Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Aralık 2013, 14:43   Mesaj No:2

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar

10. HAFTA
OSMANLI DEVLETİ: MÜESSESELER
DİVAN-I HÜMÂYUN
İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı, daha sonra değişik şekil ve isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahın başkanlığında önemli devlet işlerini görüşmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-ı Hümâyun" denirdi.

Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askerî sınıftan şikâyeti bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksız muamelelerine uğrayanlar vs. gibi davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı,

Divanda idarî ve örfî işler vezir-i azam, şer'î ve hukuki işler kadıasker, malî işler defterdar, arazi işleri de nişancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapılırdı. Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alınırdı. Ondan sonra kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu.

DİVAN ÜYELERİ
Kuruluş döneminde divanın asil üyeleri: Vezir-i azam, kadıasker, defterdar ve nişancıdan oluşmaktaydı.

Vezir-i Azam ve vezirler
Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi. Osmanlı Devleti’nde ilk vezir Alaeddin Paşa’dır. Vezir-i azam, padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan, sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti.

Kadıasker
Osmanlı Devleti'nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan kadıaskerlik teşkilatı kuruluşundan itibaren mevcut olan bir kurumdur. Osmanlı Devleti'nde ilk kadıaskerin Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Pasa olduğu belirtilmektedir. Kelime olarak lügat mânâsı “asker kadısı" demek olan kadıaskerlik, Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli hir mevki idi. Bununla beraber, Divan-ı Hümâyun azası olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil adlî işlere de bakıyorlardı. On-lar, belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan' toplantılarında vezir-ı a'zamın sağında vezirler, solunda da kadıaskerler yer alırdı.

Defterdar
Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan “defterdar” “deftertutan” demektir. Bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı karşılığıdır. Osmanlılar, XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murad zamanında maliye teşkilâtının temelini atıp onu tedricen geliştirmişlerdir.

Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar, Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra, yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçların çoğalması yüzünden sayıları artırıldı. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki kişi idi. Defterdar tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayında sadır olan Hatt-ı hümâyun mucibince terk edilerek verine "Malîye Nezareti" tabiri kullanılmıştır.

Nişancı:
Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı", ferman, berat, menşur, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm gibi devlet resmî evrakının baş tarafına padişahın, imzası demek olan nişanı koyardı

Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. asır başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Nişancılık müessesesinin başında bulunan görevliye Osmanlılarda nişancı denirken. Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-İnşa" deniyordu.

Nişancı, Divan-ı Hümâyun azası olmasına rağmen, vezir rütbesini haiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi. Nişancılık 1836 yılında tamamen lağvedilerek vazifeleri “Defter emini”ne verilmiştir.

SARAY TEŞKİLATI
İlk Osmanlı sarayı, mütevazı bir şekilde Bursa'da yapılmıştı. Bundan sonra Edirne'de saraylar inşa edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılmıştı. Fakat daha sonra beğenilmeyen bu sarayın (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasında bulunan tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray inşa edilmişti. Yeni saray adı verilen bu saray (Topkapı Sarayı), padişahın ailesine mahsus daireler (harem), Enderun ve dış hizmetlerle alâkalı Birûn adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi.

Enderun:
Osmanlı Devletinde XV. asır ortalarından itibaren medrese dışında en köklü ve sağlam ikinci eğitim kurumu, Enderûndu. Sarayın, Enderun halkını, devşirme denilen bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devşirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaşları arasında toplanıp önce Enderun dışındaki Edirne Sarayı, Galatasaray! ve İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderun'daki ihtiyaç ve kıdemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birisine çıkarılırlardı. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasındaki eskiler, yani kıdemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (boşaldığında) buraya verilirlerdi. Veya zamanları gelince kapıkulu süvarisi olarak dışarı çıkarılırlardı.

Harem:
Harem, Osmanlı padişahlarının hususi evi konumunda olan binalar manzumesidir. Topkapı Sarayı'nda ikinci avlunun solunda Divân-ı Hümâyunun arka kısmında yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nazır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından meydana gelmektedir. İslâm dünyasında eskiden beri yaygın olarak bilinen bir terim olarak harem, sarayların ve büyükçe evlerin sadece hanımlara tahsis edilen bölümü ve selamlığın mukabili olarak kullanılmıştır. Topkapı Sarayı da Osmanlı padişahlarının sarayı olduğundan, padişahın aile efradı ve onlara hizmet eden kadınlara tahsis edilmiş bölümüne Harem-i Hümâyun denilmiştir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padişah olduğuna göre buradaki hiyerarşi ile mevcud binaların konumu, tefrişi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alınarak belirleniyordu. Böylece valide sultan, hasekiler (kadın efendiler), şehzadeler, padişah kızları (sultanlar), ustalar, kalfalar ve cariyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer alıyorlardı. Harem halkını, padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar ve şehzadeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, cariyeler şeklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek mümkündür.

Ak ve Kara Hadım Ağaları
“Ağa-i Bâbu's-Saâde” denilen kapı ağası, hadım ak ağalarından olup yeni sarayın baş nâzırı, ve “Bâbu's-Saâde”nin âmiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının “Bâbu's-Saâde” denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbu's-Saâde veya Kapı ağası idi. Kapı ağası, Haremin en büyük zabiti durumunda idi. Kapı ağasının emrindeki Ak hadımlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.

Bîrûn Erkânı:
sarayın Enderun dışındaki hizmet erbabından olup emir-i alem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkânı içinde yer alıyorlardı.

OSMANLILARIN İLK ASKERÎ TEŞKİLÂTI
Bizans İmparatorluğu'nun hudutlarında bulunan ve Osman Gaziye bağlı olan Türk aşiretleri atlı idiler. Osman Bey zamanında harplere iştirak edip fetih yapanlar bu aşiret kuvvetleri idi. Aşiret kuvvetleri, başlarında serdarları olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay alıyor ve zapt edilen topraklardan yerleşme hakkı elde ediyorlardı. Toprağa yerleşen Türkmenler, tasarruf ettikleri yer karşılığında Osman Gazi'ye tabi oluyorlardı. Tımarlarının gerektirdiği sayıda atlı askeri de savaşa gönderiyorlardı. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakın çevresini koruyan ve yevmiye hesabı ile ücret alan askerlerin sayısını artırdı. Bunlar, Selçuklularda olduğu gibi "Kul" veya "Nöker" adı ile anılıyorlardı. Ulûfeli askerlerin sayısı, beyliğin gücü ile orantılı olarak artıyordu. Bu bakımdan beyliğin sınırları genişledikçe Osman Bey'in kapısındaki kul sayısı da artıyordu.

Atlı olan aşiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarında fazla tesirli olamıyorlardı. Bundan başka fetihler sonucu arazi genişleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandaşı durumuna gelmesi ve muhasaraların uzaması üzerine aşiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulaşamıyorlardı. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamlı bir askerî birliğe ihtiyaç duyuldu.

YAYA VE MÜSELLEMLER
Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa’nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre devamlı surette savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adı verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askerî sınıfa mensup olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırt edilmeliydi. Bu sebeple, bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi tespit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.

OSMANLI KARA ORDUSU
Osmanlı Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrılmakta idi. Bunlardan biri "Kapıkulu Askerleri" diğeri de "Eyalet Askerleri" adını taşıyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kısımlara ayrılıp ona göre isimler alıyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip oluşturduklarından ayrıca bunlara "ocak" deniyordu. Ocağın en büyük subayına da "Ocak Ağası" adı veriliyordu.

KAPIKULU ASKERLERİ
Kapıkulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diğer bazı devletlerde olduğu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sınıfa dahil olan askerler, devletten "Ulufe" adıyla maaş alırlardı. Kapıkulu askerleri başlangıçta devlet merkezinde bulunuyorlardı. Fakat ülke genişleyip muhafazası için hudut boylarında kaleler inşa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldılar.

KAPIKULU PİYADESİ
Osmanlı Devleti'nin, merkez askerî teşkilât, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askerî teşkilâtının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardı. Kapıkulu piyadesi de kendi arasında ayrı gruplara ayrılmıştı.

Acemi Ocağı
Osmanlı askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teşkil eden yeniçerilere menşe' olan "Acemi ocağı", Sultan Birinci Murad zamanında Kadıasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çıkmıştı. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdiğine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'ın devr-i saltanatında 763 (1361-62) tarihindeki Zağra'nın fethi ile başlamıştır. Devlet adına ve "Pencik" kanununa göre alınan esirler", Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için Gelibolu'da kurulmuş bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasında işleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardı. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına almıyorlardı.

Acemi oğlanlar, ziraat işlerinde çalıştırıldıkları gibi kısa zamanda Türkçe ile birlikte İslâm-Türk örf ve âdetlerini de öğreniyorlardı. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocağı"na kayıt ettiriliyorlardı. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karşılığı "Yeniçeri Ocağı"na gönderiliyorlardı.

Yeniçeri Ocağı
Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanın en mükümmel ordusu haline getirilmişti. Bu ordu, teşkilât ve disiplini ile bu sıfatı taşımaya hak kazanmıştı. Osmanlı Devleti'ni kuran ve kısa bir zamanda hudutları Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine; İran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar götüren hükümdarların en büyük dayanaklarından biri bu ordu olmuştur.

Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmiştir.

Her yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi. Her ortanın da "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azil ve tayini 1593'e kadar doğrudan padişah tarafından gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.
Cebeci Ocağı
Kapıkulu askerinin piyade ocaklarından biri de "Cebeci Ocağı"dır. Kelime olarak "cebe" zırh demektir. Yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kurşun, barut, zırh, vb. ihtiyaçları olan savaş alet ve eşyası yapan veya tedarik eden ocağa "Cebeci Ocağı" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harp levazımatını deve ve katırlarla nakil ederek, cephede bulunan yeniçerilere dağıtırdı. Savaş sonunda da bunları tekrar toplardı. Bu arada tamire muhtaç olanları da tamir ederek silah depolarında muhafaza ederdi.

Bu ocağa girecek olanlar, "Pencik" ve "Devşirme Kanunu" devam ettiği müddetçe Acemi oğlanları arasından seçilirdi. Sonraları Yeniçeriler gibi bunların da evlenmelerine müsaade edildiğinden yetişen çocukları da cebeci olurdu. Ocağa alınacak kimseler, önceleri "şakird" ismiyle alınır, daha sonra fiilen cebeci olurlardı.

Diğer Kapıkulu ocakları gibi "orta" denilen ve 38 bölüğe ayrılmış bulunan cebecilerin en büyük komutanı "Cebecibaşı" idi. Ortalar, kendi aralarında silah yapan, silahları tamir eden, barutları ıslâh eyleyen, harp levazı-matını tedarik edip hazırlayan ve humbara yapanlar gibi ayrı ayrı kısımlara ayrılıyorlardı.

Topçu Ocağı
Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Efradı, Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır. Yıldırım Beyâzid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kusatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpaşazâde tarafından anlatılmaktadır. Topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur. Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed olduğu belirtilmektedir.

Humbaracı Ocağı
Farsça asıllı bir kelime olan humbara, içine patlayıcı maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapılmış bulunan mermi demektir. Humbaracı da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranın el ile atılanı (el bombası) olduğu gibi havan topu ile atılanı da vardır. Ayrıca taş da atılabilirdi.

Daha çok kale kuşatmalarında ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karşı kullanılan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate değer başarılar sağlamışlardı. Humbaracıbaşı adı verilen bir subayın komutasında bulunan bu ocak mensupları, başlangıçta biri topçulara, diğeri cebecilere bağlı olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Bu ocağın esas kısmının Kapıkulu gibi maaşlı değil, tımarlı olduğu bilinmektedir.

Lağımcı Ocağı
Kuşatma altındaki surlarının altından tünel (lağım) kazmak suretiyle yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan bir ocaktır. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayalı olan bu ocak, XVII. asrın ortalarından itibaren bozulmaya yüz tutmuştu. Biri, Cebecibaşnın komutasında ve maaşlı, diğeri de Lağımcıbaşı denilen komutanın emri altında ve tımarlı olan iki kısma ayrılıyorlardı.

KAPIKULU SÜVARİSİ
Osmanlı kapıkulu ordusunu teşkil eden ikinci sınıf askerî güç, Kapıkulu süvarisidir.
Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sınıfın da büyük bir hissesi vardır.
Kapıkulu süvari sınıfını meydana getiren efrad da devşirme çocukları ile harplerde esir alınan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarın şahsına mahsus olan atlı kuvvetler idi. Derece ve maaş itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarına rağmen, idare üzerindeki nüfuzları ve harplerdeki önemleri itibarıyla onlar kadar ilerde değillerdi.
Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sağ ve solunda yürürlerdi. Sipah sağda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarların solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürüyorlardı.
Sipah ve silahtarlar, muharebe meydanında padişahın çadırını (Otağ-ı hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasında, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarını, garipler ise ordu ağırlıkları ile hazineyi muhafaza ederlerdi.

EYÂLET ASKERLERİ
Osmanlı kara ordusunun ikinci kısmını meydana getiren, devletin büyümesinde, gelişmesinde ve sınırlarını genişletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlar: Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Tımarlı Sipahiler olmak üzere 3 gruptan oluşmaktadır.

YERLİ KULU
Yerli Kulu piyadesi, eyalet paşaları ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanları da bunlar tarafından tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî sınıftır. Devlet merkezindeki askere Kapıkulu dendiği gibi, merkezin dışında bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maaş alabilen bu askerî sınıfın iaşesi, eyalet veya sancak beyi vasıtasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sınıfa dahil askerler gördükleri hizmetlere göre: 1- Azepler, 2- Sekban ve tüfekçiler, 3- İcareliler, 4- Lağımcılar, 5- Müsellem'ler olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır.

1. Azepler
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanlı askerî teşkilâtında: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmiş bir askerî sınıf için kullanılmaktaydı. Yerlikulu askerinin ilk sınıfını meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardı. Ordunun ön saflarında yer almalarından dolayı düşman taarruzuna en çok onlar maruz kalıyorlardı. Klasik Osmanlı ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birliğidir..

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatılmış olan azepler, ordunun ön saflarında bulunduklarından ilk olarak onlar düşman hücumuna maruz kalırlardı. Bunların gerisinde toplar, onların arkasında da yeniçeriler yer alırdı. Savaş başladığı zaman azepler sağa sola açılmak suretiyle topçunun rahat ateş etmesine imkan sağlarlardı.

2. Sekban ve Tüfekçiler
Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasıl olduğunda meydana getiriliyorlardı. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lağımcıbaşı" denilen bir subayın komutasına verilmişlerdi.

3. Müsellemler
Osmanlı Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarında ordunun geçeceği yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı. Rumeli'de genellikle Hıristiyan tebeadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.

SERHAD KULU
Osmanlı kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sınıfı olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarına göre ayrı kategorilerde mütalaa edilmiştir. Bu sımf: Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrılmışlardır.

1. Akıncılar
Serhad kulu grubunun en önemli birliğini akıncılar teşkil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerinden teşekkül eden birliktir. Serhad denilen hudud boylarında bulunan akıncılar, fevkalade disiplinli bir teşkilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düşman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düşmandan elde edilen esirler vasıtasıyla öğrendikleri bilgileri değerlendirerek önemli bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Öncü kuvvetler oldukları için, ordunun keşif hizmetlerini görüyorlardı. Bundan başka onlar, düşman topraklarındaki araziyi tedkik ederek orduya yol açıyorlardı. Çok seri hareket ettikleri için, düşmanın pusu kurmasına imkan vermiyorlardı. Ayrıca ordunun geçeceği yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sağlıyorlardı. Çok hızlı hareket ettikleri için, düşmana karşı dehşet saçar ve onların maneviyatı üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardı.
Akıncılar içinde devşirme yoktur. Bu sınıfa, Arnavut ve Boşnak gibi, Osmanlılar vasıtasiyle Müslüman olanlar da alınmazdı. Akıncı olabilmek için Osmanlı Türkü olmak gerekiyordu, Büyük bir kısmı, Avrupa ve Balkan halklarının dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sınırların ötesinde kendilerine bağlı birçok ajanları vardı. Barış zamanında akıncılar, kendi iş ve talimleri ile meşgul olurlardı. Düşman ülkesine yapılan akınlar, gelişigüzel değil, bir plan ve program dahilinde olurdu.

2. Deliler
Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teşkil ediyordu. Bunların büyük bir kısmı Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlılar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakınmıyorlardı. Gerçekten bu sınıfa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, aslı "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayı halk arasında "deli" olarak meşhur olmuştu. Başlarında, benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir başlık bulunurdu. Şalvarları kurt veya ayı derisinden olup tüyleri dışarda idi. Bu kıyafetleri ile deliler, düşmana büyük bir korku verirlerdi.

TIMARLI SİPAHİLER
Osmanlı eyâlet kuvvetlerinin en kalabalık ve önemli sınıfını tımarlı sipahi denilen atlı birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelişmesinde başlıca rolü oynayan topraklı ve tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Osmanlılar, bu sistemi daha da geliştirmişlerdi. Bu sayede Osmanlılar, bir taraftan toprağın işlenmesini sağlarken, öbür taraftan devletin atlı ihtiyacını gideriyorlardı.
Tımarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün "Subaşı" denilen çeribaşları ile bayraktar ve çavuşları vardı. Tımarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin komutası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bağlı bulundukları sancak-beylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutası altında sefere giderlerdi. Savaş esnasında ordunun sağ ve solundaki kanatları teşkil ederek hilal şeklini almak suretiyle yandan gelecek saldırılara karşı merkezi muhafaza ediyorlardı. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin, ikincisine üç bin akçalık tımar bağlanırdı.

XVII. asır başlarına kadar Anadolu ve Rumeli'deki tımarlı sipahilerle, bunların kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur oldukları "Cebelû" sayısı 90 binden fazla iken bu miktar, sonraları üçte bire inmişti. Tımarlı sipahi askerinin azalması sonucunda valiler, kapılarında besledikleri derme çatma levend, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalıştılar.

OSMANLI DONANMASI
Osmanlı denizciliğinin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydınoğulları ve Karesi Beyliği gibi komşu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadır. Gerçekten, Osmanlı Beyliği gelişip denizlere ulaştığı ve kıyı sahibi olduğu zaman, komşu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmişti. Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmişti. Bununla beraber Osmanlıların ilk zamanlarda küçük te olsa Karamürsel, Edincik ve İzmit'te tersane kurdukları bilinmektedir. Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adım atılmış oluyordu. Bundan başka Saruhan, Aydın ve Menteşe beylikleri gibi denizde kıyısı olan beylikler, Osmanlı Devleti'nin idaresine girince, onların tersanelerinden de istifade edilmişti. Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alıp hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasının temelleri atılmış oluyordu.

Osmanlı harp gemileri, Gelibolu ile İstanbul tersanelerinden başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapılacak gemilerin sayı ve çeşitleri, hükümet tarafından o mahallin kadılarına bildirildiği gibi bunların inşa müddeti de tayin edilirdi.
Alıntı ile Cevapla