Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-36
Fırtına durmuş, her şey bitmiş gibiydi. Yelelerini indiren bir aslan gibi sâkînleşti. Bir katır getirdiler ve onu katıra bindirdiler. Her tarafı kan içindeydi. Tek sâdık dostu olan kılıcını elinden aldılar. Şimdi kendisini koruyacak hiçbir şeyi yoktu. Şimdi bütünüyle teslîm alanların insâfına, Abdurrahmân’ın emân vaadine kalmıştı.
Çâresizdi, kimsesizdi, dostsuzdu. Döğüşürken kalbinde duyduğu öfke giderek dibi bulunmaz, uçsuz bucaksız bir hüzne dönüştü. Kendi istemese de tutmaya çalışsa da belli etmemek için çaba gösterse de önüne geçemedi, hüznün tetiklediği gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İnsanların önünde ağlayacağı hiç aklına gelmezdi. Şimdi ağlıyordu. Gözyaşları sanki iç dünyâsındaki volkanı, ümitsizliği, duyduğu çâresizliği dış dünyâya boşaltıyordu.
Verilen sözde de durulmayacağını veya durulamayacağını hissediyordu. İbn Ziyâd gibiler ona yaşama hakkı vermeyeceklerdi. Nâmert olanlar şimdiye kadar hangi sözünde durmuş, hangi hukûka riâyet edeceklerine dâir kendilerine güven duyulmuştu ki…
Gözyaşlarını kendi hâline bırakmıştı. Onlar dökülmeye devam ediyordu. Kendisi için mi, “gel” diye mektûb yazdığı Hüseyin için mi, yoksa uğradığı vefâsızlık için mi, hissettiği yalnızlık ve çâresizlik için mi bilmiyordu. Boşanmış ağlıyordu.
Artık kendi canından da vazgeçmiş katırın kendisini götürdüğü yere gidiyordu. Dudaklarından;
(إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْـهِ رَاجِعُـونَ)
“Biz Allah’ın kullarıyız, onunuz ve ona döneceğiz,” (Bakara [2] / ) sözleri döküldü.
Biraz önce aslanlar gibi dövüşen bu insanın ağlayışını çevresindekiler de yadırgamıştı. İçlerinden biri; “-Senin yapmaya kalktığını yapmak isteyen birinin başına, senin başına gelenler gelse o ağlamazdı!” dedi.Aynı duruma düşmeyen birinin konuşması, fikir yürütmesi ne kadar kolaydı. Ancak onun bu sözleri, Müslim’in derin üzüntüsünün asıl sebebini ortaya çıkartmaya yaradı. O, Hüseyin’i Kûfe’ye çağırmıştı. Binlerce insanın kendisine biât ettiğini haber vermişti. Hüseyin(r.a) yola çıktıysa dehşetli bir uçuruma doğru ilerliyor demekti. Buna sebeb olan da kendisiydi.
Kûfe’ye belli bir gâye için gelmişti. İyi başlamıştı, sonu gelmemişti. O başarması gereken şeyi başaramamıştı, olması gereken olmamıştı, yanılmıştı, yanıltılmıştı…
Şimdi içindeki duygular daha canlı, hüznün kaynağı daha açık ve netti. Laf atana cevap verdi: “ - Kendim için ağlamıyorum. Hüseyin için ağlıyorum. Hüseyin’in âilesi için ağlıyorum. O, bugün veya dün size doğru yola çıktı. Mekke’den buraya geliyor.” Asıl; “-Benim gibi o da size güvendi. Yazdığınız mektûblara, verdiğiniz sözlere, akidlere, ısrarlı dâvetlere inandı. Mekke’den yola çıktı, siz vefâsızlara doğru yol alıyor. Helâke doğru ilerliyor, âilesi ve çocukları ile geliyor,” demeliydi, kan akan dudaklarından yukarıdaki kelimeler dökülmüştü.
Sonra kendisine emân veren Abdurrahmân’ın babası Muhammed İbn Eş‘as’a döndü. “–Ey Allah kulu! Bana verdiğiniz emânı yerine getiremeyeceğinizi görüyorum. İmkân bulabilirsen benim ağzımdan Hüseyin’e haber gönder. Bu iyiliği yapabilirsen yap. Haberci ona; “Beni İbn Akîl gönderdi. O Kûfelilerin elinde esir, sabah mı öldürülür, akşam mı bilmiyor. Senden âilenle birlikte dönmeni istiyor. Kûfe halkı seni aldatmasın, diyor. Onlar, babanın adamlarıydı. Ancak ya ölmesini veya öldürülmesini bekleyerek ondan ayrılmayı isteyen adamları. Kûfe halkı sana da bana da yalan söyledi. Gözüyle gören yalan söylemez, desin. Ona önmesini söylesin,” dedi.
Muhammed İbn Eş’as, Hz Hüseyin’e haber verilmesi için söylenen sözleri kendilerine de söylenmiş kabûl etti. Tesîrinde kalmıştı. “-Vallahî söylediğini yapacağım. İbn Ziyâd’a da sana emân verdiğimizi söyleyeceğim, dedi.
Müslim, her şeye rağmen bu insanların Hz. Hüseyin’i sevdiklerini biliyordu. Kendi yaşadığını onun da yaşamasını istemezlerdi. Hem Hz. Hüseyin’in geri dönmesi bölgede yeni bir kargaşa yaşanmasını da önlerdi.
Müslim’in sözleri aynı zamanda vasiyet gibiydi... |