Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27 Aralık 2013, 15:06   Mesaj No:2

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam DİN EĞİTİMİ 7. HAFTA

AKARYA ÜNİVERSİTESİ
Din Eğitimi I
Hafta 7
İNSAN HAKLARI VE DİN EĞİTİMİ

1. İNSAN HAKLARI KAVRAMI
“insan hakları” kavramı; hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanların yalnızca insan olmalarından dolayı,
insanlık onurunun gereği olarak sahip olmaları gereken hakların tümüdür. İnsan hakları, insanın onurunu
güvence altına alan bu nedenle de öncelik sahibi olan haklardır.

Günlük kullanımda aktif biçimde kullanılmaya başlanması İkinci Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. 1945’te Kurulan Birleşmiş Milletler’in çalışmalarıyla birlikte doğal hukuka dayalı “doğal haklar” (natural rights) kavramının yerine kullanılmaya başlanmıştır. İnsan haklarının kapsadığı hak demeti demokrasi ve hukuk alanındaki gelişmelere bağlı gösterdiği gelişimi yansıtacak biçimde birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olarak ayrıma tabi tutulmuştur.Buna göre insan hakları birinci kuşak (sivil ve politik), ikinci kuşak (sosyal ve kültürel) ve üçüncü kuşak haklar (solidarite - dayanışma) olarak ayrılır.

Birinci kuşak insan hakları, ilk ve en elzem hakları ifade etmektedir ki; hayat hakkı, düşünce ve inanç özgürlüğü, yasal eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük, siyasi haklar ve mülkiyet hakları bu haklardandır.

ikinci kuşak haklar 1830’lardan sonra Proletarya’nın bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkışıyla birlikte, ikinci kuşak haklar olarak nitelenen ekonomik, toplumsal ve kültürel haklar: sendika, çalışma, adil ücret, sosyal güvenlik, grev, sağlık ve eğitim hakları gündeme geldi.

Üçüncü kuşak haklar ise “dayanışma hakları”dır.

İnsan hakları özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında kurulan uluslar arası büyük organizasyonlar sayesinde tüm dünyada kabul gören, devletlerarasında itibar vesilesi sayılan bazen de devletlerarası çekişmelerde rakipleri köşeye sıkıştırmak için kullanılan genel geçer bir kavram haline geldi.


İnsan hakları bireye sağladıkları geniş özgürlük alanı ile birlikte ona birtakım sorumluluklar da yüklemektedir. İnsan hakları ile bireyin kayıtsız şartsız haklar ve özgürlüklerle donanmış olmadığı unutulmamalıdır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 29'uncu maddesinde
“…bireyin içinde yasadığı topluma karşı görev ve sorumlulukları vardır” denilerek görev ve sorumluluk arasındaki bu sıkı ilişkiye dikkat çekilmiştir.

2. İNSAN HAKLARININ TARİHİ
Pratikte insan ile beraber var olmaya başlayan insan hakları insanoğlunun sosyal gelişimi ile birlikte yer yer geri dönüşleri de içinde barındıran bir gelişim süreci izleyerek günümüze gelmiştir.

Stoacılar bütün insanlar arasında eşitlik ve kardeşlik fikrini yaymaları açısından insan hakları düşüncesinin ilk habercisi olmuşlardır.

İnsan haklarının tarihinde bir milat olarak kabul edilen 1215 tarihli İngiliz Büyük Şartı (Magna Carta Libetatum) bu döneme aittir. 63 madde içeren Şartta, kişinin can ve mal güvenliğine sahip olduğu belirtilerek, bunlar kralın keyfi müdahalelerine karşı korunmuştur.

Tarihte dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen yerel insan hakları hareketlerini aşan ve evrensel insan hakları düşüncesine gidişte sonraki çalışmalara da referans olan ilk çalışma sayılan Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Amerikan Bağımsızlık Bildirisi 4 Temmuz 1776’da Kongre tarafından kabul ve ilan edildi.
Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile insanların doğuştan birtakım haklara sahip oldukları inancı ve demokrasinin temel ilkeleri Fransız Devriminden önce ilk kez bir belgede dile getiriliyordu.

1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Amerikan ve İngiliz belgelerinden daha sonra olmasına ve onlardan istifade eden yönleri bulunmasına rağmen bütün insanlığı kucaklaması ve gelecekteki dünyanın şekillenmesinde daha tesirli olması nedeniyle insan hakları denince akla gelen ilk belge olmuştur.

1945 yılında Birleşmiş Milletler ile başlayan süreç insan haklarının hukuksal olarak küreselleşme sürecini ifade eder.
1990’lı yıllardan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve NATO eliyle devletlerin içişlerine yönelik gerçekleştirilen çeşitli insan hakları müdahaleleri ile yönetsel alanda da küreselleşme göstermiştir.

3. İNSAN HAKLARININ TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİMİ
Türkiye’de insan haklarının hukuki alana taşınması batıdan çok sonraları olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nda hak ve özgürlüklerden söz eden ilk belge 1808 yılında Padişahla feodal beyler arasında yapılmış olan Sened-i İttifak’tır. 1839’da II. Mahmut, tarihimizde anayasa niteliğinde ilk belge sayılan ve “Tanzimat Fermanı” olarak da anılan Gülhane Hattı Hümayunu’nu ilan etmiştir. Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin devlet sisteminde yer edinmeye başlaması Gülhane Hattı Hümayunu’na dayandırılır.
23 Aralık 1876’da tarihimizin ilk yazılı anayasası olan Kanun-i Esasi ilan edilmiş ancak bu anayasa 13 Şubat 1878’e kadar uygulamada kalabilmiştir. Kısa süre kullanımda kalan bu anayasa 1908 yılında tekrar yürürlüğe konuş ve 1909 yılında önemli değişiklikler görmüştür. Kanun-i Esasi’de kişi hak ve hürriyetlerine ilk defa olarak geniş biçimde yer verilmiştir. Hak ve hürriyetler 8. madde ile 26. madde arasında sıralanmıştır. Sıralanan özgürlükler arasında kişi güvenliği, ibadet özgürlüğü, basın özgürlüğü, dilekçe hakkı, konut dokunulmazlığı, eğitim özgürlüğü, kanun önünde eşitlik gibi önemli haklar bulunmaktadır.

Cumhuriyet döneminin ilk anayasası olan 1921 anayasası Kurtuluş Savaşı’nın verildiği olağanüstü şartlarda olduğu için hak ve özgürlüklere dair hükümler içermemektedir.
1924 Esas Teşkilat Kanunu temel hak ve özgürlükleri klasik anlayışa uygun olarak düzenlemiştir. “Her Türk hür doğar, hür yaşar” denildikten sonra klasik hak ve özgürlükler kısa birer cümle ile sıralanmaktadır.
1924 Anayasası’nın uygulama süreci Türkiye’nin tam demokrasiye geçiş konusunda sıkıntılı dönemlerinden birini ifade etmektedir.
1961anayasası temel hak ve özgürlükleri yalnızca saymakla yetinmemiş; ek güvencelerle donatmıştır. İkinci dünya savaşı sonrası yaşanan vahşetin etkisiyle dünya milletlerinin genel olarak insan hakları konusunda daha ileri adımları atmalarını ifade eden bu dönem uluslar arası yükselişe paralel olarak 1961 anayasasında kendini bulmuştur.

1990 sonrası süreçte dünyaya paralel biçimde insan hakları ile ilgili önemli gelişmeler göstermiştir.
BU Gelişmeler şunlardır:
1954’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onayan Türkiye, bu sözleşmenin aktif denetimcisi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını 1987’den itibaren vatandaşlarına tanımıştır. Mahkemenin Türkiye`ye yönelik kararlarını kabul etmeyi ve bedelini ödemeyi ise Eylül 1989’da kabul etmiş ve Ocak 1990’dan itibaren de yürürlüğe koymuştur. Bu süreçte TBMM bünyesinde insan hakları ihlallerini incelemek üzere çeşitli komisyonlar kurulmuştur. Bunlar 1990 yılında kurulan İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ve Anayasanın 74. maddesinde vatandaşa tanınan dilekçe hakkının kullanılmasını sağlayan TBMM Dilekçe Komisyonu’dur.

4. DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ
İnsan haklarının din öğretimi ile doğrudan ilgili kısmı din ve vicdan özgürlüğüdür. Din özgürlüğü bireysel boyutuyla kişinin bir dine entelektüel anlamda katılımını, kolektif boyutuyla da dinin; ibadet, eğitim gibi tezahürlerinin serbestçe ifasını ifade eder.

Vicdan özgürlüğü ise dini olsun olmasın her türlü kanaatin koruma altına alınmasını gerektirir.
Din ve vicdan hürriyeti inanma ve inandığını dışa vurma şeklinde özetlenebilecek iki yönlü bir özgürlüktür. Genel olarak bu hakkın üç şekilde tezahür etmesi beklenebilir:

1- Bir dine veya inanca sahip olma hürriyeti,
2- Dini inanç veya kanaatlerini açıklama ve yayma hürriyeti,
3- İbadet etme, itaat, uygulama ve öğretme hürriyetleri.
Bu özgürlük, günümüzdeki anlamıyla ilk kez 1776 tarihli Amerikan Virjinya Haklar Bildirisinde:
“Yaradanımıza borçlu olduğumuz din ve inanç ve bunların gereklerini nasıl yerine getireceğimiz, zorlama ve kuvvetle değil, ancak akıl ve inançla belirlenebilir. Bu nedenle, bütün insanlar dinin icrasını vicdanlarının emirlerine göre yerine getirmekte eşit hak sahibidirler” ifadeleriyle yer almıştır.

Dolayısıyla din ve vicdan özgürlüğünde ciddi adımların atılabilesi ancak İkinci Dünya Savaşından sonraki süreci temsil eden Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi kurumlara kalmıştır.

5. ULUSLARARASI HUKUKTA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Uluslar arası arenada insan hakları ile ilgili en etkili çalışmalar genelde Birleşmiş Milletler tarafından yürütülmüştür. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Aralık 1948’de insan hakları dendiğinde ilk akla gelen belge olan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni ilan etmiştir. Beyanname Türkiye tarafından 6 Nisan 1949 tarihinde ve 9119 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile onaylanmış, 27 Mayıs 1949 tarih ve 7217 Sayılı Resmi Gazete'de yayınlanmıştır.

Söz konusu beyannamenin din eğitimi ile ilişkili maddeleri şunlardır:
“Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve âyinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir.” Madde:18

“Eğitim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan hakları ile ana hürriyetlere saygının kuvvetlenmesini hedeflemelidir. (Eğitim) Bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörürlük ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. Ana baba, çocuklarına verilecek eğitimi seçmekte öncelikli hakka sahiptir.” Madde: 26

“Her şahsın, şahsiyetinin serbest ve tam gelişmesi ancak içinde yaşamasıyla mümkün olan topluluğa karşı vecibeleri vardır. Herkes, haklarını kullanmak ve hürriyetlerinden istifade etmek hususunda, ancak kanun ile sırf başkalarının hak ve hürriyetlerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak maksadıyla ve demokratik bir cemiyette ahlâk, nizam
ve genel refahın icaplarını karşılamak için, tespit edilmiş kayıtlamalara tabidir.” Madde: 29

Avrupa Konseyi’nin insan hakları alanındaki ilk belgesi 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini benzerlerinden ayıran en önemli özellik haklar katalogu oluşturmakla yetinilmeyip, Sözleşmeye taraf devletlerin taahhüt ettikleri yükümlülüklerin hayata geçirilmesi için etkin bir sistemin oluşturulmuş olunmasıdır. Bu sözleşmenin ihlal edilip edilmediğini denetleyen bir de mahkeme kurulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ismini alan bu mahkeme dünyadaki ilk insan hakları mahkemesidir. AHİM’İN tazminattan başka bir hükme karar verme yetkisi olmamakla beraber, verdiği kararları Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi denetler.

Türkiye, Sözleşmeyi 18 Mayıs 1954'de onayladı. Sözleşme ilk imzaya açılmasının ardından çeşitli ek protokollerle geliştirilmiş ve 1 Kasım 1998’de 11 numaralı Protokol ile son halini almıştır. Sözleşmede din
eğitimi ile ilgili maddeler şunlardır:
Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın, ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.” Madde: 9
“Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” Ek Protokol 1952 Madde: 2

Tüm özgürlüklerde olduğu gibi din ve vicdan özgürlüğünün kullanılması da sınırsız değildir.
Bu sınırlamalar farklı metinlerde lafız değişikliği gösterse de genelde dört temel noktada dini kanaatlerin tezahürünün sınırlandırılabileceği ifade edilmektedir.
Bu noktalar:
1- Kamu güvenliğinin sağlanması,
2- Kamu düzeninin devamı,
3- Genel ahlak veya genel sağlığın korunması,
4- Başkalarının hak ve özgürlüğünün korunmasıdır.

6. DİN VE İNSAN HAKLARI
Dinler, gerek hususî normlarıyla gerekse ilkeleriyle çoğu sivil faaliyetleri de etkilemekte, kültür,eğitim, sağlık gibi birçok alanda oluşturduğu kurumlarla insan onurunun yükseltilmesinde ve insan haklarının, zayıf ve yoksul insanlar için de fiilen erişilebilir olmasında rol oynamaktadır.

Dinin toplumsal hayatta salık verdiği en temel değer adalet ve ahlak değerleridir. İslam adaleti sadece kendi dindaşlarına ve ortak düşünceyi paylaştığımız insanlara değil tüm insanlığa teşmil etmektedir.

İslam açısından insan hakları, insan olmak ortak paydasında birleşen veya insan olmak özelliğinden kaynaklanan ve ALLAH’ın bütün insanlara tahsis ettiği nimetlerden faydalanma hakkıdır.
kazandırmıştır.
Hz. Muhammed (a.s)’in veda hutbesinde söylediği “...Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmus ve şerefiniz de öylece mukaddestir;her türlü tecâvüzden masûndur...

İslam’da din ve vicdan hürriyetinin en önemli garantilerinden birisi imanın özgür iradeye dayalı olması ilkesidir.

İslam düşüncesinde insan hakları ile kesişen diğer bir nokta da Cüveynî, Gazzalî ve Şâtıbi gibi önemli usulcüler tarafından geliştirilmiş ve dar anlamda dini emirlerdeki maslahatlar, geniş anlamda ise dinin gayeleri olarak yorumlanan “makâsıdü-ş şerîa” düşüncesidir.

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk eğrilik birbirinden kesin olarak ayrılmıştırayetleri din ve vicdan özgürlüğü ile demokratik toplumdaki farklı inanış ve kültürlere bakış konusund İslam’ın temel tavrını belirlemede bize ışık tutmaktadırlar.

7. DİN EĞİTİMİ VE İNSAN HAKLARI
Din öğretimi ile insan hakları arasında üç yönlü bir ilişki bulunmaktadır.
İlk olarak din eğitiminin yapılıp yapılmaması çeşitli durumlarda bir insan hakları problemi oluşturabilmektedir. Bu durum bazen din eğitiminin zorunlu yapılmasından, bazen de hiç yapılmamasından kaynaklanabilir.
İkinci olarak din eğitiminin insan haklarına saygılı bir biçimde yürütülmesinin şartları,
üçüncü olarak ise din eğitimi yoluyla diğerlerinin haklarına – özelde de inanç ve düşünce ile ilgili haklarına – saygılı olunmasının öğretimi din eğitimi ile insan haklarının kesiştiği noktaları oluşturmaktadır. Bu üç yönlü ilişkiyi biraz açmak yerinde olacaktır.

Dinin tezahürlerinden inanç, ibadet ve öğretim insan hakları belgelerinde önemli bir yer tutmaktadır.

Din öğretiminin bireyin inanç özgürlüğüne ve demokratik değerlere uygun bir tarzda verilmesi din eğitimi ile insan hakları arasındaki diğer bir ilişki boyutudur.

Din öğretimi yoluyla insan hakları ve demokratik değerlerin geliştirilmesi üçüncü ilişki boyutunu oluşturmaktadır.

Dinler ve inançların demokratik bir ortamda ve hoşgörü düşüncesi ile birlikte öğretilmesi yanlış anlamaları ve tek tipleştirmeleri azaltabilir.

8. DİN DERSLERİNİN HUKUKİ STATÜSÜ VE İNSAN HAKLARI
Demokratik bir toplumun en önemli özelliği herkesin hak ve sorumluluklarını belirleyen bir hukuk sistemine sahip olmasıdır

Ülkemizde DKAB dersleri Anayasal statü gereği ilk ve ortaöğretimde zorunlu olarak okutulmaktadır. “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimiilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır” (Anayasa 1982, md: 24).
Ayrıca 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu “Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır’’ (MEB 1973, md:12). ifadeleri ile hem eğitimin laik karakterine hem de din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin zorunlu statüsüne vurgu yapmaktadır.

Ülkemizde din derslerinin zorunlu hale getirilmesi bir anda olup bitmiş bir olay değil, yıllarca din
öğretimi alanında edinilen tecrübelerin bir sonucudur. 1982 öncesinde Türkiye, eğitim sisteminde din öğretiminin hiç olmamasından seçmeli olarak okutulmasına, ders saatleri dışında ve ölçmedeğerlendirmeye etki etmeyecek tarzda okutulmasına kadar birçok yöntemi enemiştir.

1982 Anayasası’nın sözkonusu âmir hükmüne göre tüm ülke vatandaşlarına 1990 yılına kadar zorunlu olarak okutulan DKAB dersleri aynı yıl alınan bir kararla Hristiyan veya Musevi olduğunu belgelendirenler için zorunlu olmaktan çıkartılmıştır (MEB, 1990/553). Ders, halen aynı statüde İlköğretim 4. sınıftan Ortaöğretim 12. sınıfa kadar okutulmaya devam etmekedir.

Ülkemizde DKAB dersinin bu statüsü Avrupa ülkelerinde uygulanan statüden pek farklı değildir. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da din eğitimi laik eğitime yakından bağlıdır. Avrupa Konseyi üyesi olan 46 ülkeden 43 tanesinde din dersi bulunmakta ve –Türkiye dâhil – 25 tanesinde zorunlu olarak verilmektedir. Ancak, bu zorunluluğun kapsamı devlete göre değişiklik göstermektedir. Beş ülkede (Finlandiya, Yunanistan, Norveç, İsveç ve Türkiye) din eğitimi derslerine katılmak zorunluluğu mutlaktır. Avusturya, Kıbrıs, Danimarka, İrlanda, İzlanda, Linkenştayn, Malta, Monako, San Marino ve İngiltere gibi ülkelerde ders zorunlu olmakla birlikte belli şartlarda muafiyet imkanı sağlanmıştır (AİHM, 2007/1448/04).

Diğer on ülke, öğrencilere zorunlu din dersi uygulamakla birlikte bu dersi almak istemeyenlere çoğunlukla ahlak içerikli başka bir ders seçme zorunluluğu getirmektedir. Bu durum, Almanya, Belçika, Bosna Hersek, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Sırbistan, Slovakya ve İsviçre için geçerlidir. Bu ülkelerde çoğunlukla, ilgili bakanlıklar tarafından hazırlanan müfredatta mezhepsel eğitim yer almaktadır; eğer öğrenciler din dersi yerine başka bir ders seçmemişlerse bu derslere katılmak zorundadırlar (AİHM, 2007/1448/04).

Diğer yandan, 21 devlet, öğrencileri din eğitimi derslerine katılmaları için zorunlu tutmamaktadır. Din eğitimi okullarda genellikle mevcuttur, fakat öğrenciler ancak bu yönde bir istekte bulundukları takdirde bu derslere katılırlar. Andora, Ermenistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Hırvatistan, İspanya, Estonya, Gürcistan, Macaristan, İtalya, Letonya, Moldova, Polonya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Rusya ve Ukrayna’da geçerli durum budur (AİHM, 2007/1448/4).

Türkiye ve Avrupa’da uygulamada olan din derslerinin hukuki statüleri göstermektedir ki; bu dersin zorunlu veya seçmeli olarak okutulması insan hakları ve demokratik toplum açısından bir sorun teşkil etmemektedir.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın 2007 yılında yayınlamış olduğu Devlet Okullarında Dinler ve İnançların Öğretimi Hakkında Yol Gösterici Toledo Prensipleri de din öğretiminde tüm süreçler objektif ve tarafsız bir hale getirilmek şartıyla din dersinin zorunlu olabileceğini ifade etmektedir. “Din ve inançlar hakkında öğretimin zorunlu dersler halinde verildiği durumlarda bunlara katılması gerekenlerin din ve inanç özgürlüğünü ihlal etmeyecek biçimde yeterince tarafsız ve objektif olması gerekir. Bununla birlikte devletler bu düzenlemelerde kısmi ya da tamamen muafiyete izin vermede özgürdürler” (AGİT, 2007: 13).

Türkiye’nin din öğretimi alanındaki tecrübeleri, muafiyet uygulamalarının oluşturabileceği toplumsal ve hukuki sıkıntılar, AİHM ve uluslar arası kurumların tavsiyeleri ile Avrupa ülkelerindeki uygulamalar göstermektedir ki; din öğretiminde insan haklarına saygılı, tüm vatandaşları kapsayan, kültüre dayalı ve zorunlu model tercih edilebilir bir modeldir. Din öğretiminde her mezhep veya dinin kapalı daireler içinde kendi eğitimini yaptığı veya farklı muafiyet uygulamalarıyla öğrencilerinkamplaşmaya sürüklendiği modeller demokrasi ve hoşgörü anlayışının gelişmesinde tercih edilebilir görülmemektedir

Eğer din dersinde bir din veya mezhep esas alınıp, bunların benimsetilmesine yönelik bir din eğitimi veya dinî eğitim verilip diğer din ve mezhep mensupları veya inanmayanlar bu derse girmeye zorlanıyorsa, bu din ve vicdan özgürlüğü açısından problem oluşturmaktadır. DKAB dersi ile ilgili hukukî gelişmeler, bu dersin zorunlu olarak varlığını devam ettirebilmesi için bir mezhep veya dinin savunuculuğunu yapmadan, farklı dinî anlayış ve gelenekleri kapsayacak şekilde yapılandırılmasının gerekli olduğunu göstermektedir.
Alıntı ile Cevapla