Durumu: Medine No : 2229 Üyelik T.:
11Haziran 2008 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Mesaj:
364 Konular:
59 Beğenildi:6 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Ramazana yaklaşırken... Ramazan'ın Eğlencesi İbadetlerdir
“Ramazan eğlenceleri” adıyla sunulan çeşitli programlar son zamanlarda oldukça kafa karıştırıyor. Halbuki “Ramazan”, şamatanın ve eğlencenin an az düzeye inmesi gereken ayın adıdır. Eğer “eğlence” hayattan alınan zevki arttırmak anlamına geliyorsa, yürekten inanan insan için, en büyük eğlence ibadettir; çünkü ibadet, en zevkli andır. Bu şuura sahip olan Osmanlı’da teravih, oruç, iftar davetleri vs. şölene benzerdi ve Ramazan’ın her anı bayrama dönüşürdü.
Ecdadımızın “zevk” anlayışı bizimkinden çok çok farklıydı. Zevk anlayışı farklı olanın, “eğlence” anlayışı da farklı olur.
Ecdadımız ibadetten zevk alıyordu. Eğlencelerini de buna göre oluşturmuştu.
Eğer “eğlence” hayattan alınan zevki arttırmak anlamına geliyorsa, yürekten inanan insan için, en büyük “eğlence” ibadettir; çünkü ibadet anı, en zevkli andır. Bu yüzden toplu ibadetler (cuma, teravih, bayram namazı, tespih namazı, oruç, iftar davetleri vs.) şölene benzerdi; bu anlamda hayatın hemen her anı bayrama dönüşürdü.
İftar sofraları aile için şölene, yemek de merasime dönüştürülürdü. İftar yaklaşırken okunan “Muhammediye”ler, Peygamber (a.s.m.) sevgisinin yüreklerde doruğa çıkmasına hizmet ederdi. Muhammediye okumak da dinlemek de eğlenceliydi.
Yaşlıların sofraya oturmadan önce sünnet üzere ellerini yıkamaları bile merasimseldi. Evin genç hanımı bakır leğen getirir, ibrikle su döker, yaşlılar sırayla ellerini yıkayıp tutulan peşkirle kurularlardı.
Çocuklar yaşlıların ağır ritmik hareketlerle ellerini yıkamalarını merakla seyreder, sonra benzer hareketler yaparak eğlenirlerdi.
Kadınlar ise mukabeleye giderler, büyük camileri gezerler, arka saflarda durup İstanbul’un en meşhur hocalarının imamlığında teravih namazı kılarlardı.
Eğer ramazan yaza denk gelmişse ailece mesire yerlerine gidilir, salıncaklara binilir, inancın ve geleneklerin “meşru” saydığı oyunlar oynanırdı.
Bayramlarda salıncaklar kurulur, Cuma günleri padişahın maiyetiyle birlikte cuma namazına gidişi seyredilirdi…
Ramazanların değişmez görüntüsü “mahya”nın hazırlanıp iki minare arasına asılması da bir eğlence türüydü: Halk tekbirlerle bu olaya eşlik eder, böylece hem sevap kazandığına inanır, hem de eğlenirdi.
Bütün bunlar ve benzerleri o devrin şartlarında insanı eğlendiren şeylerdi.
Özetlemek gerekirse, Osmanlı’da hayat ahirete dönüktü: Ahirete dönük olduğu için de hayatta fuzuliyata (gereksizlik) yer yoktu...
“Eğlence” mantığımız Avrupa’yı taklide başladığımızdan bu yana değişti.
Hayatımıza “vur patlasın, çal oynasın” ölçüsüzlüğü hakim oldu. Ramazanı bile eğlenceye kurban ediyoruz.
Ramazan eğlencesinin anlamı
“Ramazan eğlenceleri” lejantıyla sunulan sapma bir hayli kafaları karıştırıyor sanırım.
“Ramazan”, şamatanın ve eğlencenin an az düzeye inmesi gereken ayın adıdır. Çünkü o, hem inancımızda, hem de geleneklerimizde “rahmet ayı”dır, “Kur’an ayı”dır, “zikir”, “fikir”, “şükür” ayıdır...
Ramazan ve içindeki Kadir Gecesi, mü’minlerin affa en çok yaklaştıkları zamanlardır. Bu bakımdan bâdıheva geçirilmeye ve geçiştirilmeye müsait değildir.
Oysa çiftetelli medyası televizyonları her ramazanda, sözün tam mânâsıyla ramazanı geçiştiriyorlar. Zaten hiçbir konuda “faydalı olmak” gibi bir dertleri yok; muhtemelen bu kanalları yönetenlerin yürekleri de hiç ramazanlaşmıyor (oruç tutmak başka, ramazan yürekli olmak başkadır). O zaman da ekranlara ramazan gelmiyor.
Tabiatıyla, iftar ve sahur programı niyetine, kimisi Seda Sayan’ı, kimisi Gülben Ergen’i, kimisi Memedali Erbil’i ekrana sürüyor: Yaptıkları “ramazan programı” değil, “ramazan şamatası”.
Direklerarası Müslüman âdeti değildi
Son yıllarda “ramazan şamataları”na maalesef bazı belediyeler de katıldı. Fukarayı doyurmak, böylece ceddimizin “infak kültürü”nü ihya etmek gibi mukaddes bir maksatla oluşturulan ramazan çadırları, teravihten sonra “Direklerarası”na dönüşüyor. Kültürümüzün kökleriyle ilgisi olmayan garabetler “ramazan eğlencesi” adı altında çadırlara doluşturuluyor. Popçulara-topçulara çuvalla para ödeniyor.
Kültürümüzde elbette ki eğlenmek var, ama ramazan ayı, bunun için en uygunsuz aydır. Hatta eskiden eğlence mekânları ve lokantalar, ramazana hürmeten kapatılır, yılın onbir ayı kafa çeken akşamcılar bile ramazanda içkinin dirhemini ağızlarına sürmezlerdi.
Biz böyle bir kültürden geliyoruz.
Peki, meşhur “Direklerarası eğlenceleri neciydi?” derseniz, Osmanlı’nın çözülüp çöküşünün habercisiydi. Hayatın eğlence amaçlı hale geldiği an, çöküşün başladığı andır. Zaten de Müslüman çoğunluğun değil, Rum, Ermeni, Musevi azınlığın eğlence merkezidir “Direklerarası”. Böyleyken “Osmanlılık” kimliğinde Müslümanlara da mal edilmiştir.
Eğlencenin sınırını inanç belirlerdi
Belirtmeliyim ki, Osmanlılar dahil, herkes ve her kesim için eğlenmek bir ihtiyaçtır. Ancak “eğlenebilme” özelliği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Bir milletin eğlenme türü başka bir millet için sıkıcı olabilir. Bu konu tamamen insanların keyif alma biçimleri ve kendilerini mutlu hissetmeleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda Osmanlı ceddimiz de pek tabii eğlenirdi. Ama bugün bizim “eğlence”den anladığımızla onların anladıkları farklıydı.
Onlarda, eğlence anlayışı dahil, hayatın tüm sınırlarını inançlar belirlemişti: Her tür yaklaşımda “dini meşruiyet” aranırdı. Dindışı her davranış sadece “günah” sayılmaz, yanı sıra “ayıp” da sayılırdı. Toplumun şekillenmesi böyleydi.
İnsan hayattan daha çok keyif alıp rahatlamak için eğleniyorsa, bunun farklı ve değişik pek çok yolu vardır: Meselâ Osmanlı ceddimiz ibadet ve kulluktaki zevki keşfetmişti. Bu zevki keşfedince ibadet keyfe, hayat da ibadete dönüşür.
Osmanlı ceddimizden başka hiçbir toplum, hiçbir dönemde, ibadeti böylesine bir keyfe dönüştürememiştir.
Tekkelerde yapılan toplu “âyin”lerden tutunuz, ailece yapılan zikirlere, oradan selatin camilerinde kılınan teravihlere, ramazanlarda fener alaylarının Kur’an ve ilahi eşliğinde yaptıkları geçişlere, cuma namazları sonrasında gerçekleştirilen görüşme seremonilerine kadar, hayat, özü ibadet ve itaat olan bir eğlenceye dönüştürülmüştü.
Her eğlencenin bir anlamı vardı
Aynı dönemde, diğer sıradan eğlencelere de birer sosyal aktivite mahiyeti kazandırılmıştı: Geleneklerin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine hizmet ederdi.
Ayrıca, her eğlencenin toplumsal bir işlevi vardı. Meselâ cirit gibi spor mahiyetli karşılaşmalar, devamlı savaşan bir yapıya sahip olan Osmanlı insanının yeteneklerini koruyucu ve geliştirici bir rol oynardı. Böylece insanlar eğlenirler yeteneklerini geliştirirler, dönem gereği her zaman çıkması muhtemel savaşlara hazırlanırlardı...
Osmanlı ordusu, bir dönem Batılı gezginlere “cıva gibi akıcı, ateş gibi yakıcı bir ordu” benzetmesi yaptıran hızlı hareket kabiliyetini kısmen bu oyunlara borçludur. O dönemin Avrupa’sında böyle şeylerin görülmediği de bilinmektedir.
Tabii tüm seyir ve eğlence ciritten ibaret değildi...
Unutulan “baz”lar
Bazen cambazhanelere gidilip cambazların, hokkabazların (“baz” Farsça’da “oynayan” demektir) yanı sıra, günümüzde çoktan unutulmuş sürahibazlar, kâsebazlar, zorbazlar, kuklabazlar, hayalbazlar, hilebazlar, sinibazlar, şişebazlar, ateşbazlar (bu ve benzer pek çok oyunu Evliya Çelebi sayıyor) seyredilirdi.
Öte yandan, Osmanlılarda mesire (bugün kendimize yabancılaştırıp “piknik” dediğimiz) kültürü çok gelişmişti. Sadâbâd gibi bazı mesire yerleri zaman zaman moda olmuş, ya da modası geçmiştir. Boğaziçi bâkir kıyılarıyla muhteşem güzellikte bir mesirelikti. Mesireler tatil günleri hınca hınç dolardı.
Dini bayramlar, padişahın tahta çıkış yıldönümleri, ramazanda mahya hazırlığı, şehzadelerin sünnet düğünleri, padişahın kızlarının evlilik merasimleri, valide sultanın merasimle eski saraya gidişi, padişahın cuma selamlığı merasimi, panayırlar ve Sürre Alayı da halkın meşru zeminde eğlendiği olaylardı.
Sürre Alayı muhteşem bir eğlenceydi
Osmanlı Devleti’nin her yıl Kâbe’ye gönderdiği “Sürre Alayı”nın merasimle Dersaâdet’den çıkışı, dindar halkın nazarında muhteşem bir eğlenceydi...
Halifeliğin Osmanlılara geçişinden, yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır Sefer-i Hümâyunu sonrasından itibaren, Osmanlı Devleti, her yıl, Haremeyn'e (Mekke ve Medine’deki kutsal mekânlara) armağan olarak para ve örtüler gönderirdi.
Gönderilen paralar başta Peygamber Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiramın torunları olmak üzere, bütün Medineli fakirlere dağıtılırdı.
İşte bu armağanları Hicaz’a “Sürre-i Hümayun” da denilen “Sürre Alayı”, Eskişehir, Seyitgazi, Bayat, Bolvadin, Akşehir, Konya güzergâhını takip ederek Suriye'ye yolundan Mekke'ye götürürdü.
Sürre Alayı her yılın hac mevsiminde İstanbul’dan büyük merasimlerle uğurlanır, padişah İstanbul çıkışına kadar refakat eder, bu esnada mutlaka yaya yürürdü.
Bu merasim İstanbul halkı için çok büyük bir olaydı. Kutsal beldelere milletin ortak yüreğini götüren Sürre Alayı’nı seyretmek için büyük kalabalıklar toplanırdı...
Merasimi seyredenler sevinçle ağlama arasında kalır, bazen kutsal mekânların hasretiyle gözyaşı dökerken, bazen de kutsal mekânlara armağan gönderen büyük bir millete mensup olmanın huzur ve neşesini yaşarlardı.
Sürre Alayı’nın götürdüğü armağanların en önemlileri, hiç kuşkusuz, Kâbe örtüsüyle, üzerinde devrin padişahının adı olan “Kâbe Kuşağı”ydı.
Eski örtüler Mekke Emiri tarafından kara yoluyla İstanbul’a gönderilirdi. Örtülerin İstanbul’a gönderilen kısmı önce Üsküdar’a, oradan da merasimle Eyüp Sultan’a nakledilir, Hazret-i Halid’in türbesine konurdu.
Daha sonra alimlerden, şeyhlerden ve devlet büyüklerinden oluşan bir topluluk taraflarından tehlil ve tekbirlerle Hazret-i Halid türbesinden alınıp Edirnekapı yoluyla Topkapı Sarayı’na götürülürdü.
Sürre Alayı ile Hicaz’a yıllar boyu gönderilen yardımı “Anadolu’nun mali kaynaklarını Arap çöllerine gömmek” olarak görüp eleştirenlere, şu kadarını söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti’nin varlık sebebi “İ’lâ-yı Kelimetullah”dı (Allah adını yüceltme ve yayma). Varlık sebebi böyle özetlenebilen bir devletin, o inancın kalbine hizmet etme mükellefiyeti olur...
Osmanlı, Sürre Alaylarıyla Peygamber mirasına sadakatini vurguluyordu.
Bu inançla Yavuz Sultan Selim, Mısır fethi esnasında okunan bir cuma hutbesinde, kendisinden, “Hakimul Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hakimi) olarak bahsedilince, ağlayarak itiraz etmiş, “hakim değil hadim” (hizmetkâr) olduğunu söylemişti.
YAVUZ BAHADIROĞLU... |