Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 Arkadaşları:32 Cinsiyet:Bay Memleket:İst Yaş:39 Mesaj:
3.185 Konular:
1383 Beğenildi:174 Beğendi:17 Takdirleri:216 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-27
“ – Allah Emîr’in hâline salâh kazandırsın. Onu evime ben dâvet etmedim. O geldi ve kendini evime attı,” diyerek evine sığınan bir insana ev sâhibi olarak vefâ gösterdiğini dile getirmeye çalıştı.
Ubeydullah; “-O zaman onu bana getir,” dedi. Sesi emredici ve kesin kararlıydı. Hânî’ durumun giderek daha da tehlikeli bir hâl aldığının farkındaydı. Zâlimden merhamet beklemenin faydası yoktu.
“-Vallahî ayağımın altında olsa ayağımı kaldırmam bile! Onu size teslîm etmem!” dedi.
Ubeydullah adamlarına; “-Onu yaklaştırın!” diye emretti. Yaklaştırdılar. Elinde harbe vardı. Bütün gücüyle Hânî’nin yüzüne indirdi. Darbeyle kaşı yarılmış, burnu kırılmıştı. Hiçbir şey düşünemez olmuştu. Kendini topladığı an zâbitlerden birinin kılıcını ele geçirmek istedi, mâni oldular. Dövüşerek ölmek, çâresizlik yaşamaktan, eli kolu bağlı ölmekten daha iyi idi. Olmadı. Gelecek ânları, günleri düşünemiyordu. Ne olacaksa olsundu. Artık çekinmiyor, aldırmıyordu.
Ubeydullah; “-Allah artık kanını bana helâl kılmıştır. Çünkü sen Harûrâlısın,” dedi.[1] Sonra hapsedilmesinin emretti. Hânî’yi kendi ayağıyla yanına geldiği bir anda öldürmekten çekinmişti. Hânî’nin kabîlesi yabana atılacak bir kabîle değildi. Çok geçmeden ileri gelenleri kasrın kapısına dayanmışlardı bile. Hânî’nin öldürüldüğünü zannediyorlardı.
Ubeydullah içeriden gürültülerini duydu. Yanında bulunan Kâdî Şüreyh’e; “Yanlarına çık. Onlara; -Emîr, Hâni’yi Müslim İbn Akîl’in yerini söyletmek için tutuklattırdı, de. Adamlarının hayâtta olduğunu söyle. Sultânımız ona vurdu ama vuruşu öldürücü değildi de. Buradan derhâl ayrılsınlar ve ne kendi ne de adamlarının kanlarını ve canlarını helâl hâle getirmesinler.”Kasrın kapısına dayanan gurup bu sözlerin arkasından evlerine dağıldı. Şimdi siyasî hamleler ve tesîrleri devreye giriyordu.
Müslim, savaş meydanında hakîkaten yiğit bir insandı. Ancak savaşın sadece meydanda cereyân etmediği de bir başka hakîkattı. Saray önlerine gelip hasmını kıstırınca beklememeliydi. Hemen gizli açık bütün çıkışları tutmalı, saray içinin halkla bağını her açıdan kopartmalı, halkın arasında insanların direncini ve zaaf noktalarını tesbît eden, onları yönlendiren insanlar bulundurmalı, varsa ayıklamalı, yoksa dışarıdan sızmalara mâni olmalıydı. Çıkan her sesten, uçan her sinekten haberi olmalıydı. Kısa zaman içinde saray plânını çıkarmalı, kasrı ele geçirmek, vâlî ve adamlarının irâdesini çökertmek için harekete geçmeliydi. Heyecân sönmeden, çevresindekilerin zihinlerinde farklı ihtimâller dönüp dolaşmadan, şeytân damardaki kana karışmadan o fitneyi söndürmeliydi. Olmadı. Belki de kan dökmeden istediğini elde etmek istiyordu, elde edemedi. Ancak bu tavrı, daha çok kan dökülmesinin sebebi de olabilirdi. Hâni’nin evindeki tavrının kendisini buralara getirdiği gibi.
Karşı siyâset harekete geçti. Saraya sığınan, Ubeydullah’ın yanında bulunan kabîle reîsleri, şehrin ileri gelenleri sarayın çatısında, duvarlarında, balkonlarında görünmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarına saray önünden ayrılmaları için işâret ediyor, iş3aretle harekete geçmeyenleri, ayak sürüyenleri tehdît ediyorlardı. Bu, “Müslim’in ordusunu terk edin yoksa!..” demekti.
Çok geçmeden yaprak dökümü başlamıştı. Soğuk ve sert rüzgâra direnen yapraklar da vardı. Şimdi Müslim’in yapmadığını Ubeydullah yapmaya başlamıştı. Gizlice saraydan çıkardığı bazı emîrleri ve kabîle reîslerini halkın içine saldı. Halk arasında dolaşmalarını, Müslim’in yanında yer almanın nasıl bir tehlike olduğunu, onun yanında yer alıp devlete karşı durmanın başlarına neler açabileceğini, verecekleri bedelin çok ağır olacağını, Şâm’dan gelecek güçlü bir ordunun geride neler bırakarak döneceğini iyi düşünmelerinin gerektiğini onlara anlatmalarını emretti.
Devlet yanında yer almak onları yükseltir, aksi büyük belâlarla yüzleşmelerine, başlarına belâ almalarına sebep olurdu... [1] Hârûrâ’: Kûfe yakınlarında bir beldenin adıdır. Hâricîler buraya nisbet edilerek anılmıştır. Çünkü Hz. Ali’ye karşı çıktıktan sonra ilk toplantılarını burada yapmışlar, kendileri için burayı merkez ve sığınak olarak hazırlamışlardı. (Lisanü’l-Arab 4/ 185).
Sonraki yıllarda aşırılıkları ile tanınanlar, yersiz, faydalı, faydasız suâller soranlar da buraya nisbet edilerek anılır olmuştur.
Ubeydullah İbn Ziyâd’ın Hânî’ye; “-Sen Harûrâlısın,” sözü ise “-Sen asîlerdensin ve öldürülmeyi hak ediyorsun” manâsına söylenmiş bir sözdür. |