Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Aralık 2013, 14:41   Mesaj No:3

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar

3. HAFTA

Hüküm Kavramı
Fıkıhta hüküm ve ahkâm, gerek vahiy gerekse içtihat kaynaklı olsun bir konudaki fıkhî/hukukî değer
yargısını, kuralı, ilişkilendirmeyi ve nitelendirmeyi belirtmede kullanılır ve bu açılardan çeşitli ayırımlara tâbi tutulur. Ancak Fıkıh Usulü ilmi, “şer’î delillerden şer’î hükümler elde edilmesi”ni, Fürûu Fıkıh da bu
“hükümlerin bilinmesini ve uygulanmasını” konu edindiğinden hüküm kavramı her iki ilim dalında da
merkezî bir önem ve yere sahip olmuş ve klasik literatürde genelde bu bağlamda terim anlamı
kazanmıştır.
Hanefîler, hükmü mükellefin fiilinin vasfı olarak görmekte, Şafiî/Eş‘arîler ise ALLAH’ın kelam‐ı
nefsîsi olarak değerlendirmektedir. Bu yüzden Hanefî usulcüler hükmü tanımlarken hükmün ilişkili olduğu mahalli, yani mükelleflerin fiillerini, Şafiîler ise hükmün kaynağını merkeze almışlardır.

İktiza/talep: Mükelleften bir fiilin yapılmasını veya yapılmamasını istemektir. Bu fiil farz, vacip veya
mendup olur. Yapılmaması istenen fiil ise haram veya mekruh olur. Bunlara “teklifî hüküm” denir.
Tahyîr/ibâha: Bir şeyi yapma veya yapmama konusunda serbest bırakmaktır. Bu şekilde serbest
bırakılan fiile mubah adı verilir. Bunlar da tağlîb/genelleme ilkesine göre teklîfî hükme girer.
Hükmün Kısımları
Fıkıh usulünde şer’î hükümler başlıca iki kısma ayrılarak incelenir: 1) Teklifî hükümler, 2) Vaz`î
hükümler. Aşağıda bu iki grup hükümle ilgili kısa bilgiler verilecektir.

1-Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri)
Osmanlı alimlerinden Molla Hüsrev teklîfî hükümleri iki kısımda incelemiştir,
a) Mükellefin fiillerinin eseri olan hükümler. Mükellefin dünyevî maksatla yaptığı bir işin sonucu bu
kısmı teşkil eder. Örneğin bir alışveriş akdi yapıldığı zaman müşteri mala, satıcı da o malın bedeli olan
paraya sahip olur. Yani satın alınan malın mülkiyeti müşteriye geçmiş olur. Bu mülkiyet alışveriş akdinin bir eseri (sonucu) kabul edilir. Çünkü bu akid mükellefin bir fiilidir,
b) Mükellefin fiillerinin sıfatı (vasfı) olan hükümler. Mükellefin namaz kılmak, oruç tutmak gibi uhrevî;
kiralama, satın alma gibi dünyevî maksatlı birtakım fiillerinin tamamı bu kısımda mütalaa edilebilir. Zira bu fiillerin hepsinin şer’î hükmünü bildiren bir vasfı vardır. Meselâ mükellefin bir fiili olan namaz ya da oruç farz veya mendup olarak nitelenirken aynı mükellefin kiralama veya alışveriş tarzındaki fiili sahih, bâtıl veya fâsid olarak nitelenmektedir. Buna göre mükellefin fiillerinin sıfatı olan hükümler işleniş maksatlarına göre dünyevî ve uhrevî kısımlarına ayrılır. Sıhhat, butlan, fesat, nefaz, lüzum gibi hükümler dünyevi; vücup, nedb, hürmet, kerahet, ibahe gibi hükümler de uhrevi hükümleri oluşturur.

Öte yandan “azimet” ve “ruhsat” adlarıyla ayrı bir hüküm kategorisi vardır ki, bunu Hanefî usulcüler
teklifî, Hanefîler'in dışında kalan usulcüler ise vaz’i hükümler içerisinde incelemişlerdir.

Usulcülerin çoğunluğu teklifî hükmü Şâri‘in hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha, kerâhe ve
tahrîm şeklinde beş kısma ayırmışlardır. Bunlar usul literatüründe “ahkâm‐ı hamse” (beş hüküm) olarak bilinmektedir. Hanefîler ise bunu farz, vâcip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak incelemişlerdir. Bu kavramlar aynı zamanda “ef`âl‐i mükellefînin” de bölümlerini oluşturur. Vâcibin ve mekruhun bu şekilde ikiye ayrılması Hanefîler'e ait bir özelliktir. Şimdi bu beş temel teklîfî hükmü kısaca tanıyalım.

Vâcip/Farz
Vacip “ALLAH ve Resûlü’nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiildir.”
Hanefîler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre vacip farz ile aynı anlamdadır. Hanefîler ise bunu farz ve
vâcip şeklinde iki kademede ele alırlar.
Bununla birlikte Hanefîler de çoğu yerde vâcip kavramını farzı da içine alacak şekilde kullanırlar ve amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate alarak vâcip için “amelî farz”, farz için de “amelî ve itikadî farz” ayırım ve adlandırmasını yaparlar.

Bir Şeyin Vacip/Farz Olduğunu Gösteren Deliller
Bir fiilin vacip/farz olduğunu gösteren delillerin başlıcaları şunlardır:
1) Şâri‘in bir fiilin yapılmasını emir sigası ile istemesi ve aksine delâlet eden bir karînenin
bulunmaması. Meselâ “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin” (el‐Bakara 2/43), “Akidleri yerine getiriniz”(el‐Mâide 5/1) âyetleri böyledir.
2) Şâri‘in bir fiilin yapılmasını “farz oldu”, “emrolundu” gibi bağlayıcılık bildiren bir ifade ile istemesi.
Orucun farz kılındığını (el‐Bakara 2/183), ALLAH'ın adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emrettiğini bildiren
âyetler (en‐Nahl 16/90) böyledir.
3) Haber verme değil, emir kastedilen bazı haber cümleleri de farz hükmü ifade eder. Kocası ölen
kadının dört ay on gün, boşanmış kadının üç ay hali bekleyeceğini bildiren âyetler (el‐Bakara 2/228, 234)böyledir.
4) Bir hükmün belirli bir zümreye veya bütün insanlara yüklendiğini haber veren naslar da farz
hükmü ifade eder. Meselâ, “Gücü yetenlerin o evi (Kâbe'yi) haccetmeleri ALLAH'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır” (Âl‐i İmrân 3/97) âyeti haccın farziyetinin, “Onların (annelerin) dinen ve örfen mâkul ölçüler
içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir” (el‐Bakara 2/280) âyeti de karısının
nafakasını sağlamanın koca için farz olduğunun delilidir.
5) Şâri‘in bir fiilin yapılmasına sevap ve güzel karşılık, terk edilmesine ise ağır ceza verileceğini
bildirmesi de o fiilin farz olduğunun delilidir.

Vacip/farz eda edileceği vakit açısından da “mutlak” ve “mukayyet” kısımlarına ayrılır.
Mutlak vacip/farz, “Şâri’in eda edilmesi için belirli bir vakit tayin etmediği vacip/farz”dır. Keffâretler,
zamanı belirtilmeden yapılmış adaklar gibi.
Mukayyet vacip/farz ise farz namazlar gibi “Şâri’in eda edilmesi için belirli bir vakit tayin ettiği
vacip/farz”dır. Bunun edası için bir başlangıç ve bitiş vakti vardır. Bu yükümlülüğün vaktinde tam olarak yerine getirilmesine “eda”, vakti içinde eksik bir şekilde ifa edilip, sonra vakti içinde tam olarak tekrar yerine getirilmesine “iâde”, vakti geçtikten sonra ifa edilmesine de “kaza” adı verilir. Mukayyet vacibin geniş ve dar zamanlı oluşuna göre de farklı ayırımları ve hükümleri vardır.

Vacip/farz istenen fiilin belirli olup olmaması açısından da farklı ayırımlara tabi tutulmuştur. Buna
göre namaz, oruç, gasbedilen malın iadesi, kira bedelinin ödenmesi gibi Şâri’in değişik işler arasında
seçim hakkı tanımaksızın yapılacak işi aynen belirleyerek istediği şeye “muayyen vacip/farz” adı verilir.
Şâri’in bir tek işi aynen belirlemeden, birkaç işten birini yapmakta serbest bırakarak talep ettiği şeye de “muhayyer vacip/farz” denilmektedir. Yemin kefâreti böyledir.

Mendup
Mendup, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip olmayan
davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcip dışında yapılması uygun görülen davranışlar ‐
kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere‐; sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb şeklinde sıralanır. Diğer
mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindekikullanımıyla sünnet ve müstehap kavramları ele alınacaktır.

Sünnet
Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr‐i müekked sünnet, zevâid sünnet.
Bu iki sünnet (müekked ve gayr‐ı müekked) çeşidine “hüdâ sünneti” (sünnet‐i hüdâ) da denir.
Hz. Peygamber'in, ALLAH katından bir tebliğ veya ALLAH'ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan
olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir.
Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, Şâfiî mezhebinde ayrıca vitir
namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet tabiri kullanılır. Fakihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları da revâtib sünnetler arasındadır.

Müstehap
Sözlükte, “sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş” demektir. Dini terminolojide Hz.
Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden beri yapageldikleri ve
tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara müstehap adı verilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile, tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir.

Mubah Bir fiilin mubah olduğu şu şekillerde sabit olur:
1) Şâri‘’in o fiilin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle (meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5).
2) Şâri’in o fiilin işlenmesi halinde bir vebal ve günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını
belirtmesiyle (meselâ bk. el‐Bakara 2/173, 235).
3) Herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (meselâ bk. el‐Mâide 5/2, el‐Cuma 62/10)
4) O konuda hiçbir dinî yasaklama ve kısıtlamanın bulunmamasıyla.
Usulcüler ilk üç madde ile sabit olan mubaha şer`î mubah, son madde ile sabit olana ise aklî mubah
adını verirler. Aklî mubah, berâat‐i asliyye veya istishâbü'l‐asl terimleriyle de açıklanır. Bu da bir fiilin
dinî‐şer`î hükmü konusunda herhangi bir açıklama yoksa, “Eşyada asıl olan mubahlıktır” ilkesi gereğince o fiilin mubah olduğuna hüküm verilmesini ifade eder. İbadetler naslara dayanmak durumunda olduğu için “ibadet alanında aklî mubahlık" geçerli değildir; yani Şâri’in naslarla belirlediği ibadetler dışında ibadet çeşidi icat edilemez, yapılamaz.

Mekruh
Bir fiilin mekruh olduğunu tesbit edebilmek için nasların iyi incelenmesi gerekir. Zira şâri` bu hususu
değişik üslûp ve şekillerde göstermiş olabilir:
1) Şâri`, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere kerâhet lafzını kullanmış olabilir. Meselâ, “ALLAH, size
dedikodu yapmanızı, çok soru sormanızı ve mal mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır” (Buharî, “İstikrâz”,
19) hadisinde, dedikodunun, çok soru sormanın ve mal mülk ziyan etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir.
2) Şâri`, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere, kendisinde haramlığa değil, mekruhluğa delâlet eden
bir karînenin bulunduğu yasaklama ifadesi kullanmış olabilir. Meselâ “ALLAH nezdinde helâllerin en
sevimsizi boşamadır” (İbn Mâce, “Talâk”, 1) hadisinde, helâl lafzı kullanıldığından Şâri‘ tarafından
istenmeyen bu fiilin haram değil, mekruh olduğu anlaşılmaktadır.
3) Şâri’ bazan da fiilin yapılmamasının tercihe şayan olduğunu dolaylı bir üslûpla istemiş olabilir.
Meselâ, Hz. Peygamber, “Mehrin en iyisi en kolay olanıdır” hadisinde mehirde aşırılığın terkedilmesini
teşvik etmiş ve mehirde aşırılığa gitmenin mekruh olduğunu zımnen ifade etmiştir.

Tahrîmen Mekruh
Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla birlikte, bu talep haber‐i
vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur. Bu tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi
arasında yapılan bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme teklifinde
bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi
mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz.

Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr eden kişi kâfir olmaz.
Fakihlerin çoğunluğu haramı, tahrîmen mekruhu da kapsayacak şekilde tanımlar. Onlara göre haram
“şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda kat`î veya zannî bir delil ile istediği fiil”dir. Şu halde
Hanefîler'in tahrîmen mekruh olarak değerlendirdikleri fiillere, diğer mezhep fakihleri haram
demektedirler. Hanefîler’den İmam Muhammed de tahrîmen mekruhu haram olarak nitelendirmekle
birlikte, zannî delil ile sabit olduğundan onu inkâr edenin küfrüne hükmedilemeyeceği görüşündedir.

Tenzîhen Mekruh
Bu, Şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. Bu tanım, Hanefiler
dışındaki fakihler çoğunluğunun mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen mekruh, helâle yakın olup,
mendubun karşıtıdır. İkindi namazından sonra, güneşin batmasından az önce nâfile namaz kılmak,
soğan, sarımsak yiyerek camiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek
verilebilir. Bu nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı gerektirmemesidir. Ancak
tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün ve faziletli olan davranış tarzının terkedilmesi
demektir. Bu arada Hanefî fakihler bazı fiiller için “isâet” (yanlış ve kötü davranma) tabirini kullanırlar.

Haram
Yukarıda değinildiği gibi çoğunluğunu Hanefîler’in teşkil ettiği bir grup fakih ve usulcü, bir fiilin
haram hükmünü alabilmesi için hem Kur'an âyetleri, mütevâtir ve meşhur sünnet gibi sübûtu kesin (veya kesine yakın) bir delilin, hem de bu delilin açık ifadesinin bulunmasını şart koşarlar. Bu sebeple de, âhâd hadislerle sabit olan veya dolaylı bir şekilde ifade edilen yasaklara “tahrîmen mekruh” adını verirler. Çoğunluk ise, itikadî yönden olmasa bile amelî bakımdan zannî delilleri yeterli gördüğünden, âhâd hadislerle sabit yasakları da haram olarak adlandırırlar.

Haram li‐aynihî
Şâri’in, bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği
fiildir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan eti yeme, evlenme engeli olanlarla evlenme
gibi. Ancak bu tür haramların bir kısmı zaruret durumunda mubah hale gelebilir. Meselâ, açlıktan ölecek duruma gelen bir kişinin, ölmeyecek miktarda domuz etinden yemesine müsaade edilmesi böyledir.

Haram li‐gayrihî
Aslında meşrû ve serbest olduğu halde, harici ve geçici bir durum sebebiyle haram niteliğini alan
fiildir. Meselâ, bayram gününde oruç tutmak böyledir.

2-Vaz`î Hükümler
Vaz‘î hüküm iki durum arasında Şâri’in kurduğu bağı ifade eder. Bu hükümler kendi içinde sebep, şart
mâni, sıhhat‐fesad‐butlân şeklinde çeşitli kısımlara ayrılır. Meselâ, Hz. Peygamber'in, “ALLAH temizlik olmaksızın namazı kabul etmez” hadisinde namazın geçerliliği için temizlik şart kılınmıştır. Benzer şekilde “Katil mirasçı olamaz” hadisine göre de vârisin murisini öldürmesi mirasçılık için bir mâni teşkil etmektedir.

a-Sebep
Sebep, Şâri’in “varlığını hükmün varlığına, yokluğunu da hükmün yokluğuna alâmet kıldığı
durum”dur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması
zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise
iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme de öngörülmüş cezaların infazı için sebep teşkil eder. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.
Bazı usulcüler sebep kavramının illeti de kapsadığını ileri sürerken bazıları aksi yönde görüş beyan
etmişlerdir.

Rükün
Fıkıhta rükün, “bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden
unsur”dur. Mesela namaz için Kur’ân tilaveti bir rükündür. Çünkü namazın meydana gelmesi tilavetin
varlığına bağladır.

Şart
Şart, “Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri
kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıf”tır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit birer şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz.
Şâri’ bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer‘î şart denir. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir.
İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca‘lî şartlar denir. Ca’lî
şartlar da kendi içinde “takyîdî” ve “ta’likî” kısımlarına ayrılır. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri
sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.

Mâni‘
Bir fıkıh terimi olarak mâni‘, “varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi
sonucunu doğuran durum”dur. Buna göre mâni‘ hem hüküm hem sebep için söz konusu olabilir.
Hükmün mani’i: Sebebi gerçekleştiği ve şartları bulunduğu halde varlığı sebebe hüküm bağlanmasını engelleyen durumdur. Meselâ miras hükmünün sebebi olan akrabalık bağı mevcut ve miras hükmü için gerekli şartlar gerçekleşmiş olsa bile vârisin murisini (miras bırakanını) kasten öldürmesi miras hükmünün doğmasına mâni’dir.
Sebebin Mâni’i: Varlığı sebebin gerçekleşmesini engelleyen durum olup esasen bu sebebin
şartlarından birinin ortadan kalkmasından ibarettir. Mesala zekâta tâbi mallardan nisab miktarı mala sahip olan kimsenin üzerinde bu miktarı olumsuz yönde etkileyen bir borcun bulunması bu tür bir mâni’ olup o zekâtın vacip olma sebebinin gerçekleşmesini engellemektedir.

Sıhhat‐fesad‐butlân (Sahîh, fâsit, bâtıl)
Muâmelat alanında özellikle de malvarlığı hukuku alanında bir hukukî işlemin bâtıl olması, onun
kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir
hukukî işlemin fâsit olması ise, esasen onun hukuken varlık kazanıp sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelmeye elverişli olması demektir. Bu sebeple fâsit bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Ancak Hanefîlere göre de aile hukuku bağlamında kullanılan batıl ve fasit terimleri ile malvarlığı hukukunda kullanılan batıl ve fasit terimleri arasında kavram ve hüküm bakımından kısmî farklılıklar vardır.
İbadetlere gelince, Hanefîler de dahil fakihler butlân ile fesadın ibadetlerde aynı anlama geldiği ve
aynı sonuçları doğurduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu sebeple ibadetteki eksiklik ister
rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç bağlanmaz. Sonuç olarak rükün ve şartlarından biri eksik olan ibadet fâsit veya bâtıl olacağı gibi, şer`an geçerli halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fâsit ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fâsit ve bâtıl aynı anlamı ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere “sahih değil”, “câiz değil”, “muteber olmaz”, “geçersiz” gibi tabirler de kullanılabilir.

Niteliği Tartışmalı Hükümler: Azîmet ve Ruhsat
Azîmet
Usul terimi olarak ise, “meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî/geçici bir sebebe bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm” şeklinde tarif edilir.
Ruhsat
Fıkıh Usulü ilminde azîmetin karşıtı olarak kullanılan bir terim olup şu şekilde tanımlanmaktadır: “Meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren hafifletilmiş ve geçici hüküm”.

Dinin teklifî hükümleri tümevarım metodu ile incelendiğinde dört çeşit ruhsatın bulunduğu görülür.

Haramı İşleme Ruhsatı

Vâcibi Terketme Ruhsatı
Ölüm tehlikesi gibi ağır sonuçların söz konusu olmadığı durumlarda azîmete göre mi, ruhsata göre
mi davranmanın daha sevap olduğu hususunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Meselâ
Hanefîler'e göre, yolculuk esnasında dört rek`atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek`at kılınması
esasen bir azîmet hükmüdür. Bu sebeple de yolcunun bu namazları ikişer rek`at kılması asıldır. Buna
karşılık, yolcunun oruç tutmama ruhsatı bulunsa bile, ilgili âyetin dolaylı ifadesinden de hareketle (el‐
Bakara 2/184), zorlanmayacaksa oruç tutmasının daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür.

Genel Kurala Aykırı Bazı İşlemleri Yapabilme Ruhsatı
Bazı sözleşme ve hukuki işlemler İslâm fıkhının o konudaki genel kurallarına veya genel şer`î delillere
aykırı olduğu halde insanların duyduğu ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır. Mesela İslam fıkhında
kural olarak mevcut olmayan bir malın satımı caiz değildir. Buna rağmen ileride teslim edilecek bir malın peşin para ile satın alınması demek olan selem akdi, insanların ihtiyacına binaen Hz. Peygamber
tarafından câiz görülmüştür. Alimler “istısnâ‘ akdi” (eser siparişi sözleşmesi)’ni de bu nitelikte
değerlendirmişlerdir.

Önceki semavî dinlerde mevcut ağır hükümleri kaldıran ruhsat
Önceki semavî dinlerde var olan bazı ağır hükümler İslâm'da kaldırılmıştır. Bunlar da ilâhî teşriin
genel seyri içinde İslâm ümmeti için ruhsat hükmündedir. Namazın, ibadete ayrılmış yerin dışında geçerli olmaması, ganimetlerin haram olması, malın dörtte birinin zekât olarak kesilmesi hükümlerinin Müslümanlar hakkında kaldırılmış veya çok hafifletilmiş olması buna örnek gösterilebilir
Usulcülerin büyük bir kısmı azîmet ve ruhsatı teklîfî hükümlerin çeşitlerinden sayarlar. Onlara göre
azîmet, Şâri’in genel bir şekilde kendisi ile ilgili olumlu veya olumsuz talepte bulunduğu ya da mubah
kıldığı fiile verilen isimdir. Ruhsat ise meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi arızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terketme imkânı veren hafifletilmiş ve geçici hükmü ifade eder. Talep ve ibâha da vaz’î değil, teklîfî hükümlerdendir.
Bazı usulcüler ise azîmet ve ruhsatı vaz’î hükümler kapsamında incelerler. Onların bu meseleye
bakışları da şöyledir: Azîmette Şâri’ mükelleflerin normal hallerini bir kısım aslî hükümlerin devamı içinnsebep kılmıştır; ruhsatta ise normal olmayan bazı arızî durumları birtakım yükümlülükleri hafifletmek için sebep kılmıştır. Sebep ise teklîfî değil, vaz’î hükümlerdendir.

Azîmet ve ruhsatın teklîfî veya vaz'î hükümlerden sayılmasıyla ilgili bu tartışmaların pratik bir sonucu
yoktur. Bununla birlikte Şâri’in genel bir şekilde kendisiyle ilgili talepte bulunduğu veya mubah kıldığı fiil anlamında azîmetin ve Şâri’in herhangi bir zaruret veya ihtiyaçtan ötürü mubah kıldığı fiil mânasındaki ruhsatın talep ve ibâha ile ilgili hükümleri kapsayan teklîfî hükümler içerisinde incelenmesi sistematiğe daha uygun görülmektedir.

HÜKMÜN KAYNAĞI: HÂKİM

Hazr ve İbâha
“Hazr” yasaklama, “ibâha” ise mubah ve serbeste bırakma anlamındadır. Bu meselede usulcülere ait
iki temel yaklaşım vardır:
1) Başta Eş‘ariler olmak üzere Malikî, Şafiî, Hanbelî ve Zahirî usulcülerin çoğunluğu, şer‘ (dini bildirim)
gelmeden önce “hazr” veya “ibâha” şeklinde bir hükmün bulunmadığı görüşündedirler. Çünkü şer‘î
hükmün varlığı zorunlu olarak hitaba bağlıdır. Hitap bulunmadığında hükümden söz edilemez ve bunlarla ilgili mubah ya da haram değerlendirmesi yapılamaz. Zira mubah, bir mubah kılanı, haram da bir yasaklayanı gerektirir. Burada ise ne mubah kılan ne de yasaklayan vardır. Şer‘î hüküm, fiil ya da
nesnelerin zatî vasfı olmadığı için şer‘/dini bildirim geldikten sonra da akıl tarafından bilinemez. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre aklın, kendisine yönelen hitabı anlama dışında bir fonksiyonu yoktur.

2) Mu’tezile, Kerhî ve Cessâs gibi Iraklı Hanefi usulcüler, Kelvezânî gibi bazı Hanbelî usulcüler ve bazı
Caferiler şer‘/dini bildirim gelmeden önce fiillerin ibâha üzere olduğu kanaatindedirler. Bu alimlere göre şer‘ gelmezden önce fiillerin hükmünün mubah olması, bu fiillerin dünyevî ya da uhrevî bir zarar
içermeyen menfaat olması sebebiyledir ve akıl böyle bir menfaatin elde edilmesini gerektirir

Hanefilerin bu konuda mezhebin baskın görüşü olarak hangi anlayışı benimsediği konusunda farklı
değerlendirmeler mevcuttur. Semerkandî’ye göre, Hanefiler hazr ve ibaha konusunda bir hükmün
bilinmediği ve tevakkuf etmek gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Bu alime göre bu konuda Hanefilerin Eş‘arilerden ayrıldığı nokta şudur. Eş‘arilere göre, bu konuda kesinlikle bir hüküm yok iken, Hanefilere göre bu konuda ALLAH katında bir hüküm var ama bu hükmün ne olduğu bilinmemektedir. İbn Emîru’l‐Hâcc ise Hanefîlerin çoğunluğunun ibaha görüşünde olduğunu söylemekte, fakat bunun özellikle Iraklı Hanefiler için geçerli olduğunu belirtmektedir.

Hüsün ve kubuh
Âlimlerin bu husustaki görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür.
1) Eş'ariyye ve Selefiyye ile Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcülerin çoğunluğu ve bazı Hanefî usulcülerine
göre hüsün ve kubuh şer’îdir. Yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak şer‘in tespit ve tayininden sonra bilinebilir. Çünkü iyilik veya kötülük bir fiilin mahiyetine ve zatına ait bir vasıf olmayıp; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır.
Herhangi bir iş bir kişinin amacına ve yaratılışına uygun düşerken, bir başkasına aykırı gelebilir. Bu sebeple aklen iyi veya kötü kabul edilen şeylerin ALLAH nezdinde de öyle olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu anlayışa göre insanlar açısından fiiller ancak emir yahut yasak şeklindeki bir hitaptan sonra değer kazanır.
2) Cehmiyye ve Mu’tezile mezhepleri ile bazı Mâtürîdî/Hanefî alimlerine göre ise hüsün ve kubuh
aklîdir. İyilik ve kötülük değerleri akıl yürütmekle bilinebilir. Zira iyilik ve kötülük bir şeyin mahiyetine dahil olup onun zatî bir vasfını teşkil etmektedir. Mu'tezile mezhebinin beş prensibinden biri olan adalet, bir yandan insana irade hürriyetini tanımayı, öte yandan bu hürriyetini iyilik yönünde kullanabilmesi için insanın iyi olanı kötü olandan ayırabilme yeteneği olarak akıl gücüne sahip bulunmayı gerektirir. Mu'tezile âlimleri, bu konuya verdikleri büyük önem dolayısıyla kelâmcıların rasyonalist kesimi olarak tanınmışlardır. Bütün Mu'tezile kelâmcıları, vahyin haber verdiği bilgilerin doğruluğuna kesin olarak inanmakla birlikte kural olarak insanların mükellefiyetlerine dair bilgilerin aklî bilgiler olduğunu kabul etmişlerdir.
3) Mâtürîdî/Hanefîlerin çoğunluğu ile Selefiyye’ye mensup bazı âlimler ise iyilik ve kötülük
değerlerinin akılla ilişkisi konusunda orta yollu bir anlayışa sahip bulunmuşlardır. Onlara göre hüsün ve kubuh kısmen aklî, kısmen de şer'îdir. İnsana ait fiillerin bazı vasıflarının iyilik ve kötülüğü gerektirecek birtakım sonuçlan vardır ve akıl bu özellik ve sonuçlara dayanarak bir işin iyi veya kötü (güzel veya çirkin) olmasına hükmedebilir. Bu durumda selim akılların kötü gördüğü fiil din tarafından kötü, iyi gördüğü fiil din tarafından iyi kabul edilmiştir. Bu görüş sahipleri bu noktaya kadar Mu’tezile ile aynı kanaati paylaşmaktadırlar. Fakat onlar mükelleflere ait fiillerle ilgili ilâhî hükümlerin bu fiillerdeki aklın kavradığı iyilik ve çirkinliğe bağlanmasını şart koşmazlar. Zira akıl ne kadar kâmil olursa olsun hata edebilir, ayrıca bazı fiiller akıl ile idrak edilemez. Dolayısıyla ilâhî hükümlerle aklın iyilik veya çirkinliğini kavradığı fiil arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Bu sebeple onlara göre akıl hukukî hükümlere kaynak teşkil etmede yeterli olmayıp peygamberlerin ve ilâhî kitapların bulunması halinde şer’î hükümlerin kaynağı bu kitaplar ve peygamberler olacaktır.

Bu kelâmı tartışmaların pratik sonucu, peygamberlerin daveti ve ALLAH'ın şeriatı kendilerine ulaşmayan insanların dinî ve hukukî sorumlulukları konusunda ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile’ye göre bu insanlar her türlü fiillerinden dolayı sorumlu, Eş'arî ve Mâtürîdîler'e göre ise sorumlu değildir. Ancak Mâtürîdîler, bunların yalnızca ALLAH'ı tanıma ve bulma sorumluluğu taşıdıklarını belirtmişlerdir.

Ehliyet Kavramı
İslâm âlimleri “ehliyyetü'l‐hitâb” derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir.
Ehliyetin “vücup ehliyeti” ve “eda ehliyeti” şeklinde iki türü vardır.

1. Vücup ehliyeti
Vücûp ehliyetinin temelini hayatta olma özelliği teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Anne karnındaki çocuğun (cenin) sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve nesep haklarının bulunduğu, bu sebeple de eksik vücûp ehliyetine sahip olduğu belirtilir.

Hanefî fakihleri zimmetin ve vücûp ehliyetinin kişinin ölümünden sonra da belli durumlarda geçici
bir süre için devam edeceği görüşüne sahiptirler. Onlar ölenin malından borçlarının ödenmesini, teçhiz, tekfin, vasiyet gibi görevlerin yerine getirilmesini, sağlığında iken başlatıp da ölümü sonrasında
sonuçlanan bazı fiillerinin kazandırıcı veya borçlandırıcı etkisinin doğrudan öleni veya terekeyi hedef
almasını, kişinin zimmet ve vücûp ehliyetinin ölüm sonrasında da belli bir süre için bir yönüyle devam
ettiğinin delili sayarlar.
Kişi doğumdan itibaren tam vücup ehliyetine sahip olur. Bu yüzden malî haklardan faydalanmaya ve malî borçlar altına girmeye tam ehil olur.

Edâ ehliyeti
Edâ ehliyeti, “kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya
elverişli oluşu” demektir.

Bu ehliyetin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Temyiz, kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demektir. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir. Bu sebeple kişilerin edâ ehliyetini kazanması temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde ifade edilen üç kademede gerçekleşir. Bu açıdan insan hayatı farklı dönemlere ayrılır:

Temyiz Öncesi Dönem
Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin tam vücup
ehliyeti bulunmakla beraber edâ ehliyeti yoktur, bu kişiler haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla
kullanırlar.

Temyiz Dönemi
Henüz bulûğa ermemiş, fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar eksik edâ ehliyetine sahiptir. Kişiler
yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir.
1) Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme
gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî‐malî sorumluluğu
bulunsa da cezaî sorumlulukları yoktur.
2) Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemler geçerlilik açısından
üç gruba ayrılır:

Tamamen yararına olan işlemler: Hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve
mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur.
Başkasına vekil olması da kendisi açısından hiçbir risk taşımadığı için bu grupta değerlendirilir.
Tamamen zararına olan işlemler: Hibede bulunma, borç ikrarı, kefalet gibi sırf zarar sayılan hukukî
işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve
muhakeme gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan
tedbirlerdir.

Hem menfaatine hem zarara ihtimali olan işlemler: Niteliği gereği hem kâr hem de zarar yönü
bulunan alım satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı
ile geçerli olur. İzinsiz yaptığı bu tür işlemlerin yürürlük kazanması kanuni temsilcisinin onayına kadar
askıda (mevkuf, gayri nafiz) kabul edilir.

Büluğ ve rüşd dönemi
Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her
ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini
gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna “âkıl ve bâliğ olmak” denir. Tam edâ ehliyetine “teklif ehliyeti” de denir.

Ehliyeti Etkileyen Arızî Durumlar (Ehliyet Arızaları)
Hanefi usul bilginleri bu ârızaları “semavî” ve “müktesep” olmak üzere iki kısma ayırarak incelemişlerdir. Fakat bu durum ve sebeplerin bir kısmı arıza tanımına tam uymayıp daha çok hayatın veya kişinin cinsiyetinin tabii seyri içinde yer aldığından bazı usulcüler ehliyet arızalarını daha sınırlı tutarlar.

1. Semavî arızalar
Semavî arızalar, meydana gelmesinde kişinin çaba veya seçiminin bulunmadığı durumları ifade
eder. Yaş küçüklüğü, delilik (cünûn), akıl zayıflığı (ateh: bunaklık), kölelik, uyku, unutma, baygınlık, ay
hali (hayız), lohusalık, ölüm, ölümle sonuçlanan hastalık (maradu’l‐mevt) gibi durum ve sebepler
böyledir.

2. Müktesep arızalar
Müktesep arızalar da meydana gelmesinde mükellefin veya üçüncü şahısların irade ve seçiminin
etkili olduğu sonradan kazanılmış durumlardır. Bu grupta da sarhoşluk (sükr), harcamalarda tedbirsizlik (sefeh), bilgisizlik (cehalet), yanılma (hata), ciddiyetsizlik (hezl), yolculuk, zorlama (ikrah), iflâs gibi sebep ve haller yer alır.
Alıntı ile Cevapla