Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 9-14. Haftalar
13. HAFTA
ÂHÂD HABERLER (HABER-İ VÂHİD)
I. Âhâd Haber Kavramı
İlk zamanlar “bir veya birkaç kişinin haberi” anlamına gelirken, daha sonra kavram “mütevatir” seviyesine ulaşmayan haber” şeklinde oldukça geniş bir anlam içeriği kazanmıştır.
II. Âhâd Haberlerin Bilgi Değeri
Haber-i vâhidle ilgili tartışmaların özünü haber-i vahidin ilim ve amel yönüyle değeri oluşturmaktadır. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu usulcülerin çoğunluğuna göre haber-i vahid kesin ve zorunlu bilgi (ilm-i yakîn) ifade etmez, zan (zann-ı gâlip, doğruluk ihtimali baskın bilgi) ifade eder. Bunun anlamı, haberin yalan olmasının veya haber hususunda vehme düşülmüş bulunmasının muhtemel olmasıdır. Bununla birlikte amelî konularda galip zanna dayanılarak hüküm verilebilir. Usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi gerektirmez, amel gerektirir” tarzındaki sözleri ve özellikle Hanefî usulcülerin “Haber-i vâhid bilgi değil amel hakkında muteberdir; çünkü haber-i vâhid galip zan bilgisi gerektirir ve galip zan bilgisi şer‟î hükümlerde amelin vâcipliği için yeterlidir” şeklindeki ifadeleri bunu anlatır.
III. Âhâd Haberlerle Amel
Alimler dünyevî işlerde, fetva ve şahitlik konularında âhâd haberlerle amel etmenin caiz olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Onlar arasında tartışma konusu olan husus, âhâd haberlerin şer‟î-ameli konularda delil olup olmadığıdır. Bir kısım alimler bunu caiz görürken bir kısmı da vacip görmektedir.
IV. Âhâd Haberleri Kabul ġartları
1. Aklın gereğine aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez.
2. Kitap ve mütevâtir sünnetin gereğine aykırı haber-i vâhid kabul edilmez; çünkü bu durum haberin ya neshedildiğini ya da asılsız olduğunu gösterir.
3. İcmâa aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih olsaydı, ümmetin aksi yönde icmâ etmesi caiz olmazdı.
4. Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi sadece bir kişinin rivayet etmesi veya tevatür şeklinde rivayet edilecek türden bir olayı bir kişinin rivayet etmesi makbul değildir.
Hanefî usulcüleri haberlerde biri maddî (zahir), diğeri manevî (bâtın) olmak üzere iki çeşit kopukluğun (inkıta) varlığından söz etmişlerdir.
Böyle kendine özel fiillerinde aynı vasıflarla ümmetinin onu izleyemeyeceği konusunda ittifak/icma vardır.
Bazı fiiller de vardır ki, ona haramdır ama ümmetine haram değildir. Zekât almak, rahatsız edici kokusu olan soğan sarımsak gibi şeyler yemek, yaslanmış halde yiyip içmek. Böyle fiillerde ona uyma zorunluluğu olmamakla beraber, onun gibi davranmak haram değil, aksine müstehaptır/güzeldir.
3.Dinin bir beyanı olarak vaki olan fiilleri
Hz. Peygamber‟in (sa) ALLAH‟ın bir elçisi olarak asıl görevinin Kurânı Kerim‟i beyan etmek olduğunu biliyoruz. Bu görevi ona bizzat ALLAH‟ın (cc) kendisi vermiĢtir: “Biz sana zikri/Kurânı indirdik ki, kendilerine neyin indirilmiĢ olduğunu insanlara beyan edesin” (16/44).
Şüphesiz onun bir fiilinin Kurânı Kerim‟in ya da dinin bir beyanı olup olmadığını tespit önemlidir. Bu da bir içtihat ve ilim işidir. Gazalî bunu bilmenin iki yolu olduğunu söyler:
1.Söylediğinin bir beyan olduğunu ya Hz. Peygamber‟in (sa) bizzat kendisi söyler ki, böyle olursa problem kalmaz.
2.Ya da bunu başka karinelerle anlamaya çalışırız ki, onun beyan olan fiillerinin çoğunluğu da böyledir.28
Şunları da onun bir fiilinin beyan olup olmadığını anlamanın yollarından sayabiliriz:
3. Her hangi bir fiilinin beyan olduğu konusunda âlimlerin icma/ittifak etmeleriyle,
4.Mücmel bir nas varid olduğu halde, ihtiyaç duyulacağı ana kadar onu beyan etmemesi, sonra ihtiyaç anında onun beyanı olmaya elverişli bir uygulamada bulunması, böylece bu uygulamanın beyan olduğunun anlaşılması ile.
5.Gerekli olduğu zannedilen bir şeyi terk etmesiyle, onun gerekli olmadığının anlaşılması da bir beyandır.
Mesela bir defasında namazın ikinci rekâtında oturmayı unutmuştu. Tespihle bunu ona hatırlattılar, ama o geri dönüp oturuşu yapmadan namazını tamamladı ve sonunda sehiv secdesi yaptı. Bu fiiliyle birinci oturuşun namazın bir rüknü olmadığı anlaşılmış/beyan edilmiş oldu.29 Çünkü eğer bir rükün olsaydı onun terk edilmesiyle namaz bozulmuş olurdu.
5.Bazen de umum ifade eden bir lafız gelir ve Hz. Peygamber (sa) o lafzın ifade ettiği hükmü umumunda değil, sadece o umumun bir kısmında uygular. Böylece o lafızla kastedilen şeyin sadece o bir kısmı olduğu beyan edilmiş olur. Mesela ALLAH (cc), “onların mallarından zekât al” dediği halde Hz. Peygamber (sa) sadece belli bir nisaba ulaşan belli mallardan zekat almıştır. Oysa bu ifade bütün malları kapsıyordu.
6. Birisi bir soru sormuş ve Hz. Peygamber (sa) de fiili ile onun sorusuna cevap vermiş olabilir. Böylece bu fiilinin bir beyan oluğu anlaşılır. Mesela bir bedevinin namaz vakitlerini sorması üzerine, “gel bu iki gün bizimle beraber namaz kıl” 30 demiş, ilk gün namazları vakitlerinin başlangıcında, ertesi gün de sonunda kılmıştı. Böylece namaz vakitlerinin hududunu fiilen beyan buyurmuşlardı.31
4.Bir Şeyi yapmama/terk şeklindeki fiilleri
Bir şeyi yapmama/terk etme de birden çok sebeple olabilir.
Mesela insanın yapamayacağı bir şeyi yapmamasının zaten bir hükmü olamaz. Çünkü teklifî hükümler insanın güç yetirebileceği konulardadır. “ALLAH kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez”.
Bu sebeple Hz. Peygamber (sa) uzaya gitmedi, öyleyse uzaya gitmek iyi bir şey değildir, demenin bir anlamı olmaz.
Maddî inkıtâ: Hadisin senedinde görülen kopukluktur. Senetteki ravilerden bir veya birkaç tanesinin düşmesi yoluyla meydana gelir. Buradaki inkıtâ gözle görülen (zahiri) bir kopukluktur. Maddi inkıkâ‟ın söz konusu olduğu haberlerin başında mürsel hadisler gelmektedir. Hanefîler, prensip olarak hadislerin senedindeki maddî inkıtaa fazla önem vermemişlerdir.
Manevî inkıta (Anlam kopukluğu): Bu çeşit inkitâda haberin senedinin herhangi bir yerinde kopukluk yoktur. Burada görülen inkitâ manevidir. Bu da iki şekilde olur:
1) Ravinin durumunda gözüken bir kusurdan dolayı meydana gelen inkıtâ. Mesela, haberin râvisinin mestur, fâsık, çocuk, ma'tûh (bunak), müsâhil ve sâhibü'l-hevâ olması sebebiyle oluşan inkıtâ böyledir.
2) Haber-i vahidin kendisinden daha kuvvetli bir delille çatışma sebebiyle meydana gelen inkıtâ. Manevi inkıtânın bu çeşidi de şu durumlarda söz konusudur.
a) Haberin Kitab‟a ve mâ‟ruf/meşhur sünnete aykırı olması,
b) Haber-i vâhidin umûmü'l-belvâda şâz olarak varit olması
c) İlk asırda yaşayan kişilerin (sahabenin), aralarında tartıştıkları bir konuyu ilgilendirdiği halde böyle bir haberle ihticac ve amel etmemiş olmaları.
Hanefîlere göre haberin hükmünün sübûtuna engel olan bu durumlarda haber-i vâhid hükümden düşer ve reddedilir. Ancak bu red, her zaman hadisin tamamen amelden düşürülerek terkedilmesi anlamına gelmez. Haberle Kitap arasının uzlaştırılabildiği durumlarda bu tür haber-i vâhidler ile Kitap‟taki hükmün aslını değiştirmeyecek tarzda bazı hükümler ispat edilmektedir.
V. Âhâd Haberlerin Kitap KarĢısındaki Konumu
Usul eserlerinde âhâd haberlerin Kitap karşısındaki konumu, genellikle “Haber-i vâhid ile tahsîs” ve “Nass üzerine ziyade” başlıkları altında ele alınmış ve nesh açısından değerlendirilmiştir.
VI. Âhâd Haber - Kıyas Çatışması
Haber-i vâhid kıyasa (kıyâsü'l-usûl) aykırı olduğunda hangisine öncelik verileceği hususu usulcüler arasında tartışmalıdır. Haber-i vâhidle kıyas arasındaki çatışma biri diğerinin tahsîs edilmesini gerektirecek biçimde ise haber-i vâhidle kıyasın tahsis yoluyla uzlaştırılması mümkündür. Asıl tartışma ikisinin birbirine bütünüyle aykırı olması halindedir. Genel olarak Ebû Hanîfe, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel‟e bu durumda haberin kıyasa takdim edileceği görüşü, Mâlik'e ve bazı Mâliki usulcülerine de kıyasın habere takdim edileceği görüşü nispet edilmiştir.
|