Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-33
Çok geçmeden Tav‘a’nın oğlu Bilâl eve gelmişti. Annesinin hâli değişikti. Hissettirmemeye çalışsa da annesi giderken bıraktığı annesinden farklıydı. Bir odaya sık girip çıkıyordu. Girdiği bu oda kullanılan bir oda değildi ki. Orada fazla eşyâ da yoktu. Kiler olarak da kullanılmıyordu.
Annesinin tavırlarını da bu boş odaya sık girip çıkışını da yadırgadı. Dayanamadı, annesine sordu. Kadın saklamanın manâsızlığını biliyordu. Sükût ederek veya “sorma!” diyerek oğlunu susturamaz, sırrı saklayamazdı. Üstelik sakladığı sır, sıradan bir sır olmadığı gibi sadece kendisini ilgilendiren bir sır da değildi.
Kimseye bir şey söylemeyeceğine dâir oğlundan söz aldı. Tekrar tekrar ondan ahdine sadâkat göstermesini istedi. Ahidleri aldıktan sonra ona Müslim’in kapılarının önüne gelişini, kendisinden yardım isteyişini, şu anda evlerinde oluşunu ve içinde bulunduğu durumu anlattı.
Duydukları sanki Bilâl’in kanını dondurmuştu. Kûfe’deki en tehlikeli adam, şu anda evlerindeydi. Köşe bucak her yerde aranan adamı onlar saklıyorlar, böyle bir kimseye yardım ediyorlardı. Derin bir sessizliğe gömüldü.
Müslim kendisi için hazırlanan yatağa uzanmıştı. Sessizdi, karanlığın perdelediği tavana bakıyordu. İçinde sanki bir volkan vardı. Her an patlayacak gibiydi. İçinde yanan ateş içini kavursa da dışarıya aksetmiyordu. Gecenin karanlığına, sessizliğin sihirli dünyasına teslîm olmuş gibiydi. Çünkü başka çâresi yoktu. Yarın ne yapacaktı, ne yapabilirdi, bilemiyordu. Bildiği bir şey vardı. Hüseyin(r.a) onun mektubuna güvenerek yola çıkmış olabilirdi. Bu aklına gelince çok huzûrsuz oldu. Kûfeliler onu, o da Hüseyin’i yanıltmıştı. Beyninde ve kalbinde esen fırtınalar içinde gözleri kapandı.
Bilal de sessiz uzanıyordu. Hâlâ aldığı haberin tesîrinden kurtulamamıştı. Onun iç dünyâsında da fırtınalar esiyordu…
Fırtınaların meydana getirdiği bu dalgalar hangi sâhilde son bulacaktı, nerede köpürerek parçalanacaktı, her ikisi de bilmiyordu.
Aynı gece Ubeydullah İbn Ziyâd ise boş durmuyordu. Müslim’in kasrı kuşatan ordusunun eriyip yok oluşuna şâhid olmuştu. Kalan birkaç kişiyle kasrın önünden ayrıldığını görmüştü. Onlar ayrılınca kendisini güvende hissetmiş ve kasrından dışarı çıkmıştı. Yanında komutanlar ve şehrin ileri gelenleri vardı.
Vakit yatsı namazı sonuydu. Henüz namazı kılmamışlardı. Kûfe’nin merkez câmiinde insanlara yatsı namazını kıldırdı. Namazdan sonra konuşmak için ayağa kalktı. Niçin konuşmak istediği ve ne istediği belliydi. Kûfe halkından Müslim’i istiyordu. Onun şehirden ayrılmadığı kanâatindeydi. İnsanlar arasında saklanması daha kolaydı. Ön hazırlık olmadan gecenin karanlığında hiçbir yere gidemezdi. O, Kûfe’deydi, Kûfelilerden birinin evindeydi.
Halkın kalbine suçluluk duygusuyla karışık korku yerleşmişti. Önceden Müslim tarafındaydılar. Ubeydullah İbn Ziyâd’ın şehre gelişiyle birlikte korku da gelmişti. Sonraki günlerde Müslim’in çevresindeki insanların nasıl çözüldüğüne onlar da şâhid olmuşlardı. İnsanlar Müslim’in çevresinden dağılırken yüreklerdeki korku da büyümeye başlamıştı.
Bunu bilen Ubeydullah, halktan hem Müslim’i istiyor hem de sâkin bir üslûbla tehdîtler yağdırıyordu.
“-Müslim kimin evinde saklanıyor da o insan bunu haber vermiyorsa kanı hederdir!” diyordu. Onu kim getirmeyi başarırsa memnûn edici bir mükâfaat alacağını söylüyordu. Bu tehdît ve mükâfaat kılıcının iki tarafı da keskindi.
Zâbitler de halk arasında dolaşıp aynı şeyleri söylüyor, insanları Müslim’i ele geçirmeye teşvîk ediyor, teşvîkle karışık tehdît silâhını onlar da kullanıyorlardı.
Bu gece nasıl bir sabaha perde aralayacaktı?!. |