Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:11   Mesaj No:11

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:8
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 3.047
Konular: 340
Beğenildi:1308
Beğendi:422
Takdirleri:9472
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar


11. Hafta

KANT Kant felsefesi için çıkış-noktası, Aydınlanma düşüncesinin Almanya'da kazandığı başlıca bir form olan Leibniz-Wolf, felsefesidir. Kant ilk bilgilerini bu felsefeden edinmiş, ilk yapıtlarını bu felsefenin anlayışı çerçevesinde yazmiş, sonra da bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne varmıştır. Bu bakımdan bir yere kadar Kant da Aydınlanma Felsefesi içinde yer alır; o da bu felsefe içinde yetişmiş, bu felsefenin sorunlarını ele alıp işlemiştir; yalnız bunları sonuna kadar götürüp, sonunda da bu düşünceyi aşmıştır. Renaissance'tan beri gelişen bir anlayışın büyük ölçüde son hesabını çıkarmakla, Kant bir dönüm noktası olmuştur: O bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar; öbür yandan da kendisinden sonraki gelişmenin birçok yönleri doğrudan doğruya ondan çıkarlar ya da dolayısıyla dönüp ona varırlar. Nitekim 19. yüzyılın ilk yansını kaplayan Alman idealizminin çıkış -noktası Kant felsefesidir; özellikle 20. yüzyılın ilk dörtte birinde önemli bir felsefe çığırı olarak beliren Yeni-Kantçılığın kaynağı yine Kant felsefesidir. Bu Kantçı çığırlara aykırı olan akımlar da, yine Kant felsefesi ile bir tartışmadan doğmuşlardır; dolayısıyla da olsa bu felsefe ile sıkı bir ilgileri vardır.

Kant’ın ilk felsefi düşüncelerini kendisinden devşirdiği Leibniz-Wolff felsefesi rationalist bir felsefedir. Rationalizm, doğru bilgiye vardıran organın, "kendisinde tümel olarak geçen kavramların, bilgiler ile kuralların yerleşik (a priori) bulunduğu" akıl olduğuna inanır. Yeniçağ'da bu rationalist anlayışın oluşmasına da, başlıca matematik flzik yol açmıştı. Renaissance sonlarından beri ilerleyip olgunlaşan matematik fizik, doğanın renkli, canlı tablosu yerine kesin matematik kavramlar konulabileceğini, canlı doğanın bir matematik oranlar şemasına geri götürülebileceğini göstermişti. Bu yoldan kesin kavramlara dayanan "doğa yasalarına" varılmıştı. Bu kavramlar matematik düşüncenin ürünleri idi; onlar doğadan türetilmemişlerdi, doğrudan doğruya zihinden çıkma idiler ve böyle oldukları halde objeye uymuyorlardı; dolayısıyla nesne ile düşünce arasında bir uygunluk vardı. Doğa ile akıl arasında bulduğu bu uygunluktan cesaret alan Aydınlanma düşüncesi bundan sonra, yalnız doğa olaylarını değil, manevi olayları da akılda yerleşik olan ilkeler ile açıklamaya girişmiş, akıl için "doğuştan" olan kavramlar ve ilkeler ile "Tanrıyı da, "iyi"yi de, "adaleti” de bileceğimize inanmıştır. Bundan da, Aydınlanma'nın "akıl dini", "akıl ahlakı" ve "doğal hukuku" doğmuştur. İnsan böyle bir akla nasıl varmıştır? Tanrısal akıldan pay aldığından varmıştır. "İlk, temel akıl" olan Tanrı, yaratması sırasında bir yandan evrene, öbür yandan da insan ruhuna sözü geçen ilkeleri yerleştirmiştir. Aydınlanma'da kullanılan bir deyişle: "ekmiştir". İşte "nesne" ile "düşünce" arasındaki uygunluk da bu yüzdendir. Onun içindir ki, evreni yaratırken Tanrı'nın ne düşünüp tasarladığını anlayabilirsek, bu "ilk düşünce”ye kadar geri gidebilirsek, evrenin yapılış ve kuruluşunu kavrayabiliriz. Leibniz yanında Newton gibi doğa arastacıları bile böyle düşünüp "Tanrı düşüncesini" bilimsel bir açıklama ilkesi olarak kullanırlar. Aydınlanma için çok tipik bir çığır olan deizmin, rationalizmin bu en aşırı biçiminin anlayışına göre, Tanrı evrenin içine matematik-mekanik ilkeler yerleştirmiştir, dolayısıyla Tanrı büyük bir mantıkçı, matematikçi gibidir; o, istese bile, evrene yerleştirmiş olduğu rationel düzene karşı gelemez; onun istenci bile bu rationel ilkelere bağlıdır. Bu anlayışta Tanrı'nın gücü artık sonsuz değildir; onun evren için şu ya da bu düzeni seçmesine aklı kılavuzluk etmiştir, dolayısıyla "akıl", "istenç"ten öncedir. Onun için, aklının kurduğu bu düzen dışında kalan bir şeyi Tanrı yapamaz, yani bu dünyada mucizenin yeri yoktur. Tanrı evreni mucizelerle değil, rationel yasalarla yönetir. Gerçi bu yasaları o kendisi koymuşta, ama bir defa yarattıktan sonra evrenin gidişine artık karışmaz olmuş, onu kendi kendine işlemeye bırakmıştır. Tanrı, kendisini işleten ilkeleri "önceden kurmuş;" olduğu doğanın aracılığı ile hükmünü yürütür. Mucizenin olması, Tanrı'nın kendi egemenliğinin araçları olan doğa yasalarına aykırı olurdu. "Tanrı" ile "doğa yasalarının" bir sayıldığı bu anlayışta, doğa, Tanrı'nın kendini göstermesidir, önceden kurulmuş olan bir uyumdur. Bundan dolayı Tanrı'nın bizi şaşırtacağından korkamayız; düzensiz, khaotik bir şey bekleyemeyiz; bu dünyada her şey yolundadır, iyidir; Tanrı'dan kötü şey gelmez.

İşte Kant, Aydınlanma’nın ana çizgileriyle belirtilen bu rationalizmini, o sıralarda Almanya'da bir çeşit "okul felsefesi" haline gelen Leibniz- Wolff felsefesi örneğinde eleştirmiştir. Leibniz-Wolff felsefesi yanında, ayrıca, Martin Knutzen'in (1713-1751) estetiği başlı başına bir bilgi kolu haline getirmesi ve ona adını takması dolayısıyla felsefe tarihinde bir adı olan Alexander Baumgarten'ın, (1714-1762) metafiziklerini de yakından tanımıştır. Baumgarten'ın "Metaphysica"sını uzun yıllar - o zamanlar adet olduğu üzere - derslerinde metin kitabı olarak kullanmıştır. Bu arada bir de, Hume'un etkisini anmalıyız. Kant, Hume'un “kendisini dogmatik uykularından uyandırdiginı” söyler.

Immanuel Kant, 1724 yılının 22 Nisan günü Doğu Prusya' da Königsberg şehrinde bir saraç ustasının oğlu olarak dünyaya geldi. Dar ve sade koşullar içinde büyüyüp yetişti, çocukluğu ile gençliği pietist etkiler altında geçti. Bu pietist öğeler, sonra Kant'ın din felsefesinde kendilerini göstereceklerdir. 1732 yılında verildiği "Collegium Fridericianum" lisesi de pietist ruh üzerinde kurulmuş bir okuldu. 1740 yılında Königsberg üniversitesinegiren Kant, burada başlıca felsefe ile doğa bilimleri okudu ve Canlı. Kuvvetlerin Doğru Takdiri Üzerine Düşünceler adlı bir fizik tezi ile üniversiteyi bitirdi. Bu ilk yapıtı ile Kant, Descartes ile Leibniz arasında fiziki kuvvetlerin matematik olarak anlatımı konusundaki ayrılığa, kendi ölçüsünde katılmiş oluyordu. Üniversiteyi bitirince, devrin birçok genç aydınları gibi, o da bir aralık özel öğretmenlik yaptı. 1755 yılında Königsberg'e döndü, magister sınavını vererek, üniversitede ders vermek hakkını kazandı. Üniversitede Kant yalnız felsefe üzerine değil, fiziki coğrafya konusunda da dersler verdi. Fiziki coğrafya onun pek sevdiği bir bilim. Birçok yıllar ders verdiği bu konu üzerinde 1755 yılında yayımladığı Genel Doğa Tarihi ve Gök Teorisi adındaki yapıtında, evrenin oluşunu (genesis) tamamıyla mekanik ilkeler ile açıklamak denemesi yapilır ve bu açıklama Laplace'ın bu konudaki teorisi ile aynı sonuçlara varır. Ancak, kitabı basan yayınevi iflas etiğinden, Kant'ın teorisi önce duyulamamış, sonra Laplace'ın (1749-1827) Kant'tan bağımsız olarak geliştirdiği teori ile birleştirilip, evrenin oluşunu açıklamada bugün de değerini yitirmemiş olan "Kant-Laplace teorisi" şeklini almıştır. Kant, 1770 yılında Duyu Dünyası ile Düşünce Dünyasının Formu ve İlkeleri Üzerine adını taşıyan ve gelişmesinde önemli bir adım olan bir tez (dissertation) ile Königsberg üniversitesine Metafizik ve Mantık Ordinaryüsü oldu ve 1796 yılına kadar ders verdi. 1770 yılında çıkan tezi, kendi kritik felsefesine doğru bir ilerleme idi; buna kadar o Leibniz- Wolff felsefesinin kadrosu içinde idi. Bundan sonra Kant on bir yıl susacak, esaslı bir şey yayımlamayacaktır. Bu susma, onun için bir hazırlanma, için için bir olgunlaşma idi; asıl kendi felsefesi olan kritik felsefenin sorunları üzerinde derinden derine bir düşünme aralığı idi. Nihayet, 1781 yılında kritik felsefenin ilk büyük gerçekleşmesi olan Salt Aklın Kritiği çıktı. Bu yapıtıyla Kant," hem kendi felsefesinin temelini kurmuş, hem de felsefe tarihinde çok çeşitli gelişmelere kaynak olacak bir çığır açmıştır. 1787 yılında ikinci basımı yayımlanan bu yapıtın hemen ardından öteki iki büyük kritiği de çıktı: 1788'de Pratik Aklın Kritiği, 1790'da da Yargı Gücünün Kritiği. Kant’ın bir bilgin olarak yetişmesinin başlıca evreleri bunlardır ve bunların dışında belirtilmeye değer bir olay da pek yoktur. Bu, çok disiplinli, çok çalışkan bir bilginin sakin, gürültüsüz geçen hayatıdır. Memleketi Doğu Prusya'dan hiç çıkmayan Kant’ın yalnız din sorunları üzerindeki bir yazısından dolayı Prusya Hükümeti ile bir çatışması var; bu da, Kant'ın uysallığı yüzünden - bir süre din konusunda yazması yasak ediliyor - kolayca yatıştırılmıştır. Bu disiplinli hayatı yaşayan insan kuru ve yavan değil; zengin bir hayal gücü var. Dostları ile yakınlarının anlattıklarına göre cemiyet insanı imiş, ince bir nüktesi varmış; nitekim popüler yazılarında da bu görülmektedir. 1801 yılı 12 Şubat günü yine Königsberg'de öldü.

Eserleri: Kant irili ufaklı birçok eser yazmıştır. Sözü geçenlerden başka şunları da analım: İlerideki bir Metafiziğe Giriş, Dünya Yurttaşlığı Bakımından Bir Genel Tarih Tasarımı, Törelerin Metafiziğine Temel Atma, Doğa Biliminin Metafizik Öğeleri, Sırf Aklın Sınırları İçindeki Din, Sonsuz Barış Üzerine, Töreler Metafiziği, Pragmatik Bakımdan Antropoloji,

Gelişmesi bakımından Kant’ın felsefesi iki döneme ayrılır: 1. Kritik-öncesi dönemi, 2. Kritik dönemi. 1781 yılında yayımlanan Salt Aklın Kritiği (ile Kant'ın kendisinin olan ve "kritisizm" ya da "kritik felsefe" denen felsefe görüşü başlamıştır. Salt Aklın Kritiği bu görüşün teorik temelini kurmuştur. Kant’ın bu temel zerinde düşünüp çalıştığı döneme, bundan dolayı "kritik dönem" denmiştir. Bundan önce Kant aşağı yukarı Leibniz- Wolff felsefesinin çerçevesi içinde düşünmektedir. Bu döneminde ilkin doğa bilimi ile ilgili konular üzerinde durmuştur. Bu yıllarında - yukarıda sözü geçenlerden başka - yayımlamış olduğu yazıların birkaçının başlıkları: "Yer, ekseni etrafında dönerken birtakım değişikliklere uğradı mı?", "Yer ihtiyarlıyor mu?", "Ateş üzerine", "Deprem üzerine". Bunların hepsinin fizik konuları olduğu görülüyor. Ancak Kant bu konuları bir fizikçi gibi değil bir filozof gibi, yani belli bir felsefe görüşü çerçevesinde ele alıp işlemiştir. Kritik öncesi döneminin ikinci kısmında Kant’ın daha çok metafizik sorunlar üzerinde, bu arada özellikle de rational teoloji soranları üzerinde durduğunu görürüz. Bu yıllarında yayımladığı yapıtlarında bir ikisinin adları: “Tanrı'nın Varlığını Tanıtma İçin Mümkün Olan Tek Kanıt. Yeni Bir Tanrı Tanıtlaması"; “Bir Spritistin Metafiziğin Rüyaları İle Açıklanmış Olan Rüyaları”. Bütün bu çalışmalarında Kant, henüz Leibniz-Wolff metafiziğine dayanmaktadır.

Kant’ın bu düşünce çevresinden ayrılmaya başladığının ilk belirtisi, Duyu Dünyası ile Düşünce Dünyasinın Formu ve İlkeleri" (1770) adlı eseridir. Bu yapıt, kritik öncesi ile ilk kritik dönem arasında bir köprü gibidir. Burada "duyu dünyası" ile "düşünce dünyası" birbirinden ayırt edilir; bu iki ayrı dünya için değerleri başka başka olan iki ayrı bilgi ileri sürülür. Buraya kadar bir yenilik yok; bu ayırma öteden beri - ta Elealılar'dan beri - var. Bu iki bilgi çeşidinden "düşünce bilgisinin" değerce üstün tutulması da yeni değil, bütün rationalistler böyle düşünür. Yenilik, Kant'ın “salt” (rein, purus) kavramını genişletmesi ile başlamaktadır. "Salt" deyince, bilen süjede bulunan, deneyden gelmemiş olan bir form öğesini anlarsak, böyle bir şeyin "düşünce bilgisinde" bulunduğu öteden beri ileri sürülmüştür: Rationalistlerin "a priori" ya da "doğuştan" dedikleri kavramlar, bilgiler, ilkeler hep "salt" öğelerdir. Kant, duyu bilgisinin de salt öğeleri olduğunu ileri sürer. İşte bu anlayış, felsefe tarihi için tamamıyla yenidir. Ona göre, duyu bilgisinin salt öğeleri uzay ile zaman'dır. Bunlar, duyu bilgisinin oluşmasının koşullandır; bunlarsız duyu bilgisi olamaz. Uzay ile zaman kavram değil, birergörü'dürler. Kavram değildirler, çünkü tek tek uzaylar, uzay kavramının altına konamazlar. Tek tek uzayların uzay ile ilintileri, parçaların bütüne olan ilintisi gibidir; tek tek uzaylar (uzay parçaları) bir ve aynı uzayın içinde yer alırlar. Zaman için de durum böyledir, uzay için söylenenlere paraleldir. Uzay ile zaman pek özel şeylerdir, kavramlarla (düşünme ile) edinilemezler, ancak görülebilirler. Örneğin sağ ile solu tanımlayamayız, ancak gösterebiliriz, dolayısıyla bunların bilinmeleri yalnız görü ile olabiliyor. Uzay ile zaman süjenin gözlükleri gibidirler; bularsız duyu dünyasını bilemeyiz. "Salt görünüm formları" olan uzay ile zaman, iki kesin bilimimizle ilişkili olmaları dolayısıyla ayrıca önemlidirler. Uzay ile ilişkili olan bilim ise matematik, özelikle de geometridir; zaman ile ilişkili olan bilim ise teorik mekaniktir. Bu iki bilimi duyarlığın iki apriori formu ile (uzay ve zaman ile) kurduğumuz için kesin olabiliyorlar. Bu "salt görü" öğretisi -duyu bilgisinin apriori formları olduğu anlayışı - sonra "Salt Aklın Kritiği"nde "Transzendentale Aesthetik" bölümünün konusu olacaktır. Bu bölümün "Salt Aklın Kritiği"nde çok özel bir yeri vardır; bir çeşit ön yapı gibidir; yapının bütününe ancak bununla girilebilir. Burada geliştirilecek olan uzay -zaman teorisi, 1770 Dissertation'un dakinin aşağı yukarı aynıdır.

Asıl kendinin olan görüşlerin ortaya konacağı kritik döneminde Kant, öteki irili ufaklı yapıtlarından başka üç "kritik" yayımlamıştır. Bunlardan ilki olan "Salt Aklın Kritiği", yalnız Kant için değil, felsefe için de yeni bir çığır açmıştır. Bu yapıt, "kritik felsefe"nin ekseni, ana dayanağıdır. Eser kendisine "bilginin ne olduğunu ve sınırlarını gösterip kritiğini yapmayı" ödev edinmekte, "şu ya da bu bilginin doğru olmak iddiaları haklı mı?" bunu ayırt etmeyi göz önünde bulundurmaktadır. "Kritik" deyiminden anlaşılan da bu "ayırt etme" işidir, bu "eleştirmedir". Eserin kuruluşu, önce, öteden beri bilinen bir mantık şemasına uygundur: ilkin bilginin öğeleri - kavramlar, yargılar, usavurmalar - incelenir, sonra yöntem öğretisi ele alınır. Yalnız bu mantık yapısına "duyarlık" ile girilir; "salt görü formları" da bilginin öğeleri arasında yer alır. Eserde başka sınıflama acılarını da buluruz. Bunlardan biri bilimler bakımındandır; önce matematik ile fizik gözden geçirilir, sonra da "bilimsel" bir metafiziğin olup olmayacağı araştırılır; burada asıl göz önünde bulundurulan, metafiziğin eleştirilmesidir. Bir başka sınıflama şeması da bilgi yetilerine göredir. Bu bakımdan bilginin oluşmasında payları olan yetiler: Duyarlık, anlık ve akıl sırasıyla ele alınarak eleştirmeden geçirilir.

Kant, aklın gördügü işi inceleyip eleştirecek yönteme, bu kendi yöntemine, yine kendisinin olan bir deyimle "transcendental" adını vermektedir. "Transcendental yöntem", şu ya da bu objeye yönelmiş olan bilgiyi değil bilginin kendisini inceleyen yöntemdir; bilginin kritiğidir, bilgi ögretisidir. "Transcendental"' deyimi, bir bakımdan da, "transcendent”in karşıtıdır: "transcendent bilgi" mümkün bilginin sınırlarını aşan bilgidir; "transcendental bilgi" ise, bu sınırları aşmayıp araştıran bilgidir. Nitekim "Salt Aklın Kritiği”nin sorunu, "insana bilgisinin yapısı ile sınırlarını araştırmaktır". Yalnız, Kant’ın burada araştırdığı, her türlü bilgi olmayıp yalnız apriori olan bilgidir. Bu çeşitli bilgi de, "duyarlığın verilerinden edinilmemiş olan" bilgidir. Kant’a göre, hem görüde, hem de düşüncede apriori olan bilgi öğeleri vardır ve onu ilgilendiren de, kesin a prioridir, yani deney ile hiçbir şekilde karışmamış olan bilgi öğeleridir. Onun a priori’ye bu ilgisi, bir yandan konuları gereği apriori bilgilerle çalışan metafiziği eleştirmeyi asıl göz önünde bulundurduğundandır; öbür yandan da apriori bilgiyi deney bilgisinden üstün saydığındandır. Çünkü a priori bilgi, “zorunlu” ve “tümel geçerliği” olan bilgidir. A priori bilgiyi a posteriori bilgiden, deneyden türemiş olan bilgiden ayıran da bu ölçüdür (kriterium). A posteriori olan bilgiler sallantılıdırlar, yani gözlemlerle boyuna düzelirler. Buna karşılık, apriori bilgiler zorunludurlar, yani deneyin, bunların başka türlü de olabileceklerini göstermesine olanak yoktur; bu çeşit yargıların zorunlu oluşu, yalnız benim için değil, bilen süjelerin tümü içindir (tümel geçerlik).

Kant yargıları önce iki bakımdan ikişer ikişer ayırır, sonra da bunları aralarında birleştirir. Bir bakımdan apriori ve a posteriori yargılar, öbür bakımdan da analitik ve sentetik yargılar ayırt edilir. Analitik yargılar yalnız kavramları "açıklayan", kavramın tanımında esasen saklı olanı "aydınlatan" yargılardır. "Cisimler yer kaplarlar" yargısında yeni bir şey öğrenemeyiz, çünkü "yer kaplama" zaten cismin tanımının içinde bulunmaktadır. Buna karşılık, sentetik yargılar bilgimizi "genişletirler", çoğaltırlar; çünkü bunlarda kavramımızın dışına çıkıp onu başka kavramlar ile birleştiririz, onunla başka kavramlar arasında bağlantılar kurarız. "Cisimler, ağırdırlar" yargısında yeni bir şey öğrenirim, çünkü "ağır olmak" cisim kavramında kapsanmış değildir; burada "cisim" kavramı ile "ağırlık" kavramını bir araya getiriyorum, onların arasında bir bağ kuruyorum. Analitik yargılar, karakterleri gereği, hep a priori'dirler, onun için a posteriori olan analitik yargılar olamaz. Buna karşılık, sentetik yargılar içinde a posteriari olanları da, apriori olanları da vardır. Birinciler, yargıların normal halidir, en çok rastlanan formudur. Yeni yeni denemeler yaparak kavram kadromuzu boyuna artırırız; bilgi kadromuzun genişlemesi, pek çok bu çeşit yargılarla olur. İkincilere gelince, Kant'ı ilgilendiren de asıl bunlardır; hem sentetik hem de apriori olan yargılardır; onun bütün araştırmasının asıl göz önünde bulundurduğu yargı çeşidi budur.

“Sentetik apriori yargı” ne demektir? Eldeki kavramın dışına çıkan (sentetik), ama buna rağmen deneye dayanmayıp apriori olan yargı demektir. Apriori bilgi de, zorunlu ve tümel-geçer bir bilgi olduğuna göre, sentetik apriori yargı da, hem bilgimizi genişleten (sentetik 8
yönü) hem de zorunlu ve tümel-geçer olan (a priori yönü) bir bilgi olacaktır. Böyle yargılar var mı? Kant’a göre var ve "Salt Aklın Kritiği"nin başlıca ödevi de, bu çeşit yargıların dayandığı temeli, geçerliklerinin nedenini bulup göstermektir.

Kant'ın ana düşüncesi şu: Bilgide kesinlik, ancak salt deney bilgisinin dışına çıkıp bu gibi sentetik apriori yargıları kullanmaya hakkımız olan yerde olabilir.

Kant bu gibi yargıların var olup olmadıklarını, "Salt Aklın Kritiği"nde ele alınıp incelenen üç bilim - matematik, fizik ve metafizik - üzerinde göstermeye çalışır. Matematik yargıların hepsi sentetiktir, çünkü bunlar salt tanımlardan çıkarılamazlar. Örneğin "Doğru, iki nokta arasında en kısa yoldur" yargısını sırf "doğru" kavramından türetemem, burada yeni bir şey söylenmektedir. Buna rağmen, bu önerme için mutlak olan bir tümel-geçerlik ileri sürerim; yani bu, deney ile bozulabilecek bir yargı değildir. O halde yalnız sentetik değil, bir de apriori'dir. Bu gibi yargılara matematik fizik de sahip olmak iddiasındadır. Örneğin "Her değişmenin bir nedeni vardır” derken bu önermedeki "değişme" kavramının içinde "neden" kavramı bulunmamaktadır. Burada "değişme" kavramımızın dışına çıkıp onunla bir başka kavram, "neden" kavramı arasında bir bağlantı kuruyoruz. Öyle ise bu yargı analitik değil, sentetiktir ve böyle olduğu halde mutlak geçerlik iddiasındadır. Demek ki, hem sentetiktir, hem de deney ile temellendirilemediğinden apriori'dir. Konusu gereği deneye dayanmayan metafiziğin yargılarının hepsi apriori'dir. Ama metafizikte de - matematik ve fizikte olduğu gibi - gerçek bilgilere varmak istersek, yalnız kavram çözümlemelerinde kalmamalı, sentetik yargılarımız da olabilmelidir. Metafizikte bu gibi sentetik apriori yargılar mümkün mü? İşte Kant için bütün dava buradadır. Çünkü "Salt Aklın Kritiği"nin ana problemi, "Metafizik mümkün müdür?" sorusudur. Kant’a göre, gerçi “dogal bir metafjzik” vardır; istesin istemesin insanın aklına metafizik nitelikte birtakım sorular dadanır; ama bilimsel bir metafiziğe henüz varılamamıştır. Bu son düşünceleri Kant: "Salt Aklın Kritiği"nin araştırdığı konuları özetleyen şu üç soruda toplar: 1. “Matematik nasıl mümkündür” 2. “Doğa bilimi nasıl mümkündür?”, 3. “Bir bilim olarak metafizik nasıl mümkündür?”. Sonuncu soruda Kant’ın demek istediği, metafiziğin bir bilim olması mümkün müdür? Ya da tıpkı matematiğin ve fiziğin olduğu şekilde bilimsel olan bir metafizik olabilir mi?

Buna göre, metafiziği güvenilir bir temele dayatmak için Kant’ın giriştiği iş, çok basit bir adımla başlıyor; çünkü bu güç problem tek bir formüle bağlanmaktadır: Apriori olan sentetik yargılar nasıl mümkündür? "Salt Aklın Kritiği" için bir çıkış noktası olan bu formülün anlatmak istediği şudur; 1. Varlığı yalnız kavramlarla kavrayamam. Yalnız kavramlarla çalışan klasik rationalizm, örneğin “ruhun ölümsüzlüğünü” şöyle tanıtlar: Ruh maddi olmayan bir tözdür, maddi olmadığı için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez, bölünmeyince de yok edilemez, dolayısıyla ruh ölümsüzdür". Bu tanıtlamada “çelişmezlik ilkesi”ne dayanılmaktadır; başka bir deyişle: önce eldeki kavramın bir tanımı yapılıyor, sonra da bundan kendisiyle çelişik olmayan sonuçlar çıkarılıyor. 2. Kant’a göre, böyle salt düşüncenin içinde kapanıp kalmış bir mantığı bırakıp objelere, "mümkün deneye" uzanan bir mantık, bir transcendental mantık (salt düşüncenin bölgesini aşıp öbür yana geçen) bir mantık geliştirmelidir (Kantta “transcendental” deyiminin bir anlamı da budur)

3. Bir şey bilmek istersem kavramlarımı görünün salt formları ile duyu verilerine bağlamalıyımdır. Sadece salt olan görüşler, kavramlar ve yargılar ile bir şey elde edemem. Burada da salt formların ötesine bir geçiş (transcendere) gerektir. Kısaca objelerle ilgiler kurmuş kavramlarımız olmalıdır.

Demek ki, apriori olan sentetik yargılar, bir yandan yalnız duyuların (duyarlığın), öbür yandan da yalnız düşüncenin (düşünmenin) sağladığından başka türlü olan bilgilere bizi vardırmaktadırlar. Bu çeşit bilgi deneyden gelemez, yoksa ona apriori diyemezdik. Bu bilgi deneyden bağımsızdır ama her türlü deneyin temelidir, altyapısıdır; ancak bu türlü bilgi deneye sağlam bir bağlantı kazandırabilir. Örneğin sentetik apriori bir yargı olan şu "Her olayın bir nedeni vardır" önermesi, indüktif olarak temellendirilemez; onun için apriori'dir. Ama bu önermenin geçerliği varsa, o zaman deney dünyasındaki en küçük bir olay bile bir nedenler zinciri içinde yer alır; bununla da deney dünyası düzenli bir bütün haline getirilmiş olur.

Şimdi Kant’ın kesin bilginin tek kaynağı saydığı bu sentetik apriori yargılarla doğa adını verdiğimiz fenomenler dünyasını bilgide nasıl kurduğumuzu, yani fizik denilen bilimin "nasıl mümkün olduğunu" ana hatları ile görmeye çalışalım. Öteden beri alışılmış olan bir anlayışın tersine olarak Kant, duyu bilgisine temel olan intellektüel bir bilgi kabul eder. Çünkü ona göre, bizim deneyden önce olan birtakım ana kavramlarımız (kategorilerimiz) var; biz bunları deneyin içine yerleştiririz; deney ancak bu salt kavramlar ile bir düzen kazanıp bir bilgi olur. Kategoriler deneye form bakımından bir çerçeve sağlarlar. "Yeşil'i duyumluyorum" yerine, “Bu yeşil bir şeydir” demeye olanak verirler. Kategoriler objektif aprioridirler, yani objeye uyan apriori formlardır. Deneye düşüncenin salt formları bir düzen kazandırıyor, çünkü – Kant’ın kendi deyişiyle - anlığın (intellekt) "kendiliğindenliği", duyarlığın ise "alırlığı" vardır. Başka türlü söylendiğinde bilgide etkin olan yön anlık, edilgin olan yön de duyarlıktır veancak bu iki bilgi yetisi bir araya gelip birlikte çalıştıklarında bilgi oluşur. Bu anlayışını Kant, şu tanınmış formül ile dile getirmiştir: "Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür". "Salt Aklın Kritiği"nin başlıca düşüncelerinden biri ve Kant’ın bilgi konusunda bir temel anlayışı olan bu formülün demek istediği şudur: içerikleri olmayan, yani içleri görü ile (duyusal öğe ile) dolmamış olan kavramlar, içleri boş birer kabuk gibidirler. Kavramsız görüler ile de bir şey kavranamaz, günkü bu duyu öğeleri yalnız başlarına şekilsiz bir yığındırlar. Deney sadece a posteriori (duyusal) verilerden ibaret olsaydı, hiçbir formu olmayan bir sıvıya benzer, dolayısıyla kavranamazdı. Bu formsuz sıvıyı ancak önceden hazır olan (a priori) bir kap (anlığın salt formları, kategoriler) içine yerleştirmekle kavrayabiliriz. Onun için Kant, "formel mantık" gibi salt anlığın içinde kapanıp kalmayan, tersine, dışarıya çıkıp objeler alanına mümkün deneyin dünyasına uzanan bir "transcendental mantık" geliştirir. Yalnız, bu mantık "mümkün olan deneyde" durup kalır, bunun ötesine geçerek "nesnenin kendisine" kadar uzanmaya kalkmaz, yani "transcendent" değildir. Bilginin intellektüel bir temel üzerinde oluştuğu düşüncesini Kant, “Salt anlık (intellekt) fenomenlere yasalarını dikte eder” sözü ile anlatmaya çalışmıştır. O zamana kadar bağlı kalınan bir anlayışı altüst eden bu düşüncesini Kant "Kopernikus devrimi"ne benzetir. Çünkü öteden beri, düşünmenin kendini objelere göre ayarladığı, yani nasıl düşünmesi gerektiğini anlığa objelerin dikte etiği ileri sürülüyordu. Şimdi Kant, bu oranı tersine çevirerek "objelere formlarını salt anlık dikte eder" demektedir.

Doğa bilgisinde mümkün deneye, uzay ile zaman’dan başka, birtakım apriori formlar, Kant’ın deyisiyle kategoriler aktararak, deneyin dağınık verilerini ve çeşitliliğini bunların içinde derleyip topluyor, birleştirip düzenliyoruz. Kategorilerin gördüğü iş, deney verilerini birbirine bağlamak, birleştirmek işidir, bir synthesis'tir. Böyle bir görevleri olan kategorileri Kant, Aristoteles'ten beri gelen "Yargılar çizelgesi"ne paralel olarak türetir ve bu çizelgedeki 12 yargının her birinin karşısına belli bir kategori koyar. Bu da, bizi deney verilerini 12 bakımdan birbirine bağlıyoruz, deneyin ham malzemesini bu 12 kategoriye göre şekillendiriyoruz demektir. Burada, doğa bilgimizin nasıl şekil kazandığını en kestirmeden gösterecek tek bir kategoriyi örnek olarak görelim: Yargıları bağıntı (relation) bakımından aldığımızda, bunların arasında "kategorik" denilen bir yargı formu vardır. Bunu karşılayan kategori, "töz ve ilinek" (substantia et accidens) kategorisidir. Örneğin “Kar eriyor” önermesinde konu olan "kar", bir nesnedir; bir “şey”, bir “nesne” olarak da deneyde yoktur; deneyi sadece gözlemeden çıkarılamaz; düşüncenin bir salt formunu (bir apriori kategoriyi, burada töz-ilinek kategorisini) önceden deneyin içine yerleştirmemiş olsaydık böyle bir "şey" olmayacaktı.

Anlığın salt kavramları (kategoriler) yanında doğa bilgimizi kurmada payı olan ikinci etken de, salt yargılardır. Bunlar da fenomenlerin düzenlenmesine yararlar. Örneğin "Doğada tözün (maddenin) miktarı ne azalır, ne çoğalır" yargısı fenomenleri bir düzen içinde birleştirmekte, onlara bir bağlantı, bir form kazandırmaktadır. Salt yargılar ile de doğa yasalarını kurarız. Bütün bunlarla da, fenomenlerin şekilsiz çokluğu şekli ve birliği olan bir düzen haline gelmektedir. Çünkü önce, "töz-ilinik kategorisi" ile "nesne" (şey, madde) denilen birlik meydana geldi, sonra da bir salt yargı ile "nesneler" arasında bir “bağlantı”, bir "birik" kuruldu. Bunların olmasıyla da, "doğa" dediğimiz şey meydana gelmiş oldu. Çünkü "doğa", birtakım "nesneler" ile bunlar arasındaki "bağlantılar"dan (yasalar) ibarettir. İşte bütün bunlar, anlığın bir birleştirme, bir bağlama, yapısında yerleşik olan (a priori) bir sentez yeteneği sayesinde olmaktadır. Bu synthesis de apriori olduğu için, doğa bilgimiz de kesin olabiliyor; çünkü zorunlu ve tümel geçer olması a priori'nin ayırıcı niteliğidir.

Düşüncenin yapısını inceleyen "Transzendentale Logik"in birinci bölümünde (Transzendentale Analytik) Kant, fiziğin bilgi teorisini geliştirdikten sonra, ikinci bölümünde (Transzendentale Dialektik) eserin asıl maksadı olan metafiziği daha doğrusu 18. yüzyılın rationalist (Leibniz-Wolff) metafiziğini eştirmeye geçer. "Duyulur-qlmayan"ın, "duyulur-üstü"nün bir bilimi olmak istek ve iddiasında olan bu metafiziğin üç ana konusu vardır: Ruh, evren, Tanrı. İşte Kant da, metafiziği incelerken bu üç konunun eleştirmesini yapacaktır. Onun burada göstermek istediği şudur: Akıl ile aklın sonuç çıkarmaları ve metafizik arasında içten bir bağlantı vardır. Çünkü akıl, yapısı gereği, metafiziğin üç büyük konusu ile ilgili olan bir takım sonuçlar çıkarır. Kant’a göre, sağlam bilgi ancak deney verileri ile a priori form öğelerinin karşılaştıkları, birbirleriyle kaynaştıkları yerde meydana geliyordu. Bundan dolayı, metafizik de anlığın başlatmış olduğu "birleştirmeyi" sonuna ("mutlak", "koşulsuz" olana) kadar götürürse - istediği de budur - olumlu bir şey yapmış olur. Kant, böyle bir şeyi denemek, insan aklının yapısı gereğidir der ve metafiziğin insanda "doğal bir yatkınlık" olarak bulunduğunu söyler. Bizim bilgi yetimiz öyle yapılmıştır ki, bu son synthesis denemesine hep girişiriz, bununla da varlığın "son sorunlarını çözebileceğimizi umarız. Ancak, Kant göstermek ister ki, bu yolda kesin olarak hiçbir şey bilemeyiz; bu yolda karşımıza çıkan her şey ancak bir kuruntu, bir hoş görünüştür ve akıl ister istemez bu kuruntulara düşer. İşte aklın eleştirmesini yapmaktan maksat da onun bu yolda nasıl yanılmakta olduğunu ortaya çıkarmaktır. Onun için "Transzendentale Dialektik" yanlış düşünmenin mantığıdır, yanlış sonuç çıkarmalar öğretisidir.

Yapısı gereği boş görünüşlere kapılan akıl "ilkeler" (arkhe) yetisidir. Aklın "ilkelerine" ya da "kavramlarına" metafizik objeler, yani deneyin ötesinde bulunan objeler karşılıktırlar. Aklın bu kavramlarına da Kant "ideler" adını verir. "İde", Kant’a göre, duyuların kendisine karşılık olarak bir şey sağlayamadıkları zorunlu olan bir "salt akıl kavramıdır. "Mümkün deneyin" dünyasında idelere karşılık olacak bir obje yok, çünkü buradaki her şey zorunlulukla "koşullu olan" bir şeydir. Bundan dolayı fenomenler ülkesinde "koşulsuz olana", "mutlağa", yani idelere rastlayamayız. Kant, pratik ideleri bir yana bırakarak yalnız üç teorik ideyi: ruh, evren ve Tanrı idelerini eleştirir. Burada yalnız "evren idesinin" (cosmologia rationalis) kritiğini görelim: Evrenin bütününü bilmek iddeasında kozmolojik ide de, salt aklın öteki kavramları gibi "mutlak", "koşulsuz" olanı anlatır, dolayısıyla da mümkün deneyin ülkesinde, yani fenomenler dünyasında kendisine karşılık olan bir şey yoktur. Ama, Kant’a göre, deneyin üstüne yükselmeye kalkan düşünce, zorunlu olarak gelişmelere düşer ya da Kant’ın kullandığı bir deyimle söylersek birtakım antinomiler ile karşılaşır. Kosmolojik ideleri de düşünmeyi deneyince, ister istemez, çelişmelere düşeriz. Bu yanlış düşünme, düşünmede yanlış bir yol tutma yüzünden olmuyor. Yanılmadan kaçınmanın yolu eninde sonunda bulunabilirdi. Burada gelişmenin kendisinden kaçınamıyoruz, çünkü antinomiler aklın yapısı ile ilişiklidirler. Bundan dolayı onları ortadan kaldıramıyoruz. Kant'a göre, bizi antinomiler karşısında bırakan dört tane kosmolojik ide vardır. Bunların problemleri şöyle formüllenebilir: 1. Evrenin başlangıcı ve sınırı sorunu (Evrenin zamanda bir başlangıcı, uzayda bir sınırı var mı?, yok mu?). 2. Maddenin yapısı sorunu (Maddenin artık bölünemeyen son parçaları - yani atomlar - var mı?, yok mu?). 3. Özgürlük sorunu (Nedenler zincirinde geriye doğru gidersek, sonunda artık kendisinin bir nedeni olmayan, yani özgür olan bir varlığa varılabilir mi, varılamaz mı?). 4. Tanrı sorunu (Evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık var mı? Yoksa rastlantılı bir varlık mı?).3 Kant'a göre bu sorunların hem tezlerini, hem de antitezlerini aynı kesinlikle tanıtlayabiliriz. Başka bir deyişle: bu soruları olumlu olarak da, olumsuz olarak da yanıtlayabiliriz. Hem "evrenin başlangıcı ve sınırı vardır", hem de "evrenin başlangıcı ve sınırı yoktur" diyebiliriz; hem "madde artık bölünemeyen son parçalardan kurulmuştur", hem de "madde sonsuzluğa kadar bölünebilir" diyebiliriz; hem "evrende özgürlük vardır", hem de "evrende ancak zorunlu-nedensel bir bağlantı vardır" diyebiliriz; "hem evrende zorunluluk vardır", hem de "evrende rastlantılar egemendir" diyebiliriz. Ama, birbirlerine karşıt olan iki önermenin ikisini de doğru saymakla, ister istemez çelişmeler düşmüş, antinomilere saplanmış oluruz. Sözü geçen bu antinomilerden yalnız üçüncüsü, yani özgürlük antinomisi üzerinde duracağız. Kant'ın da en çok önem verdiği bu antinomidir. Çünkü bu antinominin
göz önünde bulundurduğu, istenç özgürlüğü sorununu çözmektir. Kant, sonunda, insanın maddi yönü ile, yani bedeni ve içgüdüleriyle fenomenler dünyasına bağlı olmasına rağmen, yine de özgür olabileceğini kabul edecektir. Buradaki sorun, nedenselliğin koşulsuz geçerliği antinomisidir. Kant bu "özgürlük antinomisini" şöyle formüller: Tez: "Evrende özgürlük ile olan bir nedensellik vardır". Antitez: "Evrende özgürlük yoktur, burada her şey, ancak doğa yasalarına göre olup biter". Kant’a göre, doğa olayları için kullandığımız nedensellik, evrendeki bütün olayları açıklayacak tek nedensellik olamaz. Bu evren çerçevesinde öyle olaylar var ki, bunlar için bir başka çeşit nedenselliği, "özgürlük ile olan" nedenselliği ele almalıdır. Burada göz önünde bulundurulan, bir nedenler dizisini başlatan ilk neden'dir ve bundan da iki şey anlaşılmaktadır: 1. Evrenin bir "ilk nedeni" vardır; ona artık bir nedeni olmadığından özgür diyebiliriz. Nedenler zinciri onunla başlamıştır; o bir başlatıcı nedendir, nedenler zinciri geriye doğru gidilirse, o "mutlak olana" varılabilir. 2. Bu evrendeki olayların artık hareket halinde bulunan serisi içinde de "başlatıcı nedenler" (özgür nedenler) ortaya çıkabilir. Bununla da Kant, özgür süjeleri amaçlamaktadır, istediği de istenç özgürlüğü sorununu aydınlatmaktır. Kant antinomileri çözme denemesinde 1. ve 2. antinomiler için ne o-ne sonucuna varır; yani ne tez, ne de antitez haklıdır. 3. ve 4. antinomilerde ise: hem o-hem der; yani hem tez, hem de antitez haklıdır. Bundan sonra da birbirlerini kesin olarak dışlayan birinci grup antinomiler için üçüncü bir olanak bulunur: Evren sonludur, ya da sonsuzdur; madde bir yere kadar bölünebilir, ya da sonsuzluğa kadar bölünebilir demenin bir anlamı yoktur. Yapılacak şey: Koşullar zinciri boyunca yürüyüp "mutlağa" varacağımızı ummaktır. Çünkü koşullar (nedenler) dizisinin bütünü (evren) bize hazır olarak verilmiş değildir; bize ancak bu diziyi kurmak bir ödev olarak verilmiştir. Bu ödevi de, ancak koşuldan koşula ilerleyerek yerine getirebiliriz; yalnız, bu ilerleme, bir "geriye doğru gidiş"tir. Deney dünyasını kurmada (konstitutif) anlığın bir kural olarak kullandığı regressus idelere uygulanınca ideler "yönetici" (regulatif) ilkeler olurlar. Başka bir deyişle: İdeler, anlığın sentezi ileriye götürülürken kendilerine yönelinecek noktalardır, regressus'u daima daha ileriye götürmeyi buyuran ilkelerdir.

Dört kosmolojik antinominin çözülmesinde dayanılan bir temel de, “görünüşler” ile “şeyin kendisi”, ya da fenomen ile numen arasındaki ayrımdır. Numen, özü gereği bilinemez; biz nesnelerin ancak bize göre oluşlarını, yani yalnız görünüşlerini biliriz, ama onları oldukları gibi bilemeyiz. "Görünuşler" (fenomenler) deyince, bunların arkasında bir şeyin bulunmakta olduğunu da, doğal olarak tasarlarız. İşte "şeyin kendisi" (numen) fenomenlerin ötesinde diye tasarladığımız şeydir, dolayısıyla da tamamıyla belirsiz ve bilinemez olan bir şeydir; ancak bir sınır kavramıdır.

Anlığın (intellekt) salt formlarının (kategoriler) kullanılması bu sınırda sona ermeli, transcendent olmamalıdır; yani kategoriler yalnız fenomenlere uygulanmak, fenomenler dünyasının dışına çıkıp bunu aşmamalıdır. "Şeyin kendisi" (numen) kavramı, bilgimizin sınırını gösteren bir kavramdır.

Kant, "evrenin başlangıcı ve sınırı" ile "maddenin yapısı" sorunlarındaki antinomileri çözmek denemesinde, "boyu sıra gideceğimiz nedenler dizisi numenler olsaydı, bu antinomileri çözemezdik" diyor. Oysa bunlar uzay ve zaman içinde bulunan fenomenlerdir; dolayısıyla da bunlar, bilme olanaklarımız içine girerler. Buna karşılık "özgürlük" ve "Tanrı" idelerinin antinomilerini çözmeyi denerken Kant öyle birtakım duşunceler ileri sürer ki, bunlarla artık fenomenler dizisi dışına çıkıp, büsbütün başka bir alana, ancak "akılla kavranan" (intelligible) bir dünyaya gireriz. İşin içine ahlaki kaygılar karıştığından, Kant’ın buradaki tutumu teorik bakımdan pek tutarlı, olamıyor. Kant, evren çerçevesindeki bütün olayları tek bir nedensellik ile açıklamanın gerekli olmadığını, doğadakinin yanında bir de "özgürlük ile olan" bir nedenselliğin de düşünülebileceğini söylüyordu. Burada onun istediği, "özgürlüğü tanıtlamak değil, ancak özgürlüğün çürütülemeyeceğini de göstermektir". Çünkü fenomenler, birer numen olsaydı özgürlük kurtarılamazdı, "doğa" dediğimiz varlık bilgimizden bağımsız olsaydı, özgürlüğü kurtarmayı umamazdık; o zaman bu dünyadaki her şey kesin bir zorunluluk içine yerleşmiş olurdu. Ama durum böyle değil de, doğanın objeleri salt fenomenler ise, salt kendi bilgi formlarımız ile kurduğumuz şeyler ise, o zaman arka planda özgürlük diye bir şeyin ortaya çıkacağını bekleyebiliriz. Kant’ın burada göz önünde bulundurduğu, yalnız, bir nedenler dizisini başlatan insandır. Onun için, buradaki sorun, hemen bir istenç özgürlüğü sorunu olur ve istenen de, doğadaki nedensellik tek nedensellik olarak alınırsa, ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıya kalınacak olan istenç özgürlüğünü kurtarmaktır.

İstenç özgürlüğü de, ancak ahlaki bakımdan kurtarılabilir. Çünkü her şey nedenlerle sımsıkı belirlenmiş olsaydı, insanın karşısına ahlaki istekler ile çıkılamazdı; onu suçlayamaz, ayıplayamaz, sorumlu tutamazdık; o zaman insan nedenler zincirinde istençsiz bir halka olurdu. İşte bu yüzden Kant, insan iki dünyaya da bağlı olan bir yaratıktır diyor. İnsan bir yandan fenomenler dünyasına, "duyulan dünya"ya, öbür yandan numen dünyasına, "düşünülen dünya"ya bağlıdır. İnsan-bedeni, itilim ve eğilimleri ve psişik güdüleri ile fenomenler dizisi içinde yer alır; ama bir yandan da bir nedenler dizisini kendiliğinden başlatmak gücündedir. Kant’a göre, insanın doğal nedenler zinciri dışında birtakım şeyler yapabilmesi, bu düşünceye vardırmaktadır. insanın hayatında gereklilik diye bir olgu var ki, böyle bir şeyi doğada bulamıyoruz. Gereklilik de bir çeşit zorunluluk, bir çeşit yasadır; ama doğadakinden büsbütün başka türlü olan bir yasadır (Burada, ilk defa olarak, kategorik imperatif ile karşılaşmaktayız). Böylece Kant, iki türlü özgürlük kavramı geliştirmiş oluyordu. Kozmolojik bakımdan özgürlük - bir nedenler dizisini kendiliğinden (spontan) başlatmak gücü. 2. İstenç özgürlüğü - duyarlığın bütün etkilerinden kurtulmuş olmak ve insanın nedensellikten başka olan "gereklilik" yasasına bağlı olması.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla