazi), (2) Günahlardan sıyrılmak (hal), (3) Bir daha günaha dönmemeye azmetmek (istikbal). Serî es-Sakatî (ö. 257/871) tövbeyi, “günâhını unutmandır” diye tarif ederken, Cüneyd-i Bağdadî aksine, “günâhını unutmamandır” şeklinde tarif etmiştir. Birbirine zıt gibi görünen tarifler, ayrı ayrı değerlendirildiği zaman, her ikisinin de gerçeğe uygun olduğu görülür. Çünkü birinci tarifte havas, ikincisinde ise avam kastedilmiştir. Havas dâimi zikirde bulundukları için, kalplerinde mâsivâyı barındırmazlar, günah da bir mâsivâdır. Tövbenin üç derecesi vardır: (1) Tövbe: Azaptan korkarak günahı terk etmektir. “Ey iman edenler! Samimi bir tövbe ile Allah’a dönün” (et-Tahrîm, 66/8). (2) İnâbe: Zâhirle birlikte sırrın da düzelmesidir. “Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun” (ez-Zümer, 39/54). (3) Evbe: Hakk’ın rızasını kazanmak ve sadece O’na yönelmektir. “(Resûlüm!) Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud’u, o kuvvet sahibi zatı hatırla. O, hep Allah’a yönelirdi” (Sâd, 38/17). Ebû Ali Dekkâk tövbenin dereceleriyle ilgili şu yorumu yapar: Azab korkusuyla yapılana tövbe, sevap arzusundan doğana inâbe, sırf Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak isteğine bağlı olana da evbe ismi verilir. Ayrıca insanların bulundukları derecelere göre tövbeyi üç kısma ayırmak da mümkündür: (1) Avamın tövbesi, günahlardan tövbe etmektir. (2) Havassın tövbesi, gaflet içinde geçen zamandan tövbe etmektir. (3) Ehassü’l-havâssın tövbesi ise hasenatı bir an terkten dolayı yapılan tövbedir. Tövbe kavramından zikir kavramına Tâhiru’l-Mevlevî’nin şu dörtlüğüyle geçelim: Eli boş gidilmez gidilen yere Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim Dağlar çekemezken o ağır yükü İki kat sırtımla pek güç getirdim. Zikir Zikir, unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak ve yâd etmek anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de 256 yerde geçer ve “Allah’ı anmak” ve “O’nu unutmamak”, “namaz” ve “Kur’an” gibi pek çok anlamda kullanılmıştır. Zikir kavramının geçtiği âyetlerden bazıları şunlardır: 1) “Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.” (Âl-i Imrân, 3/41). 2) “Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin ve O’nu sabah-akşam tesbih edin.” (el-Ahzâb, 33/41-42). 3) “Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (el-Cum’a, 62/10). 4) “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar…” (Âl-i İmran, 3/191). 5) “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an.” (el-A’râf, 7/205). Yukarıdaki ilk üç âyette Allah’ın çokça hatırlanması, zikredilmesi (zikr-i kesîr) istenmektedir. Zikir kavramı hadislerde de geçer: 1) “Kulum beni zikrettiği zaman Beni nasıl sanıyorsa Ben öyleyim ve onunla beraberim…” (Müslim, Zikir 6). 2) “Bir topluluk oturup Allah’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar…” (Müslim, Zikir 8). Tasavvuf erbabı, âyet ve hadislerin ışığında “zikri” tarikatların “üssü’l-esâsı” kabul etmişlerdir. Zikrin gizli veya âşikâr yapılışı hususunda farklı görüşler ve uygulamalar vardır. Doğrudan zikri emreden âyetler, Allah’ı hiç unutmamayı ve hatırdan çıkarmamayı; cehrî zikri emreden âyetler ise kalbî olarak bu noktaya gelemeyenlerin dil ile anmalarını emretmektedir. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vermişler ve icrâ konusunda değişik usûller geliştirmişler. Toplu zikre genellikle semâ’, nısf-ı kıyâm, darb-ı esmâ, devrân, hadrâ ve hatm-i hâce gibi isimler verilir. Zikir genellikle “hafî” ve “cehrî” olmak üzere iki kısma ayrılır. Genellikle silsilesi Hz. Ebûbekir’e (r.a.) ulaşan tarikatlar “hafî” zikri; Hz. Ali’ye (k.v.) ulaşanlar ise “cehrî” zikri tercih etmişlerdir. Zikrin, lafızları itibariyle de tevhid, lafza-i celâl ve esmâ gibi çeşitleri vardır. Murâkabe Murâkabe, bakma, gözetme, gözaltında bulundurma, kendi iç âlemine bakma, dalıp kendinden geçme, denetleme, kontrol etme ve bir şeyi devamlı olarak düşünme gibi anlamlara gelir. Tasavvuf ıstılahında ise kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah Teâlâ’nın muttalî olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini zikr-i ilâhîden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Başka bir ifadeyle murakabe, kötülüklerden kalbini korumak için, kişinin nefsini kontrol altında bulundurmasıdır. Allah Teâlâ’nın, her şeye kâdir olduğunu yakînen bilmek mânâsına da gelir. Bir başka tarifte ise murâkabe, diz çökmek, gözlerini kapayıp, diğer bütün şeyleri zihinden çıkarmakla, Hakk’ın ilhamına vesîle olmaktır. Cüneyd-i Bağdadî, murâkabeyi bir kediden öğrendiğini söyler. Kedinin, fare deliğinin başında oturup, kılı dahi kıpırdamaksızın, avını beklediğini gördüğü zaman, şöyle bir ses duyar gibi olduğunu ifade eder: “Ben senin matlûbun olmakta, fareden aşağı değilim. Sen de benim tâlibim olmakla kediden aşağıda olma.” Murâkabe, kalbî ve zihnî bir yoğunlaşmadır. Gönül ve kalpteki düşüncenin “Allah” zikri ve fikri üzerinde teksif edilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de bu kavramla ilgili dikkati çeken âyetler şunlardır: 1) “Allah her şeyi gözetler” (el-Ahzâb, 33/52). 2) “Süphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir” (en-Nisâ, 4/1). Cibril hadisinde geçen “ihsan” kavramı da “murâkabe” kavramına işaret sayılmıştır. Murâkabe iki yönlüdür: (1) Kulun kendi yönünden murâkabe, her nefes alış verişte kalbini denetleyerek Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmasıdır. Bu yüzden murâkabesini Hakk’a yöneltir. (2) Allah Teâlâ yönünden murâkabede ise kul, her türlü düşünce ve davranışı sırasında Hakk’ın gözetiminde olduğunu hisseder ve O’nun denetiminden asla uzakta kalamayacağını kavramış olur. Ebü’l-Abbâs Ca’fer, murâkabe, Hak Teâlâ’nın sana nazar etmekte olduğunu düşünerek kalbine gelen her tür düşünceden korunmaktır, der. Ebû Muhammed Cerîrî ise kavramla ilgili şu değerlendirmede bulunur: “Tasavvufun iki temelinden biri murâkabe, diğeri şerîatı ikâmedir. Nefis, Allah’ı murâkabe sayesinde korunur; şeriatı ikâme sayesinde de zâhir ve bâtın mâmur olur.” Gerçek murâkabe, Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet etme (ihsân) alışkanlığını elde etmeye çalışmaktır. İhlâs İhlâs lügatte, hâlis, temiz, doğru sevgi, gönülden gelen dostluk, samimiyet ve bağlılık mânâlarına gelir. İbadet ve davranışları yalnız Allah’a has kılarak yapmak ve başkaca düşüncelerden temizlemektir. İhlâs, insanların sabırlı ve dürüst olmaları için lüzumlu olan bir haslettir. İhlas riyânın zıddıdır. Kur’an-ı Kerim’de ihlâsla ilgili âyetlerden bazıları şunlardır: 1) “Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu.” (el-Beyyine, 98/5) 2) “Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (el-Kehf, 18/110) 3) "Biz sana kitabı Hak ile vahyettik. Sen Allah’a kulluk ve O’na ihlâs ile itaat et." (ez-Zümer, 39/2) 4) "De ki: Benden Allah’a ihlâs ile ibâdet etmem istenildi" (ez-Zümer, 39/11) 5) "De ki: Ben Allah’a ihlâs ile kulluk ederim" (ez-Zümer, 39/14) Kur’ân-ı Kerim’de imandan sonra bahsedilen amel-i sâlih ihlâs ile meydana gelir. İhlâs insanın kalbini saf ve berrak hâle getirir. Zira Allah, Peygamber (s.a.) in de belirttiği üzere, bizim suretlerimize değil, kalplerimize bakar. Allah Teâlâ, kalb-i selim hakkında şöyle buyurur: “O gün ne mal, ne evlât fayda verir, ancak Allah’a temiz bir kalb ile gelenler kurtulurlar”(eş-Şuara, 26/88) Sehl b. Abdullah Tüsterî’ye göre insanlara en ağır gelen amel, “ihlas”tır. Ona göre bunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd-i Bağdâdî ise şöyle der: “İhlâs kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsat etsin. Hevâ ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin.” İhlâs insanı riyâ ve vesveseden, ameli de illet ve şübheden temizler. Râbiatü’l-Adeviyye, “Ya Rabbi! Sana cehenneminden korktuğum veya cennetini umduğum için ibâdet etmiyorum. Ben ibâdeti Senin rızan olduğu için yapıyorum” diyerek, ihlasın gerçek hedefini belirtmiştir. Ebû Ali Dekkak, ihlasın gösterişten kaçmak, ve halkın nazarlarından korunmak olduğunu söyleyerek, muhlis bir kimsede, riyanın bulunmayacağını ileri sürer. Fudayl b. Iyâz ise “İnsanlar yüzünden ameli terk etmek riyadır. İnsanlar için yapılan amel ise şirktir; ihlâs her iki davranıştan da Allah’a sığınmaktır” der. Sehl b. Abdullah Tüsterî’ye nefse ağır gelen şeyin ne olduğu sorulduğunda, “İhlâstır, zira bu hususta nefsin nasibi yoktur” cevabını vermiştir. Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler Yevme lâ yenfeuda kalb-i selîm isterler. Riyâ ve ihlâs konusunda yazılan en eski eserin, Hâris el-Muhâsibî’nin “er-Riâye li hukûkillâh” adlı eseri olduğunu hatırlatarak şükür kavramına geçelim. Şükür Şükür nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve itiraf ile O’na hamd etmek ve o nimeti gösterdiği istikamette kullanmaktır. Şükür; dil, kalp ve bedenle olur: Dille şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd etmektir. Kalp ile şükür, nimeti verenin Allah olduğunu bilmektir. Beden ile şükür ise bedeni Allah’ın yasaklarından korumak ve emirlerine uymaktır. Kur’an-ı Kerim’de şükür ile ilgili geçen âyetlerden bazıları şunlardır: 1) “Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (el-Bakara, 2/152)
__________________ Büyükler fikirleri, Ortalar olayları, Küçükler kişileri tartışır.
|