Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Ayetullah'il Uzma İmam Humeyni'nin (ra) Hayatı ve Yaptıkları İmam Humeyni'nin Necef'te 13 yıl süren sürgün hayatı boyunca çektiği sıkıntılar ve gösterdiği tahammül, İran ve Türkiye'dekinden çok daha fazlaydı. Her ne kadar Necef'te; görünüşte bu ülkelerdeki kadar direkt baskı ve kısıtlamalar yoktuysa da burada karşılaştığı muhalefetler, aldığı dil yaraları ve haksız eleştiriler düşman cephesinden değil, dost cephesinde görünen dinadamı kılığına bürünüp âlim elbisesi giymiş "dünyaperest"lerden geldiğinden tahammülü çok zor ve müşküldü. Nitekim sabrı ve tahammülü dillere destan olan rahmetli İmam -ks- Necef'te geçirdiği bu yılları "mücadelesinin pek zor ve pek acı dönemlerinden biri" olarak yâdeder. Ne var ki bütün bu zorluklara rağmen İmam -ks- bilinçli olarak seçmiş olduğu yoldan bir adım gerilemedi, davasından asla vazgeçmedi. Necef'teki sözkonusu ortamda mücadeleden bahsedip insanları kıyama çağırmanın hiçbir sonuç vermeyeceğini çok iyi bilen İmam -ks- şimdi burada da herşeyi baştan alacak ve tıpkı 15 Hordad'dan yıllar önce Kum'da medresede başladığı yerden başlayacaktı; yani ortamı yavaş yavaş düzeltip değiştirecek ve vereceği mesajı algılama kabiliyetine sahip yeni bir nesil yetiştirecekti. Bu nedenle İmam -ks- garazkâr unsurların bütün engelleme çabalarına rağmen hş. 1344 Aban'ında Necef'in Şeyh Ensârî Camii'nde yüksek fıkıh dersleri vermeye başladı ve Irak'tan Paris'e hicrette bulunmak zorunda kalıncaya kadar da bu dersleri kesintisiz olarak sürdürdü. Fıkıh ve usulde kullandığı kaynakların sağlamlığı ve islami bilim dallarının tamamına tam anlamıyla vakıf olması kısa sürede İmam'ın -ks- ders mahfilinin Necef'te de yankı bulmasını sağlamış ve kimi mürtecilerin aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen İmam'ın ders mahfili Necef'in en tanınmış ve hem nitelik, hem nicelik açısından en ileri medreselerinden birine dönüşüvermişti. İranlı, Iraklı, pakistanlı, Afganistanlı, Hintli ve diğer Fars Körfezi ülkelerine mensup müslüman öğrenciler İmam'ın derslerine katılabilmek için adeta yarışıyorlardı. Bu arada İmam'ın İran'daki öğrencileri, İran'dan topluca Necef'e hicret etmek istemiş, ama İmam'ın İran medreselerinin boşaltılmaması gerektiği yolundaki tavsiye ve direktifleri üzerine bu isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Ne var ki daha ilk günlerde, İmam'ın davasına aşık müminlerin önemli bir kısmı soluğu Necef'te almış ve göz açıp kapayıncaya kadar Necef'te "İmam'ın yoluna gönül vermiş bir inkılâbî mümin grub oluşmuştu. İşte bu müslümanlar İmam'ın mücadeleyle ilgili mesajlarını o hafakan dolu yıllarda bireylere ve kitlelere ulaştırma sorumluluğunu üsleneceklerdi. İmam Humeyni -ks- Necef'e adım atar atmaz mektup ve aracılar gönderme yoluyla İran'daki inkılâbi müslümanlarla irtibata geçip bu irtibatı sürekli korumuş ve onlardan, 15 Hordad kıyamının gaye ve amaçlarını gerçekleştirilmesi yolundaki çalışmaların aralıksız sürdürülmesini istemiştir. Bu mektupların çoğunda, pek yakın bir gelecekte İran'ın büyük bir siyasi ve sosyal patlamaya şahid olacağının vurgulanması ve İran ulemasına "gelecekte toplumun idare ve yönetimi vazifesini üstlenmeye hazırlanmaları"nın önemle tavsiye edilmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Çünkü İmam'ın gelecek konusunda böyle düşündüğü ve bu düşüncesine de, açıkça beyan edecek kadar güven duyduğu o yıllarda hiçkimse böyle bir tahminde dahi bulunamıyordu; zira görünüşte ortam "hiçbir değişiklik olmayacak şekilde" ümit kırıcıydı ve şah rejimi de her zamankinden daha güçlü bir şekilde duruma hakim olmuş, bütün direnişleri kırmayı başarmıştı. İmam Humeyni'nin -ks- sürgün edilip rejime muhalif tüm müslümanların en acımasız yöntemlerle sindirilmesiyle birlikte İran'ın şahın polis devletinin en karanlık dönemleri başlamış oluyordu. Savak, şahın mutlak otorite silahıydı. İş öyle bir noktaya vardırıldı ki memleketin en ücra köşelerinden birine alınacak en alt düzeydeki bir devlet memurunun bile gizli emniyet teşkilatı Savak tarafından onayı şart koşulur oldu. Bu dönem yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bütün işlevlerini fiilen Savak'ın üstlenmiş olduğu bir dönemdir. Bizzat şahın kendisiyle, saray ekranından birkaç kadınla erkek, bütün ülkenin kaderini elinde tutmadaydı. Pehlevi krallığı yıkıldıktan sonra İran'da yayınlanan belgelerde de görüleceği üzere ve şahla Pehlevi ailesinin ve saray erkanıyla ordu ve emniyet üst düzey yetkililerinin hatırat, mektup ve röportajlarından ve keza ABD'nin Tahran büyükelçiliğinde ele geçirilen gizli belgelerin de ortaya koyduğu gibi, şahla ona yakın saray ve ordu erkanı da aslında kendiliğinden hiçbir iradesi olmayan güdümlü birer piyondan başka şey değildi ve saray içindeki en küçük değişiklikten ülke çapındaki en önemli kararlara varıncaya kadar herşey Amerika'nın elinde bulunuyor, hatta bakanlarla ordu komutanlarının tayini ve meclise gönderilecek önemli yasa tasarılarının tanzimi bile genellikle Amerika'nın Tahran büyükelçiliğinde, kimi zaman da İngiliz sefaretinde yapılıyordu. Bahsimizin bu noktasında, bizzat şaha ait olan şu iki beyanın meseleye yeterince açıklık getireceği kanaatindeyiz; şah şöyle yazıyor: "...Amerika ve İngiliz büyükelçileri, yaptığımız her görüşmede "sizi destekleyeceğiz" diyorlardı. 1978 sonbaharıyla 1979 kışı boyunca bu ikisi beni İran'da çok açık ve serbest bir siyasî ortam yaratmaya teşvik etti. Kabul ettiğim Amerikalı politikacılar veya oradan gönderilen kimseler beni genellikle direnmeye teşvik ediyorlardı. Ama bu hususta ABD büyükelçisine danıştığımda kendisine böyle bir emir gelmediğini söyledi. Birkaç hafta önce CIA'nın Tahran'daki yeni temsilcisini huzuruma kabul ettiğimde söylediklerinin pek bayağı ve üstünkörü şeyler olması karşısında hayret ettim. Kısa bir an "serbest siyasi ortam"dan sözettik, bu sırada hafifçe tebessüm ettiğini farkettim. Kısacası yıllarca bizim vefakar müttefiğimiz olanlar, şimdi beni şaşırtacak başka şeyler koyuyorlardı ortaya..."(33). İlginç olanı, şahın bu kitapta, tahttan devrilmesinin sorumluluğunu bu yabancı ve şaşırtıcı faktörlere yüklemeye çalışması ve hava kuvvetleri komutanı general Rabii'nin, idamdan önce yargıçlara "General Haızer, şahı ölü bir fare gibi memleketten attı" dediğini açıkça belirtmesidir.(34). Ne var ki şahın hatıratında geçen bu cümlelerin de kasıtlı olarak tarihi gerçekleri saptırmaya yönelik olduğu bugün bilinmektedir artık. Nitekim bugün bizzat Haızer'in kendi kitabında da geçtiği ve birço belgeyle de ispatlanmış olduğu üzere(35) general Haızer şah, devirmeye değil, bilakis, o buhranlı dönemlerde bir ihtilal yaparak şahın yıkılmak üzere olan saltanatını kurtarabilmek için gelmişti Tahran'a! Kaldı ki, şahın bu iddiası doğru kabul edilecek olsa bile bu durumda da kitabına verdiği adın dışında tarihe verebilecek hiçbir "cevab"ı kalmayacak ve onca debdebeyle kebkebe ve "Ey Kuroş! Sen rahat uyu, biz uyanığız!" gibi sloganlarla geçirdiği 37 yıllık saltanatı boyunca memleketin bağımsızlığını nasıl ecnebilere peşkeş çektiği ve basit bir Amerikalı generalin Tahran'da üç-beş günlük bir ikametle kendisini nasıl "ölü bir sıçan gibi" kuyruğundan tutup memleketten dışarı atabildiğini hiçbir mantıkla açılayamayacaktır! Onbeş Hordad kıyamını bastıran şah, İmam'ı da sürgüne gönderdikten sonra önünde hiçbir engel görmüyordu artık. memleket öylesine içler acısı bir hale düşmüştü ki saraya mensup kadınlar hakim, bakan ve milletvekili tayin edebiliyor, istedikleri yetkiliyi kolayca azledebiliyorlardı. Nitekim işlediği ahlaksızlıklar, skandallar yolsuzluklar ve uyuşturucu şebekelerinin İran patroniçesi olduğu haberleri Avrupa basınına bile defalarca yansımış olan Eşref Pehlevi (şahın kızkardeşi) "sarayın asıl patronu" lâkabıyla ün yapmıştı. "Haşmetmeap hazretlerine canım feda!" lafını ağzından düşürmeyerek 13 yıl boyunca başbakan ünvanıyla kukla hükumet kabinelerinin başına geçirilen ve Bahai bir aileden gelen Emir Abbas Hüveydâ'nın iktidardaki etkinliği, memleketin bağımsızlığını büsbütün yitirdiği ve halkın iradesinin yönetimde zerrece dahli bulunmadığı gerçeğini olanca acılığıyla gözler önüne sermeye yetiyordu. Bütün bunlara rağmen şah, kendi vehminde kurduğu "büyük uygarlık" hayaline doğru doludizgin koşmaktaydı. Ecnebi kültürünün yayılması, ahlaksızlık ve sorumsuzluğun geçer akçe haline getirilmesi, memleketin milli servetinin İran'daki yüzlerce Amerikalı ve Avrupalı şirketlerce yağmalanması, kısmen de olsa bağımsız bulunan tarım ve çiftçiliğin büsbütün felç edilmesi ve böylece, üretken olan köylü ve taşralı kesimin şehirlere göçüne yol açıp nüfusun bu kesiminin tüketici bir işsizler ordusuna dönüştürülmesi, zariri olmayan ve mantaja dayalı bağımlı bir sanayi kalkınması, İran ve Fars Körfesi topraklarında ve sularında Amerikalılara askerî, casusluk ve dinleme üsleri kurdurup bütün bunların masrafını mazlum İran milletinin kesesinden ödetilmesi gibi zulüm temellerine dayalı bir uygarlıktı şahın "büyük uygarlık" dediği... İran'ın ucuz petrol karşılığı Amerika'dan aldığı silahların parası astronomik rakamlara ulaşıyordu, sadece 1970-77 yılları arasında silaha ödenen meblağ 26,4 milyar doları aşmadaydı ve sırf 1980 yılı için şah Amerika'dan 12 milyar dolarlık silah siparişinde bulunmuştu!(36). Beyaz Saray'ın malum politikası gereğince, bütün bu silahlar Amerika'yla İsrail'in stratejik bir bölge olan Fars Körfezi'ndeki çıkarlarının bekçiliğini yapması için şaha verilmedeydi, nitekim bunları kullanma ve kullandırma yetkisi de, İran'da yerleştirilmiş bulunan 60 bin Amerikalı müsteşarın elindeydi. Şah, iktidarının doruğunda olup hiçbir dış baskıya maruz kalmadığı ve dış ülkelerle hiçbir problemi olmadığı bu dönemde İran günlük 6 milyon veril petrol ürettiği ve ülkenen nüfusu 33 milyonu aşmadığı ve İsrail'le araplar arasındaki savaştan ürken Batılıların, petrol üreten müslüman araplar elele vererek kendilerine ambargo uygular korkusuyla aldıkları petrolün önemli bir kısmını depoladıkları için petrol fiyatının varil başına 30 doları aştığı şartlarda; olması gereken bütün refah potansiyelleri ve kalkınma imkanlarına rağmen İran'ın şehir anayollarının birçoğu halâ asfaltlanmamış ülkenin önemli bir bölümü yol, elektrik, su ve benzeri en ilkel sağlık ve sosyal hizmetlerden mahrum bırakılmıştı. Hatta şahın boy gösterisi yaptığı ve dünyanın dört bir yanından davet edilen cumhurbaşkanı ve başbakanların katıldığı efsanevî 2500. yıl kraliyet şenlikleri astronomik harcamalarla kutlanırken bizzat başkent Tahran'da "dünün üretken çiftçi ve tarimcıları, şimdininse işsiz âvareler sürüsü" olan onbinlerce insan Tahran havaalanı çevresiyle şehrin doğu, güney ve batı mahalleleri etrafındaki gecekondularda tam bir fakr-u zaruret içinde yaşamaktaydılar. Bu gecekondu mahalleleri Tahran'ın şehir yapısında çok belirgin bir çirkinlik yarattığından 2500. yıl kraliyet şenliklerine çağrılan yabancı davetlilerin "şehinşah hazretlerinin (!) büyük uygarlık" dediği herzesinin ürünü olan bu keyif kaçırıcı manzarayı görmemeleri için güzergahlar üzerine düşen gecekondu mahalleleri yüksek duvarlarla çevrilecek, böylece resim ve boyalarla süslenen bu duvarlar sayesinde şah hazretlerinin (!) uygarlık yalanı ört-bas edilmeye çalışılacaktı. |