Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 Arkadaşları:5 Cinsiyet:erkek Yaş:37 Mesaj:
4.833 Konular:
926 Beğenildi:342 Beğendi:0 Takdirleri:62 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: sakarya ilitam İslam Tarihi 9-14.haftalar
11. HAFTA
OSMANLI MALİYESİ
Osmanlı maliye teşkilâtının başında "Defterdar" adı verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün malî işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı.
Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderun (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Hazine, defterdarın sorumluluğu, vezirin denetimi altında idi.
Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu
VERGİLER
Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakları vardı. Bunların başında da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakıa olan vergi, amme hizmetlerinin muntazam bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.
Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamiyle şeriata dayanan ve esas itibarı ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Şer'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Şer'iyye" denmektedir. İkincisi de baş gösteren malî sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.
ŞERİ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ŞER'İYYE)
ZEKÂT
Osmanlılarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayı ilgilendiren vergilerden biri, Haraç adını taşımaktadır. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Harac-ı Muvazzaf ve Harac-ı Mukasem adını taşımaktadırlar.
Harac-ı Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba girenlerden bir kısmını şöyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Âsiyâb, Resm-i Tapu, Bir kısmı da bir çeşit şahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, İspenç ve Dühan gibi isimler alıyordu. Biraz aşağıda görüleceği gibi Harac-ı Mukasem, Osmanlılar döneminde "öşür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakımdan biz de öşür bahsinde ona temas edeceğiz.
ÖŞÜR
Bilindiği gibi İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler şartlar dâhilinde Müslüman tebeadan alınan vergiye Öşür denir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, mülk olan "arazi-i öşriyye"den sadece öşür alınmaktaydı. Bu dönemde Osmanlılarda arazi biri "Öşriyye" diğeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayrılıyordu.
CİZYE
Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarını korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında aldığı bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayı cizyeye bağlamakla, devlette bir denge sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında müslümanlarla zımmîler devletin vatandaşlarıdır. Aynı haklardan faydalanmakta ve aynı ölçülerde devletin imkânlarından yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık, ehl-i zimmet te cizye vermekteydi.
Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik çağına gelmiş akıl ve vücutça sağlam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düşenler, 14-75 yaşlarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler.
ÖRFÎ VERGİLER (TEKÂLİF-İ ÖRFİYYE)
Osmanlılarda şer'î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduğuna temas edilmişti. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu.
TAŞRA TEŞKİLÂTI
Osmanlı Devleti'nde taşra idaresi, aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmuştu. Reaya denilen köy halkı da "dirlik", "vakıf ve "mülk" reayası olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştı. Köylerin birleşmesiyle kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden de eyaletler ortaya çıkmıştı.
BEYLERBEYİ
Osmanlı Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII. yüzyıldan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibarı yüksek bir görevli idi. Osmanlıların ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu işlerinden sorumlu olurdu. Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi. Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa idi. Onun vefatından sonra bu vazife, Lala Şahin Paşa'ya verilmişti. Fakat Sultan I. Murad zamanında Çandarlı Halil Hayreddin Paşa'nın ordu komutanlığını da eline alması üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmış gibi görünse de nüfuzları yine de devam ediyordu. XIV. asır boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerin komutanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumunda idi.
Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-ı siyasette" sultanın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenliği sağlamak, tımar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler. Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile tımarlı sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katılmak zorunda idiler. Beylerbeyi seferle görevlendirildiği zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini bırakırdı.
Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Kanunnâmelerde belirtildiğine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdarı, beylik ile nişancı olanlar, beşyüz akçalık kadılar ve dörtyüz bin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi. Rumeli beylerbeyi terfi ettiği zaman "Küçük vezir" yani Divan-ı Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi terfi ettiği zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu.
SANCAKBEYİ
Sancak, Osmanlı taşra teşkilatında kazaların birleşmesiyle teşekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafından yönetilen idarî birimin adıdır.
Sancakbeylerinin dereceleri, sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Kanunnâmelerde belirtildiği gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi. Oğullarına ise otuz bin akçalık zeamet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolda bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Devlet merkezindeki yeniçeri ağası, nişancı, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa beşyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi.
TOPRAK İDARESİ
İslâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlılardan önceki Müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk İslâm devletlerinde uygulanmıştır.
Anadolu'da, Osman Gazi ile başlayan tımar sistemi, ondan sonra gelen torunları tarafından devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamanında tımar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayıt bulunmaktadır. Ayrıca gazilerin yani tımar erlerinin yeni zaptedilen uçlara yerleştirildiği hakkındaki rivayetler de tımarların askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamıza vesile olmaktadır. Rumeli fetihleri başlayınca tımar sistemi oralarda da uygulanmaya başladı. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhatı ehemmiyet kazanınca Anadolu'dan pekçok halk ve bazı Türk aşiretleri oradan alınıp Rumeli'ye iskân ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini sağlamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle tımar sistemi daha da yaygınlık kazanmaya başladı.
Başlangıçta “Has” ile “Tımar” şeklinde ikiye ayrılmış olan dirlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katılması ile üç kısma ayrıldılar. Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa ölünce, onun yerine Kara Ali oğlu Kara Timurtaş Paşa beylerbeyi olmuştu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtaş Paşa, “Has” ile “Tımar” arasında “Zeamet” adı ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettiği muhakkak olan bu toprak sistemi, toprağın mülkiyet hakları ile ilgili değildir.
1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlılarda arazi:
a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metruke, e- Arazi-i Mevât olmak üzere beş gruba ayrılmaktadır:
a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kısımdan ibarettir:
1. Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarım dönümlük yerlerdir.
2. Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüştürülen yerlerdir.
3. Öşrî topraklardır.
4. Haracî topraklardır.
Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarını diledikleri gibi kullanır, işler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fıkhî hükümler tatbik edilir.
Arazi-i Emîrîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kışlak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden tımar ve zeamet sahipleri tarafından kullanılan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmiştir.
Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmiş olan topraklardır. Vakfı yapan (vâkıf) tarafından tesbit edilen şartlara göre kullanılır.
Arazi-i Metruke: Toplumun menfaati için yapılan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkının birlikte istifade edebilmesi için bırakılan mera, koru vs. gibi yerlerdir.
Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemiş bulunan ve imar bölgeleri dışında bırakılmış olan topraklardır.
TIMAR (DİRLİK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaşlarda yararlılığı görülen, kale yapım ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diğer bazı hizmet erbabına dağıtılarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve şer'î vergileri toplaması şeklinde tanımlanabilir. Toprağın "rakabe" denilen çıplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakkı tımar sahibine aittir. Toprak üzerindeki bu hak, babadan oğula intikal etmekte, ancak tımar sahibinin toprağı satması, hibe etmesi, bağışlaması, rehine koyması veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün değildir.
Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan tımar sistemi, Osmanlı toprak rejiminin temelini teşkil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, içtimaî, askerî ve idarî teşkilâtların tamamı büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydı. Toplum hayatında en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varıncaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sağlıyorlardı.
Osmanlı toprak düzeninde dirlikler, üç kısma ayrılıyordu. Bunlar:
Has: Padişah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarına tahsis edilip, senelik hâsılatı 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirini her beş bin akçası için bütün masrafları kendisine ait olmak üzere bir ''cebelû” yetiştirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi. Haslar ırsî değildir.
Zeamet: Senelik hâsılatı 20-100 bin akça arasında değişen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçası kılıç hakkı olduğundan, zeâmet sahibi bunun dışında kalan her beş bin akça için bir “cebelî”yi yetiştirmek ve harbe götürmek zorundaydı. Zeametler, devlet merkezinde bulunan hazine ve tımar defterdarlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarına, kapıcıbaşılara, hâcegan-ı diyan-ı hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunların büyük bir suçu görülmedikçe zeametleri ellerinden alınmazdı.
Tımar: En küçük kategoriyi teşkil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasında olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kılıç hakkı değişmektedir. Kılıç hakkının dışında kalan her üç bin akça için tımar sahibi bir "cebeli" yetiştirmek zorundadır.
TIMAR SİSTEMİNİN BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erişen tımar sistemi, bu pâdişâhın ölümünden sonra bozulma temayülü göstermeye başlamış olacaktır. Koçi Bey 1584 tarihine kadar tımarların kılıç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulunduğunu, bu sınıfa yabancı ve kötü kişilerin girmediğini keza tımarların büyükler ile âyânın sepetine de girmediğini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmediğine işaret eder. Fakat XVI. asrın sonlarına doğru tımarların iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr sağlayabilmeleri için reayaya haksızlıklarda bulunmaları, bozulmanın başlangıcı sayılmaktadır.
SOSYAL MÜESSESELER
VAKIFLAR
Abbasîler devrinde, hukukî esasları tesbit edilen vakıf müessesesi, İslâm dünyasının her köşesine sür'atle yayıldı. İslâm cemiyetinin siyasî ve iktisadî gelişmesiyle paralel olan bu çoğalmayı, Mâveraünnehr'den Atlantik kıyılarına kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanalları, suyolları, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imaretler gibi birçok dinî ve hayrî tesis hep bu vakıflar sayesinde vücuda getirildi.
Orhan Gazi'den başlayarak Osmanlı padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde fakirler de pek çok vakıf tesisler meydana getirdiler. Niğbolu'dan zaferle Bursa'ya dönen Yıldırım Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir tekke, iki medrese ve bir cami yaptırdı. Bütün bu müesseselerin ihtiyacını giderebilecek genişlikte vakıfları da tayin etmeyi ihmal etmedi. Nitekim, Dârulhayrın evkafından olmak üzere aş ve yemden başka her yıl bilginlere, yerli ve yabancı yoksullara 600 müdd buğday verilmek, her gün konuğa ve yerliye et ile birlikte 300 çanak aş eriştirilmek üzere vakıflarını tayin buyurdu.
Vakfı Yapan Kimsede Bulunması Gereken Şartlar:
1. Vâkıfın, temlik ve teberrua ehil olması gerekir. Başka bir ifade ile akil, baliğ, reşid ve hür olmalıdır. Yaşı küçük ve akıl sağlığı yerinde olmayanın vakfı sahih değildir.
2. Vâkıf, borçtan dolayı mahcur bulunmamalıdır.
3. Vâkıfın, vakfa rızası bulunmalıdır.
4. Vâkıf, vakf ettiği şeyi, hayır ve sevab kazanma inancı ile yapmalıdır. Burada gözetilen gaye, ALLAH'ın rızası ve toplumun menfaatidir.
Vakfedilen Malda Bulunması Gereken Şartlar:
1. Vakfedilen mal, vakıf anında vâkıfın mülkü olmalıdır. Başkasına ait olan bir şey vakfedilemez.
2. Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat olmamalıdır.
3. Vakfolunacak malın akar (ev, dükkân, tarla gibi gelir getiren mülk) olması gerekir.
4. Vakıfta muhayyerlik şartı bulunmamalıdır.
5. Vakf edilecek bina ve ağaçlar, müstahikkulkal' (yıkılmaya veya sökülmeye mahkûm) olmamalıdır.
6. Vakfın meşrutun lehi (vakıftan istifade edecek olanlar) belli olmalıdır.14
Vakıfların Kuruluş Şekilleri:
Vakıflar, şartlan haiz olan kimseler tarafından aşağıdaki şekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:
1.Tescil suretiyle: Vâkıf, hâkime (kadıya) müracaatla vakıf kurmak istediğini bilidirir. Bunun üzerine hâkim, yukarıda bir kısmından bahs edilen şartların bulunup bulunmadığını araştırır. Şayet bu araştırma müsbet bir şekilde sonuçlanırsa o zaman şahidlerin (şuhûdu'1-hal) huzurunda ve onların da karara iştiraki ile vakfı karara bağlayıp tescil eder.
2.Vasiyet yolu ile: Vakfı yapacak olan kimsenin ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakıftır. Eğer vâkıfın mirasçıları yoksa mamelekinin tamamını, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir. Ölümü halinde vasiyeti gereğince mülkü vakıf olur.
3.Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerinde cami inşa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kılmasına müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kılsa o mekân vakf-ı lâzım suretiyle vakıf olur. Artık burası cami olmuştur.
VAKIFLARIN İDARESİ
Bu büyüklükteki bir müessesenin iyi idare edilmesi, belli bir sisteme bağlanması ile mümkündür.. Nitekim her vakfın bir vakfiyesinin bulunması, vakfiyedeki (vakıf senedi) şartların "nass" gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrıca bunları yönetmek için müstakil idarelerin kurulmuş olması bunu göstermektedir.
Osmanlılar döneminde şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul oluyor, bunlar kadılar vâsıtasiyle teftiş ve murakabe ediliyorlardı. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları, emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. İstanbul kadısı ise bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti.
Mısır, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nın ilhakından sonra buralarda bulunan vakıflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan "Haremeyn Evkaf Nezareti"ne bağlandı. Daha sonra gelişen vaziyet gereği, Anadolu ve Rumeli vakıflarının idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teşkil olunan "Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti"ne bağlandı. Bu nezâretin teşkilinden sonra müessesenin başına getirilen ilk nazır el-Hac Yusuf Efendi olmuştu.
Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yılında Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti'ne ilhak olundu.
Osmanlı’da vakıfların idaresi ile ilgili kurumlar:.
Harameyn Nezareti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bağlı vakıflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise Çinili ve Atik Valide Camileri vakıflarının idareleri "Dârussaade Ağaları"mn elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habeşî Mehmed Ağa'nın başına getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, meşrutun lehi "Haremeyni'ş-Şerifeyn" halkı olan vakıfların idaresine bakardı. Kuruluşundan kısa bir müddet sonra Osmanlı Padişahları, hanımları ve Dârussaade Ağalan gibi önemli şahsiyetlerin vakıfları, buna ilave edildiği için bu nezâret önem kazanmıştı. Bu nezâret dört daire tarafından idare edilirdi. Bunlar:
ı- Evkaf-ı Haremeyn Müfettişliği: Diğer vakıf müfettişlerinden ayrı olarak nezâretin kuruluş tarihi ile birlikte kurulmuş hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakıfları ile birlikte diğer bütün vakıfların hukukî problemlerini ve işleyiş tarzlarını da teftiş ederdi. Bu müessesenin başına ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyalı Mehmed Efendi getirilmişti.
ıı- Evkaf-ı Haremeyn Muhasebeciliği: Dârussaade ağalarının nezâreti altında bulunan bütün vakıfların vakfiye ve kuruluş gayelerini tescil eden, vakıfları, vakfiyelerinin şartlarına göre idare eden ve muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.
ııı- Evkaf-ı Haremeyn Mukataacılığı: Haremeyn vakıflarından mukataaya bağlanan, bütün vakıf arazi ve binaların kayıtlarının tutulması bu daireye aitti. Aynı şekilde vakıflara ait vergi ve diğer gelirlerin toplanması (cibâyet), ferağ ve intikallerin sağlanması bu daire tarafından yürütülürdü.
ıv- Dârussaade Yazıcılığı: Dârussaade Ağaları'nın bütün yazışmaları bu büro tarafından yürütülüyordu. Burada çalışan görevliler, Dârussaade Ağaları'nın bütün sırlarını bildikleri için geniş bir nüfuza sahiptiler.
Bu dört daire tarafından tutulan defterler, sıyakat hattı ile yazıldıkları gibi muhteva bakımından da tarihî belgelerin en mükemmeli durumunda idiler.
Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray müştemilatından olan Darphânenin üst tarafı idi.
Vezir Nezareti: Sadrazamların nezâreti ile idare olunan vakıflardır. Fâtih Sultan Mehmed'in 88
İstanbul'da yaptırdığı bina ve diğer hayır eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Paşa'ya, 872 (1467)'de de veziriazam İshak Paşa'ya tevcihiyle başladı. Bunlara daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakıfları da ilâve edilirdi. "Ser müfettiş" adı ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.
c- Şeyhülislam Nezareti: Sultan II. Bâyezid Han'ın İstanbul ve diğer şehirlerde meydana getirip tesis ettiği hayratının idaresini, hicrî 912 (1506) senesinde Şeyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile başladı. İdare merkezi Bâyezid imaret dairesi idi.
d- Tophane Umerası Nezareti: Sultan Bâyezid, Ha-midiye, Laleli, Selimiye, Mihrişah Valide ile II. Mahmud vakıflarının mülhakat ve mukataatından ibaret idi. Darphâne tarafından yönetilirdi.
e- İstanbul Kadıları Nezareti: Kadılara meşruta olan bu vakıfların tamamına İstanbul kadıları nezâret ederlerdi. Daha sonra bu nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadılıkları ile Kaptan Paşa, Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı, Bostancıbaşı gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12 sayısına kadar çıkmıştı.
VAKFİYE
Vakfiye, vakfın vâkıfı (vakf eden, vakfı tesis eden) tarafından hazırlanmış nizâmnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadılık siciline kayd edilip işlendikten sonra kesinleşirlerdi.
Tarih boyunca vakfiyeler, taş, deri ve kağıt gibi yazı için elverişli bulunan malzeme üzerine yazılarak günümüze kadar gelmişlerdir. Şayet vakfın mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanın duvarlarından birine kazılırdı. Nitekim Türkçe ilk vakfiye olan Germiyanoğlu II. Yakub Bey (ö.1428) vakfiyesi taş üzerine yazılmıştır.
Vakfiyelerde, ALLAH'a hamd ve sena, Resulüne salât ve selâmdan sonra hayır yapmaya teşvik edici, sadakanın sevabından bahs edici âyet ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insanı teşvik etmek ve edebî san'at yapmak bakımından âyet ve hadisler, şiirlerle de desteklenir. Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden oldukları için hukukî bünyeden sayılmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle şu hususlar yer alır:
1. Vakf olunan malların neler olduğu.
2. Vakf olunan bu malların nasıl idare edileceği.
3. Vakıf gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi şekillerde verilip sarf edileceği.
4. Vakfın kimler tarafından idare edileceği, müessesede kaç kişinin çalışacağı, bunlara ne miktarda ücret ödeneceği, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edileceği, eşyanın fiyatı vs. gibi konular, teferruatlı bir şekilde açıklanır.22
5. Hakimin (kadı), vakfın sıhhat ve lüzumuna dair olan hükmü.
6. Sonunda da tarih ile kadının mihrü bulunur.23
Vakfiye, eb'ad, bakımından ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibarı ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir. Bunlar:
a. Dîbâce (Giriş): Vâkıfın, vakfı kurma sebep ve gayesinden bahseden bu bölüm, âyet ve hadislerle kuvvetlendirilir.
b. Vakfın Hizmet Şartları: Gelir kaynaklan ve masraf yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kısmıdır.
c. Sonuç: Bu kısımda müessesenin şeriata uygunluğu belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyeceği anlatılır. Bundan sonra da tarih ve şahidlerin imzaları bulunur.
Farklı dönemlerde kurulan vakıfların vakfiyelerinde, gerek başta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen duaları iki kısma ayırmak mümkündür. Bunlardan biri hayır dua, diğeri de beddua şeklindedir. Vakfiyelerde bu neviden duaların bulunması normaldir. Zira vakıf hizmetlerinin yürütülmesinde, doğru ve dürüst çalışan, hizmetin görülmesine yardımcı olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayı vâkıfın hayır duada bulunması bir çeşit şükran ve minnet borcu olarak kabul edildiği için tabii bir harekettir. Bundan başka, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin dışında kullanan idareci ve görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kısmı, düşünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek şekildedir. Bu bedduada vakfı kötüye kullanan, onu değiştiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin azalmasına sebep olan, haksız olarak onun malından yiyen vs. gibi, vakfa kötülüğü dokunacak olanlar hedef alınmışlardır.
Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine ışık tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunların yakınlarının düzenledikleri vakfiyeler, bu şahısların hem hayatları, hem de şahsiyetleri hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlarlar.
Vakfiyeler, halkın günlük yaşayışları hakkında bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de ışık tutarlar. Kara Ahmed Paşa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayramı ile mübarek gün ve gecelerde halkın yaşayışı hakkında bilgiler bulunmaktadır. Giyecek ve yiyecek satın alınabilmesi için kayıtlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pişirilmesi için gerekli malzemenin alınması gayesiyle vakıf gelirlerinden tahsisatlar ayrıldığı görülmektedir.
VAKIFLARIN HİZMET SAHALARI
ALLAH'ın rızasını kazanmak gayesiyle, başkalarına karşılıksız yardım etmek gibi bir prensipten doğan vakıflar, toplumun hayır ve iyiliğine olan her yerde sağlam birer sigorta teşkilâtı gibi vazife görüyorlardı. Günümüz sigorta şirketlerinden daha üstün olduklarını söyleyebileceğimiz bu müesseseler, "sadaka-ı câriye" denilen hayır çeşitlerinin başında gelmektedirler. Bu bakımdan, İslâm âleminin hemen her yerinde rastladığımız vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha görmek mümkün değildir. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermek, yollar, köprüler, çeşmeler, su bentleri, okul, cami, hamam, hastahane, tekke, zaviye vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu müesseselerin pek çok çeşidi bulunmaktadır.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; öğrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak; her günün ihtiyaçları yanısıra efendileri azarlamasın diye kâse ve bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakıflarının yapıldığını biliyoruz. Bu vakıfları kuran hayırsever insanlar, sadece bununla da yetinmiyorlardı. Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanların divitlerine mürekkeb koymaları için "Mürekkeb Vakfı"nı da kuruyorlardı. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hammallann bakımı için vakıf tesis edilmesi, çocukların emzirilmesi gayesiyle kurulan vakıflar, şehirlerdeki cadde ve sokakların temiz tutulması için ecdad tarafından yapılan vakıfları bütün bu söylediklerimiz için şahit gösterebiliriz.
a) Dinî hizmetinm ifası için yapılmış bulunan vakıflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs.
b) Eğitim ve kültürle ilgili vakıflar: Mektep, medrese, kütüphane, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs.
c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakıflar: Evler, saraylar, kışlalar, tophaneler, silah sarayları, bahçeler.
d) Ekonomik sahada hizmet veren vakıflar: Çarşılar, bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs.
e) Sosyal hizmetler için kurulmuş bulunan vakıflar: Hastahaneler, dâru'ş-şifalar, kervansaraylar, imaretler, dâru'l-acezeler, kör evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlılar yurdu vs.
f) Su hizmetleri ile ilgili vakıflar: Çeşme, sebil, şadırvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplıcalar vs.
g) Spor hizmetleri için yapılmış bulunan vakıflar: Pehlivan ve kemankeş (okçuluk) tekkeleri, ok meydanları, spor âbideleri.
|