Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 17:34   Mesaj No:3

enderhafızım

Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sistematik Kelam [Ünit 09 Ders Özeti] (Dokuz Eylül)

Soru 1: İslam toplumunun birlik ve bütünlüğünün siyasi ve sosyal açıdan bozulmasının sonuçları nelerdir?
Cevap 1: . Söz konusu farklılıklar zaman içerisinde İslâm toplumunda bazı fitnelerin ve Müslümanların arasında kargaşanın vücut bulmasına yol açmıştır.
İslâm toplumunun birlik ve bütünlüğünün hem siyâsî hem de sosyal açıdan bozulmasının sonuçlarından biri de, kimin mümin olduğu yolundaki tartışmaların oldukça hararetli bir şekilde yaygınlık kazanmasıdır. Tarihî ve sosyal gerçekliğe tekabül eden bu durumlar, zaman içerisinde Kelâm ilminin konusu haline gelmiş, imanın tanımı ve mahiyeti hakkındaki değerlendirmeler teorik olarak ele alınmaya başlanmıştır
Soru 2: Kelam ilmi terminolojisinde ise, iman kavramının tanımı ve onu oluşturan unsurlar nelerdir?
Cevap 2: a) İman, kalbin bilgisi/mârifetidir.
b) İman, dil ile ikrardır
c) İman, kalp ile tasdiktir
d) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrardır
e) İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel etmektir.
Soru 3: İman, kalbin bilgisi/marifetidir, kabul edenlerin görüşü nedir?
Cevap 3: Bu görüşü kabul edenler, imanın, iman konusu olan şeyler hakkında kalpte oluşan bir bilgi olduğunu, tasdik olmaksızın böyle bir bilginin iman için yeterli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cehmiyye’nin kurucusu Cehm b. Safvan (128/745), Mürcie’den Ebu’l-Hüseyin es-Sâlihî (168/785) ve bazı Şiî grupların bu görüşü paylaştıkları aktarılmaktadır

Soru 4: İman, kalbin bilgisi/marifetidir,karşı çıkanların görüşü nedir?
Cevap 4: İmanın bu şekilde tanımlanmasına karşı çıkanlar, “Kendilerine kitap verdiklerimiz, peygamberi kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler” (Bakara, 2/146) âyet-i kerîmesini delil getirerek, imanın sadece bir bilme işlemi olmadığını söylemişlerdir. İmanın, bilgi ile ilişkisinin bulunduğu ve onun üzerine bina edildiği hemen herkesin kabulü olmakla birlikte, iman etmede insan iradesinin taşıdığı rolü, bilgi kavramının tek başına ifade etmesi mümkün olmadığından, bu şekilde tanımlanması doğru değildir.

Soru 5: İman, dil ile ikrardır,görüşü nedir?
Cevap 5: İman, dil ile ikrardır. Muhammed b. el-Kerrâm tarafından kurulan Kerrâmiye fırkası ile bazı Mürcie taraftarları, imanın sadece dil ile tasdik olduğu görüşündedir. Bunlara göre, bir kişi, kelime-i tevhidi söylüyor ve inanılması gerekenleri dili ile ikrar ediyorsa, mümindir. Kalbinde, bundan farklı bir inanç olsa bile böyledir. Dolayısıyla onlar açısından iman, Müslüman toplum tarafından mümin olarak kabul edilme anlamına gelmektedir. Bununla birlikte Kerrâmiye’ye göre, dil ile ikrar kişinin, münafık bile olsa, mümin olarak kabul edilmesini sağlasa da, bu durum onun âhirette cehennemden kurtulması için yeterli değildir

Soru 6: İman, kalp ile tasdiktir, görüşünü kimler benimsemiştir?
Cevap 6: . Eş’arî ve Mâtürîdî kelamcıların hemen tamamı bu görüşü benimsemektedir. Onlara göre iman, kalbin inanılan şeyin gerçekliğini onaylaması, doğruluğunu kabul etmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla iman kavramına Arap dilindeki kullanımına uygun olarak mana verilmiş olmaktadır. Bununla birlikte imandaki tasdik, özel bir alanla ilişkilendirilerek, “ALLAH Teâlâ katından getirdiği zarurî olarak bilinen hususlarda Hz. Peygamber (sas)’i tasdik” şeklinde tarif edilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamcıları, imanı meydana getiren ana unsurun kalbin tasdiki olduğunu belirtmekle birlikte, dil ile ikrar ve bedenen yapılan amellerin, ondan tamamen bağımsız olduğu görüşünü doğru bulmazlar. Onlara göre dil ile ikrar, bir kişinin mümin olarak kabul edilmesi ve ona dünyada iken nikâh, miras, cenaze gibi işlemlerde Müslüman hükümlerinin uygulanabilmesi için şarttır. Namaz, zekât, oruç, hac gibi ALLAH Teâlâ’nın emirlerinin yerine getirilmesi veya zina, hırsızlık, dolandırıcılık gibi yasaklarından uzak durma şeklinde gerçekleştirilen ameller ise, imanın meyvesi ve neticesi olarak görülmüştür. ALLAH’ın emir ve yasaklarına riayet etmesi, kişinin mümin olmasının bir gereğidir; ancak imanın tanımına dâhil değildir. Bundan dolayı söz konusu amellerde kusur gösterenler iman dairesinden çıkmış olmazlar. Dolayısıyla onlara göre böyle bir durumda olan kişi, küfür ile itham edilmez; günahkâr bir mümin olarak kabul edilir.

Soru 7: İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrardır, görüşünü kimler benimsemiştir?
Cevap 7: . İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve onun yolunda giden bazı Hanefî fakihlerin benimsediği bu yaklaşıma göre tasdik, imanın esasını oluşturan unsurdur. Ancak Arap dilinde tasdik, kalp ile olduğu gibi, dil ile de ilişkilendirilmektedir. Buna bağlı olarak tasdikin, herhangi bir engel bulunmadığı durumlarda, her ikisiyle de gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Kalp ile tasdik, kişide her halükarda bulunması gereken bir rükündür; dil ile ikrar ise, fiziksel bir engel veya zorlama altında geçici olarak bulunmayabilir. Ancak hiçbir engeli bulunmadığı halde imanını dil ile ifade etmeyenlere mümin denmez. Çünkü bu durum, inat etme, ayak direme olarak algılanmaktadır.
Ebû Hanîfe, tasdikin kalp ve dil ile gerçekleşmesi halleri üç sınıfta toplamaktadır. Buna göre, kalbinde tasdik bulunup bunu dili ile ifade edenler, hem ALLAH Teâlâ katında hem de insanların yanında mümindir. Kalbinde tasdik bulunduğu halde, bunu dili ile yerine getirmeyenler, ALLAH katında mümin olmakla birlikte insanların nazarında mümin kabul edilmez. Kalbinde tasdik olmadığı halde dili ile iman ikrarında bulunan kişi ise, Müslümanlara göre mümin kabul edilse de ALLAH katında münafıktır. Çünkü insanlar onun kalbinde olanı bilemezler, bilmeleri de gerekmez.
Soru 8: İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel etmektir görüşünü kimler benimsemiştir?
Cevap 8: . Bu görüşü Hâricîler, Mu’tezile, Zeydiyye, Ashabu’l-Hadîs/Selefiyye ve bazı Sünnî fakihler benimsemektedirler. Amelin imana dâhil bir rükün olarak kabul edilmesi hususunda hepsinin ortak bir kanaati olmakla birlikte, imanın oluşması ve bozulması durumlarıyla ilgili olarak birbirlerinden farklı hükümler ileri sürmüşlerdir.
Hâricîlere göre, imanın tanımında yer alan amel rüknünde ortaya çıkan bir kusur, yani kişinin ALLAH Teâlâ tarafından emredilenleri terk etmesi veya yasaklanan fiilleri işlemesi, onu imandan çıkarır. Böyle bir kişi hakkında verdikleri hüküm, küfürdür. Onlara göre büyük günah işleyenlerin tamamı kâfir olduğu gibi, bazı Hâricîler küçük günahları işleyenleri de kâfir saymaktadırlar. Onlar kendi görüşlerini desteklemek amacıyla şeytanın ALLAH Teâlâ’yı bilmesi ve rab olarak kabul etmesine rağmen Hz. Âdem (as)’e secde etme emrini ihlal etmesi sebebiyle kâfir olması kıssasını hatırlatırlar. (bkz. Mehmet Bulut, “İman ve Mahiyeti”, s. 41).
Mu’tezile’ye göre amel, imanın tanımına dâhil bir rükündür. Hatta onlardan bazıları, farzların yanı sıra nafilelerin de iman kapsamında yer aldığı görüşündedir. Buna göre, ibadetlerinde kusur gösteren veya büyük günah işleyen kişinin imanı makbul bir iman değildir. Mu’tezile de Hâricîler gibi, bu durumdaki birinin imandan çıkmış olduğunu benimserler. Ancak onlardan farklı olarak, bu kişinin küfre girmediğini, ikisi arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğunu ileri sürerler. Bu durumdaki kişinin ismi mümin de değildir, kâfir de. Ona fâsık denir. Fâsık olan, dünyada mümin muamelesi görür, ancak tevbe etmeden ölecek olursa âhirette kâfir konumunda bulunacaktır. Diğer kâfirler gibi ebedî cehennem cezasına müstahak olacaktır.
Başta Ahmed b. Hanbel (241/855) olmak üzere Ashâbu’l-Hadîsin önde gelen isimleri ve İmam Mâlik (179/795), İmam Evzâî (157/774) ve İmam Şâfiî (204/819) gibi Sünnî bazı fakîhler ise, amelin imana dâhil bir rükün olduğunu kabul etmelerine rağmen, bu alanda ortaya çıkan kusur sebebiyle kimsenin imandan çıkmayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Onlar da Ehl-i Sünnet kelamcıları gibi, büyük günah işleyenleri ya da dinî emirlere itaatte kusur gösterenleri günahkâr mümin olarak isimlendirmişlerdir. Bu durumda bulunan birisinin, âhirette ALLAH Teâlâ tarafından affedilmesini ummakla birlikte, yaptıklarından dolayı cezalandırılmasından korktuklarını ifade etmişlerdir. Diğer bir ifadeyle böyle bir kişinin âhiretteki durumunu ALLAH’a havale etmişler, imanı sebebiyle ebedî olarak cehennemde kalmayacağını, ancak günahları münasebetiyle, ALLAH Teâlâ affetmeyecek olursa, cezası miktarınca cehenneme girebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu son görüş aslında, hadîs ehlinin yanı sıra Ehl-i Sünnet kelamcılarının da ortak görüşüdür. Bu da, söz konusu iki grubun imanın tanımında farklı görüşler ileri sürmekle birlikte, kimin mümin olarak isimlendirileceği ve âhiretteki durumu hakkında ortak kanaat belirttikleri anlamına gelmektedir.
Bu tanımlamaların yanı sıra, imanı, kul ile ALLAH arasındaki ulvî bir münasebeti gösteren ve insanın bütün varlığının katıldığı bir bağ olarak görmek de mümkündür


Soru 9: Mutezileye göre iman ve islam tabirleri nedir?
Cevap 9: Mu’tezile’ye göre, iman ve islâm tabirleri aynı hakikati anlatmak için kullanılan kelimelerdendir. Onlar, amel etmenin imana dâhil olduğunu açıklamak üzere, bu iki kavramın eşanlamlılığını ileri sürmüşlerdir. Zira onlara göre vâcipleri yerine getirmek dindir. Din İslâm’dır. İslâm ise imandır. Dolayısıyla Mu’tezile açısından vâcipleri işlemek imana dâhil olan bir husustur. Buna bağlı olarak mümin dendiğinde müslim, müslim dendiğinde de mümin akla gelmektedir

Soru 10: Maturidiye göre iman ve islam tabirleri niçin kullanılır?
Cevap 10: İki kavram arasında bir fark olmadığı görüşünde olanlardan bir diğeri de Mâtürîdîlerdir. İmam Mâtürîdî, iman ve islâm tabirlerinin dilsel açıdan birbirinden farklı anlamlar için kullanılabildiğini kabul etmekle birlikte, dinî teminolojide iki kavramın aynı hakikati ifade etmeye yaradığını belirtir. Mümin dendiğinde Müslüman, Müslüman dendiğinde de müminden başka bir şey anlaşılmaz. Kur’an-ı Kerîm’de bu iki kavramın birbirinin yerine kullanıldığını gösteren pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. “Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer
doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı ALLAH size lütufta bulunmuş oluyor.” (Hucurât, 49/17) âyetini örnek olarak zikredebiliriz. İmam Mâtürîdî’ye göre bir kişinin bu iki kavramdan birini hak edip diğerini hak etmediği bir durumdan bahsedilemez. Aksi takdirde ALLAH Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerîm’de dile getirdiği mümin ve kâfir sınıflandırmasına, üçüncü bir şıkkın daha eklenmesi gerekirdi. Oysa insanlar âhiretteki halleri göz önüne alındığında ALLAH’ın rahmetine erecek olan müminler ve O’nun azabına uğrayacak olan kâfirler olmak üzere iki sınıftır. “Müslüman”ın, bu tasnifte müminden başkası olduğu iddia edilemez. Diğer Mâtürîdî kelamcılar da genel olarak bu görüşü benimsemişlerdir.

Soru 11: Eş’ ari kelamcıların meseleye yaklaşımı nasıldır?
Cevap 11: Eş’arî kelamcıların meseleye yaklaşımları ise daha farklıdır. Onlara göre, iki kavram arasında bazı farklar bulunmaktadır. İman tasdik, islâm ise boyun eğme ve kabul anlamlarına gelmektedir. Bu ise, islâm kavramının iman kavramına göre daha geniş olduğu ve onu kapsadığı anlamına gelmektedir. Bir şeyi tasdik eden kişinin ona boyun eğdiği söylenebileceği halde, bir şeye boyun eğenin onu tasdik etmesi zorunlu değildir. İki kavram arasındaki ilişki şuna benzetilebilir: Her peygamber sâlih bir kuldur; ancak her sâlih kul peygamber değildir.
Eş’arîler, iman ve islâm kavramlarının birbirinden farklı manaya geldiğini göstermek için çoğunlukla Hucurât 49/14 âyeti ile meşhur Cibrîl hadîsini delil olarak kullanmaktadırlar.
Söz konusu âyet-i kerîmesinde ALLAH Teâlâ “Bedevîler, ‘inandık’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz; ama ‘islâm olduk/boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi…” (Hucurât, 49/14) buyurmaktadır. Buna göre, ALLAH Teâlâ, “iman ettik” diyenlerin bu sözlerini kabul etmemekte, imanın onların kalbine henüz girmediğini belirtmekte ve “eslemnâ” (islâm olduk/boyun eğdik) demelerini istemektedir. Dolayısıyla âyette iki kavram belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır.


Soru 12:İman islam kavramlarının farklı olduğunu benimseyenlere imam maturidi hangi görüşle itiraz eder?
Cevap 12: İmam Mâtürîdî ise, âyette geçen islâm tabirinin, dinî terminolojide kullanıldığı şekliyle değil, sözlük anlamıyla geçtiğini belirterek, bu görüşü benimseyenlere itiraz eder. Ona göre buradaki islâm tabiri, bunu söyleyenlerin Müslüman olmalarını değil, Hz. Peygamber (sas)’in otoritesine teslim olma ve boyun eğme anlamını ifade etmektedir. Zira dinî terminolojide islâm tabiri, hiçbir şeyi ortak koşmadan her şeyi ALLAH’a ait kılmaktır. Oysa Bedevîlerin teslim oluşları ALLAH’a değil, müminleredir.
İki kavramının farklılığını ispat sadedinde ileri sürülen bahsi geçen hadîs-i şerifte de Cebrâil (as), Peygamber Efendimiz (sas)’e gelerek iman, islâm ve ihsan kavramlarını sormuş, ardından onun verdiği cevapları tasdik etmiştir. Bu sorular karşısında Peygamber Efendimiz (sas)’in cevapları şu şekilde olmuştur: İman, ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerriyle kadere iman etmendir. İslâm ise, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı kılman, zekâtı vermen, hacca gitmen, Ramazan orucunu tutmandır. Eş’arîlere göre bu hadîs-i şerif açık bir şekilde iman ve İslam kavramlarını biribirnden farklı bir şekilde tarif etmektedir. Zira hadîste iman, kalbin fiili olarak, tasdik anlamında açıklanırken; islâm, dil ve bedenin ameli olarak gösterilmiştir.
İmam Mâtürîdî, aynı hadîsin başka bir versiyonunda, ikinci olarak sorulanın “islâm” değil, “şerâi’u’l-islâm” olduğu kaydını hatırlatarak, asıl olarak kastedilenin islâma bağlı dinî hükümler olduğunu belirtir.


Soru 13: Ebu Hamid el-Gazali iki kavram arasındaki ilişkiyi nasıl açıklar?
Cevap 13: Ebû Hamîd el-Gazalî ise, iki kavram arasındaki ilişkiyi üç başlık altında inceler. Buna göre iman ve islâm kavramlarının (a) aynı anlamda/müterâdif, (b) farklı anlamlarda/muhtelif, (c) birbirinin içine geçmiş/mütedâhil şekillerde kullanımları mevcuttur. Bu üç kullanım âyet ve hadîslerde mevcuttur. Dolayısıyla iki kavramın aynı anlama geldiğini kabul edenler de, ayrı olduğunu savunanlar da, kendi görüşlerini destekleyen deliller bulabileceklerdir.

Soru 14:İmamı Azam bu iki kavramı nasıl açıklar?
Cevap 14: İmâm-ı Âzam da, iki kelime arasında dilsel açıdan bir fark olduğunu kabul etmekle birlikte, ikisinin birbirinden ayrılması mümkün olmayan, aksine birbirini gerektiren kavramlar olduğu görüşündedir. Ona göre iman ve islâm, sırt ve karın gibi birbirine yapışık kavramlardır. İmansız islâm olmayacağı gibi, islâmsız iman da var olamaz.

Soru 15:Haricilerin kuranda bildirilmiş olan hükümlerin dışına çıkanlara tutumu nedir?
Cevap 15: Sıffîn savaşını takip eden hakem olayını bahane eden Hâricîler, “ALLAH’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 5/44) âyetine dayanarak, ALLAH Teâlâ’nın Kitab’ıyla bildirmiş olduğu hükümlerin dışına çıkanları kâfir olmakla itham etmişlerdi.

Soru 16:Bu konuda Mutezile tarafından ileri sürülen görüş nedir?
Cevap 16: Bu katı tutumun, daha ılımlı bir versiyonu daha sonraları Mu’tezile tarafından ileri sürülmüştür. Mu’tezile’nin kurucusu kabul edilen Vâsıl b. Atâ (131/748), Hârîcîlerin iddiaları bağlamında büyük günah işleyen (mürtekib-i kebîre) bir kişinin durumu hakkında Hasan-ı Basrî’ye sorulan bir soruya, böyle bir kişinin fâsık olduğu, imandan çıktığı, fakat küfre girmediği, ikisi arasında bir konumda (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğu, şayet tevbe etmeden ölecek olursa âhirette ebediyen cehennemde kalacağı şeklinde cevap verir. Bu görüş, aynı zamanda Mu’tezile’nin kabul ettiği beş prensibin (usûl-i hamse) tarihsel olarak ilk ortaya çıkanıdır.

Soru 17:Mutezile fasığı mü’min saymama ve kafir görmeme sebebi nedir?
Cevap 17: Mutezilenin fâsığı mümin saymama sebebi, ALLAH Teâlâ’ya iman ettikten sonra bu imanla hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak olan kötü bir fiili işlemiş olmasıdır. Onlar büyük günahı işleyenin, böyle bir eylemi engelleyecek kadar imanı olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Diğer taraftan kâfir olarak görmeme sebebi ise, bu kişinin ALLAH Teâlâ’yı inkâr ettiğine dair bir beyanın bulunmamasıdır. Zira büyük günah her ne kadar kötü bir eylem olsa da, içinde ALLAH’ı açıkça inkâr fikri bulunmamaktadır. Onlara göre, büyük günah işleyenin yapması gereken, imana dönüşünün bir göstergesi olarak tevbe etmektir. Aksi takdirde imanının yokluğuna hükmedilecektir. Fakat bunu bilebilecek olan sadece ALLAH Teâlâ olduğu için, bu hüküm de O’nun tarafından âhirette verilecektir.

Soru 18: Mu’tezile’nin bu görüşünün Hâricî görüşten ayrıldığı bazı noktalar nelerdir?
Cevap 18: Mu’tezile’nin bu görüşünün Hâricî görüşten ayrıldığı bazı noktalar mevcuttur. Öncelikle Mu’tezile, büyük günah işleyenleri, doğrudan kâfir statüsünde değerlendirmemektedir. Onlara göre bu kişi, fâsık olması bakımından mümin olarak görülmese de, toplum içerisinde diğer Müslümanların haklarının tamamına sahiptir. Diğer bir ifadeyle böyle biri, hâlâ İslâm toplumunun bir üyesidir. Bununla birlikte eğer tevbe etmeden ölecek olursa âhiretteki durumu, kâfirden farklı değildir, yani ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Dolayısıyla Mu’tezile, Hâricîlerin aksine Müslüman toplum yapısını şiddet uygulayarak terörize etme anlayışından uzaktır.

Soru 19:Ashabul hadis ve bazı fakihler amel iman ilişkisini nasıl değerlendirir?
Cevap 19: Bu grup da görüşlerini bazı âyet ve hadîslere dayandırmaktadır. İleri sürülen bu delillerin hemen tamamında iman ile birlikte sâlih amelin birlikte anıldığı veya mümin olana günahın yakıştırılmadığını görmek mümkündür. Örneğin “İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en üstünü ‘ALLAH’tan başka ilah yoktur sözü’, en düşüğü eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırmaktır” hadîs-i şerifi bu bapta en çok başvurulanlardandır.
Bu grubun iman-amel münasebeti hakkındaki fikirleri her ne kadar Hâricîler ve Mu’tezile’nin görüşlerini çağrıştırıyorsa da arada çok önemli bir fark bulunmaktadır. Bunlara göre, amelde meydana gelen kusurlar, hiçbir şekilde kişiyi mümin olmaktan çıkarmazlar. Dolayısıyla büyük günah işleyenlere veya ALLAH Teâlâ’ya itaatte hata edenler kâfir veya Mu’tezile’nin yüklediği anlamda fâsık hükmü verilmez. Bunların âhiretteki durumları, ALLAH’ın onlar hakkında vereceği affetme veya cezalandırma ihtimallerini içermektedir. Buna binaen, onların ameli imana dâhil görmeleri daha çok kâmil müminin nitelikleri açısından ileri sürülen bir değerlendirme olarak görülebilir.

Soru 20:İmam Azam ebu Hanife iman amel ilişkisini nasıl değerlendiriyor?
Cevap 20: Ebû Hanîfe bu konuda birtakım fikirler dile getirmektedir. Ona göre, eğer din, ALLAH Teâlâ’nın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün yasakladıklarından kaçınmak olsaydı, bunlardan birini yapmayan kâfir olurdu. Oysa Kur’an-ı Kerîm, bu konularda kusur gösterenleri mümin olarak isimlendirmeye devam etmektedir. Diğer taraftan, ALLAH’ın emirleri mümin kullara yönelmiştir. Örneğin “İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli veya açıktan infakta bulunsunlar…” (İbrahim, 14/31) âyet-i kerîmesi, imanın amelden önce var olduğunu göstermektedir. Aksi takdirde kullar, bu fiilleri işleyinceye kadar mümin olarak kabul edilmezlerdi . Günahlar hakkındaki durum da buna benzer. Cenab-ı ALLAH “Şüphesiz ALLAH, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimselerin günahları affeder…” (Nisâ, 4/48) âyeti bunu göstermektedir. Mümin kullar büyük ya da küçük günahları, ALLAH’a düşman oldukları veya O’nu inkâr ettikleri için değil, şehvet ve arzularının baskın olması sebebiyle işlerler. Bununla birlikte ALLAH’ın kendisini affedeceği ümidini taşır. Bundan dolayı onlara kâfir değil, âsi/günahkâr mümin denir. Ayrıca bazı özel durumlarda müminler amelden muaf tutulmuşlardır. Örneğin hastalığı sebebiyle bir kimseye “orucunu bırakabilirsin” denildiği halde “imanını bırakabilirsin” denmez. Eğer amel imanın rükünlerine dâhil olsaydı, amelini terk edenin imanını da terk etmesi mümkün olurdu. Oysa din böyle bir şey vaz etmemiştir.

Soru 21:İmamı ebu Hanife görüşünü destekleyenler kimlerdir?
Cevap 21: Ehl-i Sünnet kelamcıları da, İmâm-ı Âzam’ın ortaya koyduğu temel prensiplere sahip çıkarak amelin imana dâhil olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. İmam Mâtürîdî, büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağı meselesini pek çok âyet-i kerîmeye dayanarak kabul etmekte ve karşı görüş ileri sürenlere de cevaplar vermektedir. Eş’arî kelamcılar da aynı görüşleri benimsemektedirler. Amelin imana dâhil olmadığını gösteren uzun bahisler Eş’arî Kelâm kitaplarında da mevcuttur. Örneğin Âmidî, amelin imana dâhil olduğunu ve tasdikten ibâret olmadığını benimseyenlerin ileri sürdüğü on beş delili tek tek ele alarak inceler ve bunlara cevaplar verir. Bu delillerden en çok bilinenlerinden birisi de, bazı âyetlerde yer alan “iman edenler ve sâlih amel işleyenler…” şeklindeki terkiptir. Ehl-i Sünnet kelamcılarına göre, eğer iman ve amel aynı şey olsalardı, birbirlerine atfedilmeleri dil kuralları açısından doğru olmazdı. Ayrı şeyler olmaları sebebiyle aralarında atıf ilişkisi kurulabilmektedir.

Soru 22:İman amel ilişkisinde Mürcilerin görüşü nedir?
Cevap 22: İmanla amel arasındaki ilişki hakkında görüş ileri sürenler arasında belirtilmesi gereken diğer bir grup da, aşırı Mürciîlerdir. Onlara göre, kâfire itaatin fayda vermemesi gibi, günahlar da mümine zarar vermez. Diğer bir ifadeyle mümin kişi, günahlar içinde yaşıyor olsa da, imanı onun âhirette cezalandırılmasını engeller. Günahlarından dolayı asla azap görmez.

Soru 23:Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin nitelikleri nelerdir?
Cevap 23:•Mümin, inancın temel taşları olan tevhîd, nübüvvet ve âhiret hakkında tam ve kesin inanç sahibidir.
ALLAH’tan geldiğini bildiği her konuda mutlak itaat içindedir. (bkz. Bakara, 2/285). Bütün dünya aleyhine dönse,
Rabbine olan güveni asla sarsılmaz. (Âl-i İmran, 3/173).
• Mümin, saygı ve hürmet içerisinde namazı kılan ve buna devam eden, boş ve yararsız şeylerden yüz çeviren,
zekât veren, iffetini koruyan, emaneti gözeten ve sözlerini yerine getiren insandır. (bkz. Müminun, 23/1-9).
• Mümin, üstünlüğün imanında olduğunu bilendir. (bkz. Âl-i İmrân, 3/139)
• Mümin, şeytanın pazarladığı, şirk, küfür, nifak, zulüm gibi aşağılık hasletlerden uzak duran kişidir.
• Mümin, insanlığın hayrı için var olan kişidir. (bkz. Âl-i İmran, 3/110).
• Mümin, insanlığın selameti için barışı esas alandır (bkz. Bakara, 2/198).
• Mümin, ALLAH’ın kendisine verdiklerini, ihtiyaç sahipleriyle paylaşan, cimriliğe tenezzül etmeyendir
(bkz. Bakara, 2/254). Bunu yaparken insanların karşısında böbürlenmeyen ve yaptığını başa kakmayandır.
(bkz. Bakara, 2/264).
• Mümin, şartlar ne olursa olsun sabır gösterendir. (bkz. Bakara, 2/153).
• Mümin, içinde yaşadığı toplumun iktisadî ve sosyal dengelerini bozan fâiz, tefecilik, zina, içki,
kumar gibi kötülüklerden uzak durarak, birlikte yaşadığı insanlara saygı gösteren ve onları koruyandır.
(bkz. Âl-i İmran, 3/130; Mâide, 5/90).
• Mümin, kendi aleyhine olsa bile, adaleti ayakta tutmak için şahitliği dosdoğru yapandır. (bkz. Nisâ, 4/135).
• Mümin, aşırılıklardan uzak duran, dengeli bir hayat süren insandır. (bkz. Enfal, 8/26-27).
• Mümin, ayağı sürçüp günaha düştüğünde, tevbe ile yine doğrulan ve doğru yolda olmaktan ve Rabbine
yönelmekten vazgeçmeyen insandır. (bkz. Zümer, 39/53-54).
• Mümin, kendisine hata yapanlara karşı intikamcı değil, affedicidir. (bkz. Âl-i İmran, 3/134).
• Mümin, cömertlikte o kadar ilerdir ki, din kardeşinin ihtiyacını karşılarken onu kendi nefsine tercih eder.
O bir fedakârlık âbidesidir. (bkz. Haşr, 59/9).



Soru 24:İmanın tanımında kalp veya dil ile tasdik fikrini benimseyenlerin görüşü nedir?
Cevap 24: İmanın tanımında kalp ve/veya dil ile tasdik fikrini benimseyenler, imanın, iman edilecek şeylerin sayısal olarak artması veya azalması bakımından ziyadelik ve noksanlık kabul etmediği görüşündedirler. Zira tasdik, bölünemez tek bir niteliktir; ya vardır ya da yoktur. Tereddüt ve şüphe gibi şeyler, imanın olmadığını gösterir. Çünkü tasdik anlamındaki iman, kesinlik ister. Bu duruma değinen İmâm-ı Âzam, imanın artmasının, küfrün azalması, imanın azalmasının ise küfrün artmasıyla mümkün olabileceğini; oysa bir kişinin aynı anda hem mümin hem kâfir olmasının imkânsız olduğunu hatırlatır ve bu fikri reddeder.
Soru 25:Amelin imana dahil olduğunu kabul edenler,imanda artma azalma noktasında hangi görüşü benimsemişlerdir?
Cevap 25: Genel olarak, amelin imana dâhil olduğunu kabul edenler, kişinin yerine getirdiği veya getirmediği ameller sebebiyle onun artıp eksilebileceği görüşünü benimsemektedirler. İtaat konusu olan ibadetlerden herhangi birini yapan kişi, bununla daha önceki durumunun üzerine bir ekleme yapmış olması sebebiyle imanını artırmış olmaktadır. Amelin imanın bir parçası olduğunu göstermek için ileri sürülen bütün delillerin yanı sıra imanın artmasından bahseden bazı âyet-i kerîmelerin de bu görüşü desteklediği ileri sürülmektedir. Örneğin “Müminler ancak o kimselerdir ki, ALLAH anıldığı zaman kalpleri titrer. Karşılarında ALLAH’ın âyetleri okununca, bu onların imanını artırır.” (Enfal, 8/2), “Bir kısım insanlar müminlere ‘düşmanlarınız size karşı bir araya geldiler, onlardan korkmalısınız’ dediklerinde bu söz onların imanlarını artırdı ve ‘ALLAH bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler” (bkz. Âl-i İmran, 3/173) gibi bazı âyetler, imanın artmasından açıkça bahsetmektedir.

Soru 26:Eş’ari kelamcılar imanda artma azalmayı nasıl değerlendirirler?
Cevap 26: Eş’arî kelamcılar, ameli imanın bir rüknü olarak kabul etmedikleri halde, bu tartışmada imanın artma/azalma imkânı olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bununla birlikte, Eş’arî kelamcılar, imanı tasdik olarak tanımlayanlara göre imanda artma/azalma olmasının mümkün olmadığını belirtirler .Ancak onlar, bu konuda vârid olan âyet ve hadîslerin zâhirine muhalefet etmemek için artma ve azalmayı kabul etmişler; ancak bunun tasdik açısından değil başka yönlerden olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin Bâkıllânî, imandaki artma/azalmanın, imanın neticelerinden olması bakımından zaman zaman iman olarak isimlendirilen söz ve amelde olduğunu söyler. Onun diğer bir açıklaması da imanın fazilet ve mükemmellik yönünden birbirinden farklı olabileceği şeklindedir. Mesela, müminlerin imanı, tasdik yönünden Peygamber Efendimiz (sas)’in imanıyla aynı seviyede olmakla birlikte söylediğimiz açılardan farklılık arz etmektedir. Nitekim bu noktayı Hanefî-Mâtürîdîler de kabul etmektedir

Soru 27:İmanda kesinlik fikri ne anlama gelir?
Cevap 27: İmandaki kesinlik fikri, bütün Müslümanların ortak bir kanaati olarak imanda şüphenin bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bu bağlamda “ben, inşaallah müminim” diyen birisinin imanının söz konusu kesinliği ihlal edip etmediği tartışma konusu edilmiştir. Zira bu cümledeki “ALLAH dilerse” kaydı, kişinin kendi kararlılığının dışında bir istisnayı çağrıştırmaktadır.

Soru 28:İmamı Azam ebu Hanife,İmam Maturidiye, Eş’ari kelamcıların imanda istisnaya bakış açıları nasıldır?
Cevap 28: İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe bulunmadığını belirterek, imanda şüpheyi ihsas eden ifadeleri söylemenin doğru olmadığını kaydetmektedir. Ona göre “İşte onlar gerçekten mümin olanlardır…” (Enfal, 8/4) âyet-i kerîmesi bunu açıkça göstermektedir. Ayrıca o, böyle bir sözü, Peygamber Efendimiz (sas) ve ashabının yollarından ayrılmak olarak görür. Zira onlar imanı kendilerine herhangi bir istisna belirtmeden nispet etmişlerdir. İmam Mâtürîdî’ye göre de bu söz, insan zihninde şüphe uyandırmaktadır. Zira insanlar istisna ifadesini emin olunan kesin bilgi alanında kullanmazlar. Aynı zamanda bu ifadeler, dindeki yaygın kullanıma da uygun değildir. Diğer taraftan böyle bir anlayış ancak ameli imandan bir parça olarak gören Mu’tezile, Hâricîler ve Haşviyye gibi grupların görüşleri esas alındığında muteberdir. Çünkü onlar, günahın insanı mümin olmaktan çıkardığına inanmakla, insanın her an imandan çıkmış olabileceğini kabul etmiş olmaktadırlar. Eş’arî kelamcılar ise, konuyla ilgili farklı bir perspektife sahiptir. Onlara göre “ben, inşaallah müminim” ifadesi, kişinin taşıdığı şüpheyi belirtmek için değil, ölüm anında kendi durumunun ne olacağını bilmemesi sebebiyledir. Çünkü onlar kişinin gerçek anlamda mümin veya kâfir olmasında hayatının sonundaki durumuna itibar etmektedirler. Diğer bir ifadeyle, kişinin hayatının bir döneminde mümin olsa bile, eğer hayatının sonunda kâfir konumunda ise, o kişi gerçekte ALLAH’ın ilminde hep kâfir olarak mevcuttur. Çünkü onlara göre ALLAH’ın ilminde değişiklik olmaz.

Soru 29:Kur’an-ı kerimdebilgi iman meselesi konusunda dikkat çekilen ayrıntılar nelerdir?
Cevap 29: Kur’an-ı Kerîm’de, özellikle temel inanç konuları ele alınırken, hepsi de bilişsel birer içeriğe sahip ilim, marifet, yakîn, hüccet, beyyine, burhan, delil, cehl, zan, şekk gibi kavramları sıklıkla kullanılır. Daha doğru bir ifade ile bu kavramlar üzerinden İslâm inancının doğruluğu, diğer inançların ise yanlışlığına vurgu yapılarak iman ile bilgi arasında sağlıklı bir ilişkinin varlığına dikkat çekilir

Soru 30:”insana vacip olan ilk şey nedir” sorusuna kelamcıların cevabı nedir?
Cevap 30:“insana vâcip olan ilk şey nedir?” sorusuna kelâmcıların büyük çoğunluğu, “mârifetullaha götüren tefekkür/düşünmedir” cevabını vermişlerdir. Bu görüş aynı zamanda şunu ifade etmektedir. Bizim, ALLAH Teâlâ hakkındaki bilgimiz, duyu algısına veya kesin habere dayanan zarurî/zorunlu bilgi ile oluşmaz. Aksine mârifetullah için geçerli tek yol, sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilen rasyonel düşünceye dayanmaktadır. Buna binaen Müslümanlar açısından, bilgi ve tefekkür, iman etmeden önce, inanma konusu olan şeyler hakkında gerçekleştirilmesi gereken süreçlerdir.

Soru 31:Tahkiki iman ,taklidi iman nedir?
Cevap 31: Bilgi ve tefekkür temelli, araştırma ve incelemeye dayalı olarak elde edilen imana, tahkikî iman adı verilmektedir. Bu tür bir iman, dışarıdan gelen şüphe ve vesveseler karşısında kolay kolay sarsılmayan, şartlar ne olursa olsun varlığını devam ettiren bir imandır. Bu nitelikleri içermeyen, kişinin sadece etrafındaki insanlara bakarak ve onları taklit ederek elde ettiği iman ise, taklidî iman olarak isimlendirilir. Böyle bir iman, kişi tarafından aklî gerekçeler ile desteklenmemiş ve yeterince özümsenmemiş olduğundan şüphe rüzgârları karşısında kolayca yıkılıverir. Ya da dinin hiç de tasvip etmediği câhilce bir taassuba sebep olur. Dolayısıyla taklidî imanın talep ve teşvik edilen bir iman türü olduğu söylenemez.




Soru 32:Taklidi imanın ALLAH katında geçerli olup olmadığını Eş’ari Maturidi nasıl yorumlar?
Cevap 32: Bununla birlikte, taklidî imanın ALLAH katında geçerli olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu’tezile kelamcılarına göre böyle bir iman makbul değildir. Diğer bir ifadeyle âhirette sahibinin kurtuluşa ermesine vesile olamaz. Ehl-i Sünnet’in iki ekolü olan Eş’arîlik ve Mâtürîdîlik, imanın, bilgi ve tefekküre dayanarak aklî araştırmayla elde edilmesi gerektiği hakkında çok net görüşler bildirmişlerdir. Onlara göre, kişinin imanının faydasını görmesi ancak bu tarz bir tahkik sonucu ortaya çakabilir. Böyle bir yola girmemek, ALLAH Teâlâ’nın insana verdiği en büyük nimetlerden biri olan aklı gerektiği gibi kullanmamak anlamına gelir.

Soru 33:Ehli sünnet Eş’ari ve Maturidilere karşılık taklidi imanın geçerli olup olmadığını nasıl yorumlar?
Cevap 33: Ehl-i Sünnet içerisinde genel kabul edilen görüş, taklidî imanın geçerli olduğu yönündedir. Ebu’l-Mu’în en-Nesefî’nin aktardığına göre Ebû Hanîfe, İmam Sevrî, İmam Mâlik, İmam Evzâ’î, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Zâhirîler, ilk Sünnî kelamcılar olan Abdullah b. Saîd el-Kattan, Hâris el-Muhâsibî ve Abdülaziz b. Yahyâ el-Mekkî gibi isimler mukallidin imanını geçerli sayıyorlardı. Onların bu konudaki görüşü şöyle idi: Bir delil olmaksızın taklit ile iman eden, mümindir. Ona İslâm hükümleri uygulanır. Bu kişi, itikâdı ve ibadetleri sebebiyle ALLAH’a karşı itaatkârdır. Ancak tefekkür ve istidlâli terk etmesi sebebiyle âsi konumundadır. Bundan dolayı, onun hakkında fâsıklarla ilgili hüküm geçerlidir. Yani ALLAH Teâlâ’nın onu affetmesi veya günahı kadar cezalandırması mümkündür. Ancak sonunda varacağı yer, şüphesiz cennettir.” Çünkü onlara göre imanda aslolan, tasdikteki kesinliktir. Eğer mukallid, tasdikinde şüphe barındırmıyorsa, bu ondan istenen şey için yeterlidir. Eş’arîlerin çoğunluğu da bu görüşü benimsemektedir.

Soru 34:İcmali iman tafsili iman nedir?
Cevap 34: Kelime-i şehâdet ile dile getirilen, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed (sas)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman etmek, icmâlî iman olarak adlandırılır. Çünkü bu şehâdet, Peygamber Efendimiz (sas)’in Rabbinden getirdiği ve Müslümanlar tarafından zaruri olarak bilinen her şeyin iman edilmesi gereken bir mesele olduğu anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin getirdiği ve inanılması gereken şeylere tek tek ve ayrıntılı bir şekilde inanmaya ise tafsilî iman denmektedir.

Soru 35:Bir şeyin iman esasları olarak belirlenmesinde dayanılan temel kriterler nelerdir?
Cevap 35: Bir şeyin iman esası olarak belirlenmesinde dayanılan temel kriter, o şeyin Kur’an-ı Kerîm ve/veya mütevâtir hadîslerde bir inanç konusu olarak ele alınmasıdır. Bu ilkeye istinaden Ehl-i Sünnet âlimleri, temel inanç esaslarını altı madde halinde, halk arasında “âmentü” olarak bilinen şekilde formüle etmişlerdir. Bunlar, ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere (hayır ve şerrin ALLAH’tan olduğuna) iman şeklinde sıralanmaktadır.

Soru 36:Amentü esaslarından kadere imanı nasıl değerlendirmişlerdir?
Cevap 36: Kadere iman , daha çok ilahî sıfatlarla ilgili bir konu olması sebebiyle tevhîd konusu içinde değerlendirilmektedir.

Soru 37:İman esası olarak bilinen 6 maddeden 3 ana asılı nedir?
Cevap 37: İman esası olarak kaydettiğimiz bu altı madde, birbirleriyle olan ilişkileri bakımından bazen üç ana asıl olarak da ifade edilmektedir. Bunlar tevhîd, nübüvvet ve âhirettir. Zira, meleklere iman, bu üç madenin içinde de ele alınabilecek özelliklere sahiptir. Kitaplara iman da, peygamberlik esasının bir parçası konumundadır.

Soru 38:Aslul usul nedir?
Cevap 38: Tevhîd ilkesi , bütün bunların aslı olarak görüldüğünden ona da aslu’l-usûl denilmektedir.

Soru 39:Zaruratı diniyye nedir?
Cevap 39: Âmentü esaslarının dışında Peygamber Efendimiz (sas) tarafından din olarak getirildiği zarurî olarak bilinen hususlar, zarûrât-ı diniye olarak isimlendirilmiş ve bunlara imanın gerekliliği ifade edilmiştir. Örneğin, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin farz oluşu, içki, kumar, zina, yalan söyleme, hırsızlık gibi eylemlerin de haram olduğu, inanılması gereken maddeler arasında yer almaktadır. Bunların inkâr edilmesi, kişiyi imandan çıkaran bir durum olarak kabul edilmektedir.

Soru 40:ALLAH’a iman ne zaman başlar?Diğer inançlardan farkı nedir?
Cevap 40: Bilindiği üzere Hz. Âdem (as)’den son peygamber Hz. Muhammed (sas)’e kadar gelip geçen bütün peygamberlerin üzerlerinde durdukları ve tebliğlerinin ana merkezini oluşturan mesele, ALLAH Teâlâ’nın tek Rab olarak kabul edilmesi olmuştur. Tevhîd olarak isimlendirdiğimiz bu husus, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan çoktanrıcılık (müşriklik), yanlış tanrı tasavvurları ve ateizm (tanrı tanımazlık/inkâr) gibi bâtıl itikadların geçersizliğini gösteren ve onların yerine ikâme edilen hak inancı ifade etmektedir. ALLAH’ın kudret, ilim, hikmet, rahmet gibi sıfatları hakkında resmedilen manzara, müşriklerin putlar hakkında besledikleri inançların anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. ALLAH Teâlâ’nın birliğine yapılan vurgu, Hıristiyanların ve Mecûsîlerin çoktanrılı anlayışlarını yerle bir etmektedir. Bazı Yahûdîlerin ALLAH hakkında kullandıkları yorulmak, mağlup olmak, çocuk edinmek, cimri olmak gibi hususlar reddedilmekte ve bunların yanlış tanrı tasavvurları olduğu belirtilmektedir.

Soru 41:Arap müşriklerin melekler hakkında yanlış görüşleri nelerdir?
Cevap 41: Öncelikli olarak belirtmek gerekirse Arap müşrikleri, melekler hakkında yanlış bir takım inançlara sahip idiler. Onlar, erkek çocukların kendilerine ayrıldığını, melekleri ise ALLAH’ın kız çocukları olarak gördüklerini söyleyerek (bkz. İsrâ, 17/40), O’nun konumunu alay konusu olarak gündeme getiriyorlardı. Diğer taraftan Ehl-i Kitap’tan bazıları Hz. Muhammed (sas)’e son dini getirmesinden dolayı vahiy meleği Cebrâil (as)’e düşmanlık beslemekteydiler. (bkz. Bakara, 2/97-98). Haddizatında bu, Peygamber Efendimiz (sas) ve Kur’an hakkındaki bir itirazdı; ancak, melekler bahane edilerek dile getiriliyordu. Bununla birlikte Hıristiyan inancında Hz. Cebrâil, teslis/üçlemenin bir unsuru olarak ilah konumuna yükseltilmiş idi. (bkz. Mâide, 5/73). Oysa Kur’an-ı Kerîm, meleklerin ilah edinilmesini açık bir dil ile yasaklar.

Soru 42:Kur’an-ı kerim kaç peygamberin elçilik görevleriyle ilgili açık bilgi içerir?
Cevap 42: Kur’an-ı Kerîm, yirmi beş peygamberin elçilik görevleriyle ilgili açık bilgiler içermektedir.

Soru 43:Peygamber kur’anda nasıl anlatılmış, dile getirilmiştir?
Cevap 43: Peygamberin, âlemlerin Rabbi ile kulları arasında üstlendiği vazife ve toplumsal açıdan taşıdığı önem Kur’an’ın pek çok yerinde dile getirilmektedir. Özel bir karakter olarak peygamber, insanların, kendi yaratılış hedeflerine ulaşmada en önemli insanî makamın sahibi olan kişidir. Onun görevi, insanın kendi ahlakî varlığını gerçekleştirmesi açısından hem iyi bir başlangıcın hem de ulaşılacak hedefin net bir şekilde ortaya konmasını gerektirmektedir.

Soru 44:Peygamberlik kurumu hususunda yanlış inançlar nelerdir?
Cevap 44: Kur’an-ı Kerîm’in konuyla ilgili beyanlarına bakıldığında İslâm dininin geldiği dönem itibarıyla peygamberlik kurumu hususunda bazı yanlış inançların varlığından bahsedilebilir. Bunlar arasında belli başlı olarak şunları ayabiliriz: (a) Arap müşrikler, Hz. Muhammed (sas)’in peygamber olarak seçilmesine itiraz ediyorlardı. Onlara göre peygamber olarak gönderilecek kişi ya bir melek olmalı ya da soyu-sopu, malı-mülkü açısından daha itibarlı biri olmalı idi. (bkz, İsrâ, 17/94; Furkân, 25/41). Onların bu tavrı her ne kadar Peygamber Efendimiz (sas)’e karşı yönelikmiş gibi görünse de, asıl olan onların kendilerine gönderilen din karşısında ayak diremelerinden başka bir şey değildir. (b) Yahûdîler gibi bazı topluluklar, kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberlerden bir kısmını inkâr etmiş, onlarla alay etmiş, bazılarını ise öldürmüşlerdi. (En’am, 6/10-11; Âl-i İmrân, 3/112). (c) Peygamber olarak gönderilen Hz. İsa (as) ve Hz. Üzeyr (as), bazı inananları tarafından ilah edinilmişlerdi. (Tevbe, 9/30). Bu durum, hem tevhîd hem de peygamberlik inançlarının bozulması anlamına gelmektedir.

Soru 45:Brahmanizmin peygamberlik hakkındaki görüşü nedir?
Cevap 45: Diğer taraftan peygamberlik vazifesini tamamen inkâr eden, bunun gereksiz ve ALLAH Teâlâ açısından anlamsız olduğunu ileri süren Brahmanizm de, İslâm coğrafyasının ulaştığı bölgelerde yaşayan bir inanç sistemi olarak mevcudiyetini sürdürmekte idi.

Soru 46:Peygamberler iman esasen neyi ifade eder?
Cevap 46: Peygamberlere iman, hiçbir peygamberi inkâr etmeden, tamamının ALLAH Teâlâ tarafından gönderildiğine iman etmenin yanı sıra Hz. Muhammed (sas)’in peygamberliğinin kabulünü de içermektedir. Nitekim kelime-i şehâdet ALLAH’tan başka ilah olmadığına tanıklıkla birlikte Peygamber Efendimiz (sas)’in elçiliğini de ifade eder.

Soru 47:Kelam ilmi ne üzerinde durur?
Cevap 47: Kelâm ilmi, peygamberliğin imkânı ve gerekliliği konularının yanı sıra, Kur’an’da yer alan peygamberlerin elçilikleri ile son peygamber olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı üzerinde durur. Peygamber Efendimiz (sas)’in elçilik görevine, özellikle Yahudî ve Hıristiyanlar tarafından yapılan itirazları cevaplandırır. Böylece bu görevin, Tarihsel bir bütünlüğe sahip olduğunu gösterir.

Soru 48:Kitaplara iman esası ne ifade eder?
Cevap 48: Peygamberlere imanın bir sonucu olarak, ALLAH Teâlâ tarafından peygamberlere gönderilen kitaplar da iman esasları arasında sayılmaktadır. Kur’an-ı Kerîm, dört peygambere verilen dört kitaptan ve ayrıca bazı sahîfelerden bahsetmektedir. Bunların tamamı, ALLAH’ın kullarına gönderdiği yazılı buyruklardır.
Kur’an’dan önce gelen ilahî kitapların tamamı, o dinlerin tâbileri tarafından değişikliğe uğratılmış, gönderilme hedeflerinden saptırılmıştır. Dolayısıyla kitaplara iman esası, bir taraftan ALLAH Teâlâ’nın insanlık tarihinde din üzerinden medeniyet inşasının bir unsuru olan ilahî kitapların kabul edilmesi anlamına geldiğini gibi, diğer taraftan bu ilahî beyanların, daha doğru bir ifadeyle, son kitap olan Kur’an-ı Kerîm’in, daha öncekilerden farklı olarak, korunması ve bir hayat rehberi olarak baş tacı edilmesinin en samimi onayı olarak değerlendirilmelidir.
Soru 49:Ahirete iman islamın ilk dönemlerinde nasıl yorumlanıyordu?
Cevap 49: Âhirete iman bir bütün olarak ölüm ve sonrasını kapsamaktadır. İslâm’ın ilk döneminde bazı müşriklerin, ölümden sonraki hayatı ve hesaba çekilmeyi reddettiklerine dair bilgiler mevcuttur. (örneğin bkz. Yâsin, 36/78-79). Onlar, bu kabulleriyle aynı zamanda kendi ahlâkî zaaflarını örtbas etmenin bir yolunu bulmuş oluyorlardı. Böylece zayıfı ezmek, kız çocuklarını öldürmek, yetimi itip kakmak, muhtaç olana yardım etmemek, zenginliği kendilerine has kılmak/maddî imkânları paylaşmamak gibi toplumsal boyutta ortaya çıkan zulümlerin karşılık görmeyeceğini düşünüyorlardı. Diğer taraftan Ehl-i Kitap arasında da, dinlerinde yaptıkları tahribata rağmen, âhirette ebedî olarak ceza görmeyeceklerine dair bir kanaat mevcuttu. Oysa ALLAH Teâlâ, âhiretteki hesabın onların umdukları gibi olmadığını hatırlatır. (bkz. Bakara, 2/80).

Soru 50:Kadere imanın kur’an_kerimde zikredilmemesinin sebebi nedir?
Cevap 50: İman esasları arasında altıncı sırada kadere iman yer almaktadır. “Kadere iman” diğer iman esaslarında olduğu gibi Kur’an-ı Kerîm’de zikredilmemektedir. Bunun sebepleri arasında, kader konusunun ilim, irade, kudret gibi ilahî bazı sıfatlarla birlikte bunların insan fiillerindeki karşılıkları gibi farklı perspektiflerden değerlendirilme imkânını görebiliriz. Çünkü kader başlığı altında ele alınan problem, aslında ALLAH’ın ezelî bilgisi ve iradesi, var olan her şeyi yaratması, insanın irade ve kudretinin kendi fiillerinin oluşumuna etkisi gibi ayrı ayrı ele alınabilecek alt başlıkları içermektedir. Kadere iman dendiğinde bunların tamamıyla ilgili bir yaklaşımdan bahsedilebildiği gibi, bazen sadece daha ayrıntılı bir mesele de kastedilebilmektedir. Kadere imana dâhil söz konusu meseleler hakkında ise Kur’an-ı Kerîm’de pek çok beyan bulunmaktadır. “Biz her şeyi bir ölçüye (kadere) göre yarattık” (Kamer, 54/49), “De ki: ALLAH’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Öyleyse müminler sadece ALLAH’a tevekkül etsinler” (Tevbe, 9/51), “ALLAH dilemedikçe, siz dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30) gibi âyet-i kerîmelerde, kader konusuna dâhil meselelerin ele alındığını söyleyebiliriz

Soru 51:Ehli sünnet kelamcılarına göre aşırıya gitmiş fırkalar ve görüşleri nelerdir?
Cevap 51: Ehl-i Sünnet kelamcılarına göre, kader konusunda aşırıya gitmiş iki fırka bulunmaktadır. Bunlardan ilki, insanın, özgür bir iradesi olmaması sebebiyle yapıp etmelerinden sorumlu olmadığını ve âlemdeki her şeyin ALLAH’ın iradesi ile meydana geldiğini ileri süren Cebriyye fırkasıdır. Bunların ortaya attıkları fikirler, insanın yaratılışına uygun olmadığı gibi, ahlâkî ve hukuksal anlamda da İslâm toplumunun yozlaşmasına yol açacak türdendir. Zira, insan eylemlerinin, ahlakî ve hukukî sorumluluktan bağımsız düşünülmesi, toplumu ayakta tutan temel değerlerin anlamsızlaşması sonucunu doğurmaktadır. Diğer taraftan Kaderiyye fırkası, insanın, ALLAH’tan bağımsız bir irade ve kudrete sahip olduğunu ileri sürerek, insan eylemlerinin (ef’âl-i ibâd), tamamen kendisi tarafından meydana getirildiğini ileri sürmektedir. Bu ise, ALLAH’ın mülkünde onun iradesinin dışında bir alan oluşturma olarak görülmüş ve İslâm’ın tevhîd akidesine aykırı bulunmuştur.

Soru 52:Ehli sünnetin benimsediği kader anlayışının doğurduğu olumsuz sonuçlar nelerdir?
Cevap 52: Ehl-i Sünnet’in benimsediği kadere iman ilkesinde, bir taraftan insanın ahlâkî sorumluluğunun tanınması, imkânlarının bilinmesi esas alınırken diğer taraftan da sınırlarının farkında olması ve haddini aşmaması gereğine vurgu yapılmaktadır. İnsanın kendi hatalarını, günahlarını, tembelliklerini ALLAH Teâlâ’ya yüklemesi şeklinde ortaya çıkan bir kader anlayışı, İslâm inancının ruhuna uygun olmayan bir yaklaşımdır. Zira böyle bir anlayış, ALLAH’ın insanlara akıl vermesi, onlara peygamberler ve kitaplar göndermesi, emir ve yasaklar şeklindeki dini hükümlerle sorumlu tutmasını hikmetsiz, boş bir işe çevirmektedir. Diğer taraftan dua etmeyi, ALLAH’tan yardım dilemeyi, her vakit O’nun rahmetine iltica etmeyi anlamsızlaştıracak şekilde ALLAH’ın irade ve kudretini insan fiillerinden uzaklaştırmak da olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.
Alıntı ile Cevapla