Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-37
Muhammed İbn Eş‘as, vasiyeti yerine getirdi. Geri dönmesi için Hz.Hüseyin’e haberci gönderdi. Kûfe’ye dört günlük mesâfenin kaldığı bir noktada haberci Hz.Hüseyin’e ulaştı. Hem Hz.Hüseyin hem de yanındakiler haberciye ve getirdiği habere güvenmediler. Hüseyin(r.a); "كُلُّ ماَ حَمَّ الْإِلٰـهُ وَاقِعٌ." “Allah’ın takdîr ettiği ne ise o olur,” diyor ve ekliyordu: “Canlarımızın ve ümmetin başına geçen insanların fesâdının da muhâsebesini Allah huzûruna bırakıyor, hakîkî karşılığın orada olacağına inanıyoruz.”
Müslim, kasrın kapısına gelmişti. Önceden orduyla geldiği ve kendilerinden başka kimsenin olmadığı kapıya. Kapıda kendilerine giriş izni verilmesi için emîrler ve şehrin ileri gelenleri bekleşiyorlardı.Bunların içinde Müslim’in önceden tanıdıkları ve Müslim’i önceden tanıyanlar vardı. Askerler arasında, bir katır üzerinde kapıya gelen Müslim, kanlar içindeydi. Katırdan indi. Yüzü kanlı, elbiseleri kanlıydı. Vücûdunun birçok yerinde yara vardı. Yaraları ve kaybettiği kan onu halsizleştirmişti. Susuzluk içini yakıyordu. Kapı yanındaki bir testide soğutulmuş su vardı. Suya doğru yöneldi. Bağrının yangınını söndürmek istiyordu. Orada bulunanlardan biri mâni oldu: “Cehennemin kızgın sularından içmeden bunu içemezsin,” dedi.
İnsanoğlu, insanlığını kaybedince ne kadar çirkefleşebiliyordu. Rahmân’a kul olmak yerine şeytâna uşak olma gayretinde olan ne kadar çok insan vardı. İblîs, ne kadar çok insanın kanına karışmak için yol bulabiliyordu. Onun bu davranışı tamamen vâlîye yaranma gayretiydi. Hâliyle de İblîs’in hoşuna giden bir davranıştı.
Müslim bu küstaha; “–Yazıklar olsun! Sen kimsin?” dedi.
Adam bu soruya hazır gibiydi; cevap verdi: “Ben, senin inkâr ettiğin hakkı bilen, sen onu aldatırken imâmı lehine nasîhatte bulunan, sen karşı gelip isyân ederken dinleyen ve itâat eden. Ben, Müslim İbn Amr el-Bâhilî. Adları aynıydı, Ahlâkları ne kadar farklıydı ve ne kadar farklı cephelerde duruyorlardı!
Müslim ona; “Nahîle oğlu! Ne kadar kuru, ne kadar kaba ve küstahsın. Vallahî cehennemim kaynar sularına da, Cehennem ateşinde ebediyyen kalmaya da sen benden çok daha uygunsun,” diyerek karşılık verdi. Bu nevî sözler ve davranışlar bedenine aldığı yaralardan daha çok canını yakıyordu.
Bu sözlerden sonra arkasını duvara dayayarak oturdu. Su içmesine müsâade edilmemişti. Yorgunluk, halsizlik ve susuzluk sesebiyle ayakta zor durur hâle gelmişti. Umâra İbn Ukbe İbn Ebî Muayt, hizmetinde bulunanlardan birini evine gönderdi. Hizmetçi ağzında mendil olan bir testi getirdi. Testi su doluydu. Yanına kâse de almıştı. Kâseyi doldurarak halsizlik ve susuzluğun çökerttiği Müslim’e uzattı. Müslim kâseyi alırken o elindeki testiyi ikinci döküş için hazırladı. Çünkü kanlar içindeki bu insana bir kâse suyun yetmeyeceğini biliyordu.
Onun davranışları Müslim’in dikkatini çekmişti. Bir önceki çiğ davranış ile bu hizmetkârın davranışları birbirinden ne kadar farklı idi. Müslim ise suyu içmekte zorluk çekiyordu. Yaralı dudaklarından, dişlerinden, başından ve şakağından akan kanlar suyu içilmez hâle getiriyordu. Biraz içtikten sonra tamâmen kızıla boyanan suyu dökmek zorunda kalıyordu. Birkaç hamleyle de olsa susuzluğunu bastıracak kadar su içti. Susuzluğu yatışmıştı. Acıları ise çoğalmıştı. Suyla birlikte ön dişleri de düşmüştü. Demek ki döğüş sırasında ağır bir darbe almışlar, düşmeye hazır bu anı beklemişlerdi.
Yeniden sırtına duvara dayarken; “-Allah’a hamd olsun!” dedi. “-Demek ki, taksîm edilen dünyâ nimetlerinden içtiğim bu su kadar daha payım kalmış imiş.”
Acılar içinde olsa da aklına hamdetmek gelmişti. Bu suyun belki de dünyâ nimetlerinden son payı olduğunu ifâde ediyordu... |