Yusuf ile Züleyha
Hoş bir akşam vakti, diyarı gurbetten sesleniyorum sizlere….
Bir sengine yekpare acem mülkünün feda edildiği güzel bir mekandan…
Üstad ne güzel söylemiş…..
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Her ne kadar bazıları İstanbula dönüşünü sevse de, Ankaraya gönül vermek benim bambaşka bir sevdam…. Giremez onun kalbine her şairi azam…
Ankara bugün de ağlıyor dünkü gibi,
Alışamamıştı yokluğuna tıpkı benim gibi,
Sokaklarda çağlayanlar oluştu aynı gözlerimdeki gibi,
Dostlar bile fayda etmedi; çünkü sevmişim seni deli gibi...
Düşünüyorum da, her bir insan ayrı bir alem, ayrı bir gezegen sanki…..
Bazısı çorak, bazısı kurak…. Ama bazıları da mümbit arazilere sahip…. Ya da eşsiz yeraltı ve yerüstü zenginliklere …
Her insan büyük bir alemdir.
İnsan düşünceden ibarettir.
Geri kalan et ve sinirdir. (Hz. Mevlana)
Yine düşünüyorum da, şehirler de tıpkı insanlar gibi nev-i şahsına münhasır ruh ve beden yapılarıyla ait oldukları medeniyetin canlı birer organizmaları gibiler…. Kiminin bedeni sağlam olsa da ruhu hasta…. Kimi hem ruhen hem de bedenen marazda ….. Kimi var ki, bedenini yitirmiş olmakla birlikte ruhunu bütün gücüyle haykırmakta…. Ama kimileri de var ki; asil ve heybetli duruşunu ince bir ruh zevkiyle meczedip ayın ondördü gibi parlamakta …
Şehirleri, fiziki mekanların matematiksel toplamından ibaret sanmak ne büyük yanılgı….
EVET DOSTLAR !!.. SÖYLEMEK İSTEDİĞİM ŞU Kİ;
MİSAFİRİM BUGÜN DE İSTANBUL AKŞAMLARINA….
İSTANBUL AKŞAMLARINDAN GÜL YÜZLÜ DOSTLARA MERHABA….
Hadi şimdi çok eskilere doğru bir yolculuk yapalım….
Bir gün Züleyha, arkalığına beyaz sümbül dalları işlenmiş tahtırevanıyla geçiyordu kütüphanelerin ve tapınakların kenti olan kentinin sokaklarından.
Görkemli bir alayla geldiğini görenler saygı ve hayranlıkla kenara çekiliyor ve Mısır’ın parlak seheri Züleyha'ya yol açıyorlardı. Zengin ve güçlüydü, en fazla da güzeldi. Ve kimse kırmızı gülleri saçına Züleyha gibi takamazdı.
Gece gül bahçesinde ararken seni
Gülden gelen kokun sarhoş etti beni
Seni anlatmaya başlayınca güle
Baktım kuşlar da dinliyor hikayemi…
Birden bir meczub, ehil aslanları, atları ve arabaları aşarak Züleyha'nın tahtırevanının önüne dikiliverdi, yürüyüş durdu. Züleyha tül cibinliği aralayarak bu duraklamanın nedenini anlamak istedi.
Gözlerini kaldırarak Züleyha'nın yüzüne bakmaya başladı meczub. Züleyha, dedi, sevindir beni. Züleyha kölelerine meczubun sevindirilmesi için işaret etti. Köleler mor renkli kadife bir keseyi uzattılar avucuna ama meczup oralı bile olmadı. Züleyha, dedi, sevindir beni, bana gülümse. Başka bir şey istemem.
Züleyha, bu sesi hatırladı ve yüzüne dikkatlice bakınca, aşkını reddettiği silik bir yığın sima arasından bir zamanların ordu kumandanını tanıdı, Mısırın en güçlü komutanını.
Usulca gülümsedi...
Gülüşün bir rüzgardı kuşların kanadına binip giden
Kuşların uçma merakına senin gülüşlerin neden…
Züleyha gülümsedi, açıldı bütün beyaz zambaklar, bütün bahçelere bahar geldi.
Züleyha gülümsedi, mamur sarayların ve yıkık sarayların kentinde bütün dilenciler bir eşi daha bulunamayacak devletle donandılar.
Başını önüne eğen meczub sessiz ve sakin, geldiği gibi çekiliverdi.
Gün biter gülüşün kalır bende
Anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
Yarım kalan bir şiir belki de...
O günden sonra Mısır'ın lisanına, sadaka vermek anlamına gelen yeni bir deyim yerleşti:
ZÜLEYHA'NIN GÜLÜMSEMESİ....
.............................................
Bir gün Züleyha, ki o artık Yusuf'un özlemiyle bütün serveti ve bütün gücü de, gençliği ve güzelliği gibi kendisini terk etmiş bir kadındı, bir zamanlar görkemli alaylar eşliğinde ve bir ışık topu halinde geçtiği kentinin sokaklarından sessizce geçiyordu. Adımları hastalıklı ve ağırdı.
Acımasız bir yaşlılık ve bir ahtapota benzeyen hastalık tarafından kuşatılmışsa da kalbinden daha fazla acıyan bir yeri yoktu. Züleyha hala AŞKTI.
Sessiz derin gecelerdeki gözlerin gibi parıldayan yıldızlar
Ve bu geceyi aydınlatan ay gibi yüzün
Ve geceye sıcaklığını veren kalbin
Her şey SEN, SEN, SEN ....
Ateşe düşen yaş kütüğün önce boğula boğula, sonra alev alev, sonra köz yanması gibi Züleyha da yanıyordu. Ne bir çığlık, ne bir şikayet. Çıt yok!
Rüzgar eser ilden ile
Sağlıkta bitmez bu çile
“Var“dan öte “yok“ta bile
Ben hep seni düşünürüm…
Züleyha dayanıyordu. Züleyha'nın içinde büyüyen HU yangını, bunu kendisi de bilmiyordu. Bir ah’tı Züleyha sadece. Kelam yoktu, eylem yoktu. Yürüyordu ama yürüdüğü yolun mahiyetini henüz fark etmiyordu.
Yürek umutlara gebe olalıdan beri
Sevenler ayrılıklara yenik düşmedi hiç
Gönlümüz dar ağacındayken bile
Ölüme küsüp
Sadece aşkımızı sevmeyi sevdik biz…
Bütün istediği Züleyha'nın, kendisine Yusuf'tan haber getirecek birisiyle karsılaşmak, onun soluk alıp verdiği havayı içine çekmek, onun adımlarını ya da gözlerini iz düşürdükleri yerden toplamaktı. Züleyha böyle var oluyordu. Yittiğini zannediyordu da zahirini görenler, Züleyha böyle büyüyordu.
Aşktan yana söz duyunca
Ben hep seni düşünürüm
Uçsuz hayaller boyunca
Ben hep seni düşünürüm….
O gün Züleyha, ki o artık ne zengin, ne de genç ve güzel bir kadındı; çok kez ölmüştü de gövdesinde bir kez bile ölümü duymamıştı kalbinde. Bacaklarındaki derman kesilince yavaş yavaş, olduğu yere çömeliverdi. Sırtını dayadı da bir duvara yumdu gözlerini. Gözlerinin önünden geçerken Yusuf'un dahil olduğu eski zaman düşleri, efendiyi köleye, köleyi efendiye dönüştüren hikayenin özeti.
Hani kardelen göğe aşık olur da
Başını karın altından çıkarır ya,
Zemheri yüreğim der ki;
Kardelen kadar cesaretin yoksa sakın aşık olma…
Züleyha bir sesle irkildi. Bir dilenciydi bu. Elinde asa, sırtında yırtık bir hırka vardı. Gözlerinde; düşenin dostu olan o yeganeden başkasına güvenmemenin emniyeti.
Dedi: Züleyha, bir zamanlar ne kadar, hem ne kadar yardım ettiğin bu yoksulu sen elbet hatırlamazsın. Ölümün ürpertili uçurumunun kıyılarından tutup da geri çekiverdiğin onca muhtaç arasından bu silik soluk simayı elbette bulup çıkaramazsın. Ama sen şimdi ben olmuşsun. Belin bükülmüş, Mısır’ın aysız gecelerine benzeyen saçların beyazlamış, Nil'in pürüzsüz sathına benzeyen tenin buruşmuş. Yoksul düşmüşsün, aç ve yalnızsın. Keşke ben de senin yerinde olmuş olsam da ellerinden tutabilsem. Ama gel gör ki sana verebilecek hiçbir şeyim yok, kalbimin dışında….
Böyle diyerek dilenci Züleyha'ya gülümsedi. Gülümsemesinde dilencinin şefkat vardı.
Nasıl kapanır bu kanayan yara
Nasıl anlatılır ki sana bu hal
Terimde tuz gözyaşımda bal
Bağdaş kurarmısın soframa
Gözlerimde umut yüreğimde aşk
Ölümleri boşlayıp düşer misin sevdama….
Züleyha'nın kalbi Yusuf'u yitirdiğinden bu yana hiç olmadığı kadar genişledi. İlk kez Züleyha derin bir nefes alabildi. Ve bildi ki, durur gibi görünen hayat, devamlı değişmektedir ve padişahın gedaya (dilenciye) dönüşmesi zannedildiği kadar da zor değildir.
Yeni bir deyim daha girdi Mısır’ın lisanına bu anlamda...
DİLENCİNİN ZÜLEYHA'YA GÜLÜMSEMESİ....
.....................
Evet CANLAR, gerçekten küçük gibi görünse de, gerçekte “KÜÇÜK ŞEY YOK” değil mi ?... Bu bir gülümseme olsa dahi…
O zaman sizler de en sevdiklerinize küçücük bir gülümser misiniz ?...
Sevdiğinizin lisanına yeni bir deyim girsin....
EN SEVDİĞİMİN GÜLÜMSEMESİ....: - ))
AŞKINIZ CEMAL, CEMALİNİZ NUR, NURUNUZ AYN OLSUN !!!...
Ahmet Levent, 10.10.2007
NOT: Yusuf ile Züleyha kıssası Nazan Bekiroğlu’na; şiirler de sahiplerine aittir.