Bilal-i Habeşi mescide oturuyor, derin bir tefekküre dalmış. Alemin den neler geçiriyor bilmiyoruz; ama o tefekkür sırasında zaman zaman galeyana gelir ve:
-ALLAH,
, Allaaaah!... Diye feryat eder. Biraz ötede bulunan Hazret-i Ömer bunu yerinde bir hareket olarak görmez. Efendimiz (SallALLAhu Aleyhi ve Sellem) Hazretleri'ne şikayette bulunur.
-Ya Resulu llah, Bilal mescidde huzurumuzu bozuyor, zaman zaman
,
, Allaaaah!... Diye bağırıyor.
-Niçin öyle yaptığını sordun mu?
-Hayır sormadım.
-Öyle ise çağır Bilal'i de sebebini soralım. Az sonra Bilal huzura gelir. Efendimiz sorar:
-Ya Bilal, nedir böyle zaman zaman coşmanın sebebi?
Bakın Bilal neler anlatır:
-Ya Resulullah der,
sana her şeyi vermiş; ama istediğin kimseye hidayet etme imkanı vermemiştir. Düşünüyorum da şayet Rabb'im sana insanlara hidayet etmeyi de vermiş olsaydı, Habeşli bir köleye hidayet etme sırası gelir miydi, İslam'ın ilk günlerinde? senin çevrende Mekke'nin büyükleri, Haşim-i ailesinin yakınları, vardı. Önce onlara hidayet etmeyi isteye cektin . Habeşli siyahi köleye hidayet sırası kim bilir ne zaman gelecekti.
Ama şimdi ben bu hidayet nimetine sahibim. Mekke'nin ileri gelenlerinde olmayan saadete ermişim. İşte tefekkürümde bunları düşününce coşuyor, sevincimden
, Allaaah! diye feryat etmekten kendimi alamıyorum. Taşkınlığımı hoş görüp bağışlasın, Ömer kardeşim beni. Ne dersiniz? En büyük nimet nedir?
Bizim de şükretmemiz gerekirmi, Habeşli Bilal Efendimiz gibi? Bu taç bizim başımızada konmuşmu? Farkındamıyız?