Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16 Eylül 2008, 00:10   Mesaj No:10

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

78- Onların içinde bir de ümmiler (okuma-yazma bilmeyenler) vardır ki, bunlar kitabı bilmezler. Bütün bildikleri birtakım asılsız kuruntulardır. Onlar sırf zanlara (saplantılara) kapılmışlardır.


79- Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra karşılığında birkaç para elde etmek amacı ile, "Bu, Allah katından geldi " diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay başlarına geleceklere! (Yine) Kazandıkları paradan ötürü vay başlarına geleceklere!..


Gerek içlerindeki cahillerin ve gerekse gerçeği (cin gibi) bilenlerin hakkı kabul edecekleri, hidayet yoluna girecekleri, bizzat kendi kitaplarındaki, yollarına engel oluşturan bilgileri tahrif etmekten kaçınacakları nasıl beklenebilir? Bunların müslümanlara inanacakları umulamaz. Onları bekleyen, mahvolmak ve acıklı azaptır. Kendi elleri ile yazarak yüce Allah'a attıkları iftiralardan ötürü yazıklar ve mahvolmalar olsun onlara! Bu iftiralar ve asılsız uydurmalar karşılığında elde etmiş oldukları maddî kazançlardan dolayı yazıklar ve mahvolmalar olsun onlara!


İlâhi adaletle bağdaşmayan, ilâhî geleneğin kanunları ile uyuşmayan, mantıklı davranış ve ceza kavramında yeri olmayan sözkonusu asılsız hayallerinden biri de ne kötülük işlerlerse işlesinler mutlaka Allah'ın azabından kurtulacakları, Cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün dokunacağı, bu sayılı günlerin arkasından Cennet'e girecekleri sanısıdır. Bu ham hayali neye dayandırıyorlar? Neye dayanarak işi sağlama bağlamış gibi süre belirliyorlar? Sanki süresi belirli bir muahedeye, bir sözleşmeye dayanıyormuş gibi nasıl böyle kesin konuşuyorlar? Bu iddialar, cahillerin asılsız kuruntuları ile sahtekâr ilim adamlarının yalanlarından başka birşey değildir. Bu gibi asılsız hayallere ancak doğru inanç sisteminden sapmış ve bu sapıklıkları uzun zaman devam ettiği için dinlerinin gerçek mahiyeti ile aralarında hiç bir ilişki kalmamış kimseler sığınabilir. Bu takdirde onların dilinde dinin sadece adı ve şekli kalır, içeriği ve özü ellerinden gider. Buna rağmen, halâ sırf sözde Allah'ın dinine bağlı oldukları iddialarına dayanarak bu tutumlarının kendilerini azaptan kurtarabileceğini sanırlar.



80- Sayılı günlerden başka katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; `Allah'tan bu yönde söz mü aldınız -ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?


Ayetin soru cümlesi yüce Allah'ın kahredici bir delil niteliğindeki telkinidir: "Allah'dan bu yolda söz mü aldınız -ki Allah asla sözünden caymaz-". Ortada böyle bir söz verme olayı var mı? "Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Gerçek budur. Buradaki istifham (soru) sığası, dilbilgisi açısından onaylama, tasdik etme amaçlıdır. Fakat soru sığası ile gelmesi kınama ve azarlama anlamını da birlikte ifade eder.


Daha sonraki ayetlerde yahudilerin bu kuru iddialarına kesin bir cevap veriliyor. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kesin cevap, İslâm düşünce sisteminin temel ilkelerinden birini oluşturur. Bu temel ilke, İslâm'ın evren, hayat ve insanla ilgili genel bakış açısından kaynaklanır. Bu ilkeye göre mükâfat ya da ceza davranışla aynı türden olur ve davranışla uyumlu olur.



81- Hayır, öyle birşey yok. Kim kötülük işler de günahı tarafından kuşatılırsa onlar ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.


82-İman edip iyi ameller işleyenler de orada ebedi olarak kalmak üzere Cennetliktirler.


Bu iki ayette belirli bir anlam inceliği, son derece edebi bir üslupla anlatılı-yor. Aynı zamanda bu anlam inceliğine bağlı olarak kesin bir ilâhi hüküm dile getiriliyor. Ayetleri birazcık irdeleyerek, bu ilâhi hükmün sebepleri ve sırları hak-kında birşeyler ortaya koymaya çalışalım. İlk ayetin baş tarafını tekrar okuyoruz:


"Hayır, öyle bir şey yok! Kim kötülük işler (kazanır) de günahı tarafından kuşatılırsa..."


"Günah kazanmak" ne demektir? Bu deyimle kasdedilen zihni anlam "günaha girmek"tir. Fakat, bu deyim bilinen bir psikolojik duruma işaret ediyor ki, o da şudur: Günaha giren kimse onu alışkanlık sonucu işler, ondan haz duyar, onu tatlı bulur, şu ya da bu anlamda kazanç sayar. Eğer onu çirkin birşey olarak algılasaydı, onu işlemezdi. Eğer onu kendisi için bir kayıp, bir zarar olarak algılasaydı, onu hırsla yapmaya girişmez, onun, duygularına egemen olma-sına meydan ve iç dünyasını kuşatmasına fırsat vermezdi. Tersine, eğer onu kendisi hesabına zararlı birşey olarak algılasaydı, onun gölgesine yanaşmaması, istemeyerek işlese bile, ondan dolayı Allah'tan af dilemesi ve ondan kaçıp başka birşeye sığınması beklenirdi. O zaman günah, benliğini kuşatamaz, duygularına egemen olamaz, tevbe ve kefaret kapılarını yüzüne kapatamazdı.


Ayetteki "Günahı tarafından kuşatıldı" deyimi bu anlamı somut biçimde ifade ediyor. Bu üslup Kur'an'a özgü ifade tarzının bir özelliği, yalnız O'nda rastlanabilen karakteristik bir anlatım biçimidir. Bu üslup, sözlere soyut zihni anlamlarından farklı bir etkileme gücü yükler, hareket ve imajdan yoksun ifadelere somutluk algısı kazandırır. Düşünelim ki, "inatla günaha girme"yi ifade eden hiçbir anlatım tarzı, burada canlandırılan imajı okuyucuya veremez. O ki, gözümüzün önünde kasıtlı, isteyerek günaha giren, günahının tutsağı olmuş, onun etkisinde yaşayan, onun havasını soluyan, onunla birlikte ve onun için nefes alıp veren bir imajı gözlerimiz önünde canlandırmaktadır.


O zaman, yani, günah zindanına kapanan nefsin yüzüne tevbe kapıları kapatılınca, işte o zaman şu kesin ve adaletli ceza gerçekleşir:


"Onlar içinde ebedî olarak kalmak üzere Cehennemliktirler."


Şimdi de bu hükmün karşıtını okuyoruz:


"İman edip iyi ameller işleyenler de orada ebedi olarak kalmak üzere Cennetliktirler."


Buna göre, kalpden salih amel biçiminde dışa yansımak, imanın gereklerindendir. İmanlı olduklarını iddia edenlerin bu realiteyi kavramaları gerekir. Müslüman olduğunu söyleyen bizler, şu gerçeğin bilincine varmaya ne kadar muhtacız! Dışarıya iyi amel biçiminde yansımayan imanın varlığından sözedilemez. Buna göre, "Biz müslümanız" dedikten sonra toplumda bozgunculuk çıkaranların ve ideal düzenin ilk şartı olan yüce Allah'ın önerdiği hayat tarzını topluma vurgulamanın, O'nun şeriatını hayata egemen kılmanın ve O'nun teklif ettiği ahlâkı insanlara benimsetmenin karşısına dikilenlerde imanın zerresi bile yoktur; bunlar Allah katında hiçbir sevap payı beklememelidirler; onları yüce Allah'ın azabından hiçbir şey kurtaramaz. Böylelerinin yukardaki ayetlerde bize anlatıldığı türden yahudî hayallerine kapılmaları, bu tür asılsız kuruntularla Ahirete dönük beklentiler beslemeleri hiçbir anlam taşımaz.


Ayetlerin akışı boyunca müslüman cemaate yahudinin, Allah'ın emirlerini çiğneme, kaypaklık, sapıklık, verilen sözden cayma gibi sürekli olarak üzerinde taşıdığı özellikleri anlatılmaya devam ediliyor; müslümanların da gözleri önünde yahudilerin bu tutumları yüzlerine vuruluyor:



83- Hani biz İsrailoğullarından `Allah'dan başka bir şeye tapmayınız, ana-babaya, akrabalara yetimlere ve yoksullara iyilik ediniz, namazı kılınız, zekâtı veriniz " diye söz almıştık. Fakat sonra küçük bir azınlık dışında bu sözünüzden döndünüz. Hâlâ da bu dönekliği sürdürüyorsunuz.


84- Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.


85- Buna rağmen biribirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara karşı günah ve zulüm işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyorsunuz, sonra size esir olarak geldikleri taktirde fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında perişanlıktan başka birşey değildir. Onlar Kıyamet günü de en ağır azaba çarpılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.


Daha önceki ayetler demetinde, yahudilere vermiş oldukları söz ile ilgili olumsuz tutumları hatırlatılırken, verilen söze sadece işaret edilmekle yetinilmişti. Şimdi bu sözleşmenin içerdiği bazı maddeler hakkında ayrıntıya giriliyor.


Okuduğumuz ilk ayetten anladığımıza göre yahudiler ile yüce Allah arasındaki bu sözleşme, yani Allah'ın onlardan dağın gölgesinde aldığı ve sımsıkı tutarak hatırlarından hiçbir zaman çıkarmamalarını istediği söz, yüce Allah'ın dininin değişmez kurallarını içeriyordu. Bunlar İslâm'ın da getirdiği kurallardı ki, onlar bunları benimsemeyip inkâr etmişlerdi.


Yüce Allah ile yahudiler arasındaki bu antlaşmanın ilk maddesi, onların Allah'tan başka hiçbir şeye kulluk etmeyecekleri idi. Bu madde, mutlak Tevhid inancının birinci ilkesidir. Bu antlaşmada ana-babaya, akrabalara, yetimlere ve yoksullara iyilik edip yardım eli uzatma maddeleri de vardı. Bu antlaşmanın bir başka maddesi de onların insanlara tatlı dille hitap etmeleri ilkesi idi. Bu ilkenin başta gelen uygulama biçimi, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi idi. Ayrıca bu antlaşmanın maddeleri arasında namaz kılmak ve oruç tutmak farzları da yeralıyordu. Bu maddelerin hepsi birarada aynı zamanda İslâm'ın da temel ilkeleri ve başta gelen yükümlülükleri idi.


Bu ilkelerden şu iki gerçek ortaya çıkıyor:


1- Yüce Allah'ın dininin özünde bir oluşu, bu dinin son halkasını oluşturan İslâm'ın onun daha öncekï halkalarının temel ilkelerini onayladığı realitesi.


2- Yahudilerin bu dinin son halkası olan İslâm'a karşı ne kadar inatçı bir tavır takınmış oldukları gerçeği. Çünkü bu din onları daha önce bağlı kalmayı taahhüt ettikleri, benimseyeceklerine söz vermiş oldukları ilkelerin aynısını kabul etmeye çağırmaktadır.


Konunun bu noktasında, ayetlerin üslubu üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönerek sözü yine yahudilere yöneltiyor. Oysa bir süreden beri ayetler, onlara seslenmekten vazgeçerek müslümanlara hitap etmeyi tercih etmişti. Fakat söz yeniden yahudilere döndürülürken kullanılan dil son derece azarlayıcı ve serttir:


"Fakat sonra küçük bir azınlığınız dışında, bu sözünüzden döndünüz. Halâ da bu dönekliğinizi sürdürüyorsunuz."


Bu örnek aracılığı ile, aynı zamanda bu enteresan kitapta, yani Kur'an-ı Kerim'de gerek kıssaların anlatımı sırasında ve gerekse başka münasebetlerle şahıs zamirlerinin değiştirilmesinin bir kısım sebepleri ortaya çıkmış oluyor.


Ayetlerin akışı boyunca yahudilere seslenmeye devam edilerek yüce Allah'a vermiş oldukları söze ters düşen tutumları gözleri önüne seriliyor:


"Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarından sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz."


Birbirinin tanıklığı ile gerçekleşen bu onaylama, kabul etme işleminden sonra acaba ne oldu?


"Buna rağmen birbirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara karşı günah ve zulüm işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürüyorsunuz, sonra size esir olarak geldikleri takdirde fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"


Bu ayette anlatılan durum, sözkonusu edilen tarih döneminin çok sonrasında Evs ve Hazreç adlı Medineli kabilelerin İslâm'ı kabul etmelerinden bir süre önce de burada anlatıldığı biçimi ile yaşanmıştı. Şöyle ki; Evs ile Hazreç kabileleri putlara tapıyorlardı. Aralarında, başka hiçbir iki Arap kabilesi arasında görülmemiş derecede koyu bir düşmanlık vardı.


Üç kabileden oluşmuş Medine yahudileri antlaşmalarla bu iki kabileden birinin yandaşı durumunda idiler. Kaynuka oğulları ile Nadir oğulları adlarındaki yahudi kabileleri Hazreç kabilesinin ve Kureyza oğulları adındaki yahudi kabilesi de Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca yahudi kabileleri de müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla vuruşuyorlardı. Bu durumda yahudilerin karşı tarafta yeralan ırkdaşlarını öldürdüğü de oluyordu. Oysa yüce Allah ile aralarındaki antlaşmanın bir maddesine göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.


Yine kendi müttefikleri savaşta galip gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü de yüce Allah'a vermiş oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının gerek müttefiklerinin ve gerekse müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrat'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı; "Nerede İsrailoğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın alıp azad etmelisin"


İşte Kur'an-ı Kerim, onların tutumlarındaki bu çelişkiyi yüzlerine vurarak kendilerine şu azarlama içerikli soruyu yöneltiyor:


"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"


Yüce Allah verdikleri sözü çiğneme anlamına gelen bu tutumları yüzünden kendilerini dünya hayatlarında perişan olmakla tehdit etmekte ve asıl ağır azabın kendilerini Ahirette beklemekte olduğunu hatırlattıktan sonra ayrıca bu sert uyarılara, onların yaptıklarından habersiz olmadığı, bunlara göz yummayacağı biçimindeki gizli tehdidini de eklemektedir.


"Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında perişanlıktan başka birşey değildir. Onlar Kıyamet günü de en ağır azaba çarpılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."


Sonra Allah (c.c) müslümanlara ve bütün insanlara dönerek yahudilerin mahiyetini ve tutumlarının içyüzünü şöyle açıklıyor:



86- Bunlar Ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden onların ne azabı hafifletilecek ve ne de kendilerine yardım edilecektir.


Buna göre, onların, kendilerine "Belirli günler dışında Cehennem ateşinin dokunmayacağı" biçimindeki iddiaları asılsızdır. Çünkü bu ayette "Azaplarının hafifletilmeyeceği ve kendilerine yardım edilmeyeceği" belirtilmiştir.


Bu münasebetle yahudilerin `Ahiret karşılığında dünya hayatını satın almış" olmalarının açıklaması şöyledir: Yahudileri yüce Allah'a vermiş oldukları söze ters düşmeye sürükleyen faktör, Medine'nin putperest kabileleri ile yapmış oldukları dinlerine ve kitaplarına ters düşmeyi gerektiren antlaşmalara bağlı kalma zorunluluklarıdır. Kendi aralarında ikiye ayrılıp iki farklı kampa katılmak, değneği uçlarından değil de ortasından tutmak şeklinde ifade edebileceğimiz geleneksel bir yahudi plânıdır. Bu plâna göre onlar her zaman aralarında çatışmalı olan askeri paktların hepsinde yeralmayı, işi sağlama bağlamayı amaçlayan ihtiyatlı politikalarının gereği olarak görürler. Bu politika sayesinde ister bu taraf galip gelsin ve isterse diğer taraf üstünlük sağlamış olsun yahudiler savaş ganimetlerinden arslan payını almış ve menfaatlerini garanti etmiş olur.


Bu politika, yüce Allah'a güvenmeyen, O'na verilen söze bağlı kalma endişesi taşımayan, bütün güvencesini politik ustalığa ve uluslararası antlaşmalara bağlayan, Rabbinin desteği yerine kulların desteğine bel bağlayan bir temel yaklaşımdan kaynaklanır. Oysa yüce Allah'tan beslenen iman, bu imanın bağlılarının, yarar sağlamak ve güvenlik bulmak amacı ile Rabblerine vermiş oldukları söze ters düşen ve şeriatlerinin yükümlülükleri ile çelişen paktlara ve kamplara katılmalarını yasaklar. Çünkü Allah'a inananlar için dinlerine bağlı kalmaktan daha öncelikli bir menfaat ve Rabblerine vermiş oldukları sözün gereklerini yerine getirmekten daha önemli bir güvence düşünülemez.


Okuduğumuz ayetlerin devamında yahudilerin peygamberlerine karşı takındıkları tutum ele alınarak, insan arzularına, daha doğrusu kendi arzularına ters düşen ve boyun eğmeyen gerçeklerin peygamberler tarafından her açıklanışında bu milletin gösterdiği sert tepki ve peygamberlere yaptıkları kötü muamelelerin anlatımına geçiliyor.



87- Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik ve arkasından ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve kendisini Ruh-ul Kudüs ile destekledik.


Ne zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?


Yahudiler İslâm'a karşı çıkarken ve bu dine girmeyi reddederken, kendi peygamberlerinin yeterli öğretilerine sahip oldukları, bu peygamberlerinin şeriatlerine ve öğütlerine bağlılıklarını süzdürdükleri gerekçesine dayanıyorlardı. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri, yahudilerin peygamberleri ve bu peygamberlerin şeriat ve öğütleri karşısındaki olumsuz tavırlarını ortaya koyarak onları rezil ediyor, onların arzularına boyun eğmeyen her hakk mesaj karşısında aynı düşmanca tavrı takındıklarını vurguluyor.


Daha önceki bölümde Kur'an-ı Kerim, peygamberleri Hz. Musa (selâm üzerine olsun) karşısında ortaya koydukları olumsuz davranışların çoğunu yüzlerine vurmuştu. Burada o açıklamalara ek olarak Hz. Musa'dan sonra kendilerine birbiri peşisıra çok sayıda peygamberler gönderilmiş olduğu ve Meryem oğlu İsa'nın (selâm üzerine olsun) bunların sonuncusu olduğu belirtiliyor. Yüce Allah Hz. İsa'ya gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan bir takım mucizeler vermiş, onu Ruh-ul Kuds, yani Cebrail (selâm üzerine olsun) ile desteklemişti.


Acaba yahudiler bu peygamberler zincirini ve bu zincirin sonuncu halkasını oluşturan Hz. İsa'yı nasıl karşılamışlar, O'na karşı tepkileri ne olmuştur? Onların bu peygamberlere karşı tepkileri Medine'de peygamberimizin karşısında göstermiş oldukları ve kınanmalarına sebep olan tepkinin aynısıdır. Bunu inkâr edemezler. Çünkü kendi kitapları bunun belgeleri ve ayrıntılı açıklamalarla doludur. Yukardaki ayetin son kısmını bir kere daha okuyoruz:


"Ne zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"


İlâhî rehberleri ve şeriatleri geçici arzulara ve değişken içgüdülere boyun eğdirmeye kalkışma girişimi, fıtratın bozulmaya uğradığı ve kökleri bu fıtratın derinliğinde bulunan adalet mantığının silinmeye yüz tuttuğu her dönemde ortaya çıkan bir tezahürdür. Bu mantık, şeriatın, değişken insan mantığı dışında sabit bir mantığa, arzulara göre eğilim değiştirmeyen, içgüdülere yenik düşmeyen bir mantığa dayanmasını gerekli görür. İnsanlar sempati ve antipatiye, sağlığa ve hastalığa, içgüdülere ve arzulara göre ibresi değişmeyen böylesine sabit bir ölçüye, bir kritere başvurmalıdırlar. Yoksa ölçünün ve kriterin kendisi içgüdülere ve arzulara boyun eğmemelidir.


Yüce Allah yahudilerin düştükleri hataların benzerlerine düşmesinler diye müslümanlara onların başlarından geçen olayların bir kısmını haber veriyor. Eğer onlar da aynı yanılgılara düşerlerse yüce Allah kendilerine havale etmiş olduğu kutsal emaneti, yeryüzü halifeliği görevini geri alır. Eğer müslümanlar da yahudiler gibi sapıtıp yanlış işler yaparlarsa, yüce Allah'ın önerdiği yaşama tarzını ve O'nun emirlerini bir yana bırakarak arzularının ve ihtiraslarının boyunduruğu altına girerlerse, hidayet önderlerinin kimini öldürüp kimini yalanlarlarsa, yüce Allah vaktiyle yahudileri mahkûm etmiş olduğu bölünmelere, zayıflığa, ezilmişliğe, horlanmaya, mutsuzluğa ve perişanlığa onları da mahkûm eder. Bu mahkûmiyet onların Allah'a ve peygamberlerine dönecekleri, arzularına O'nun kitabı ve kanunları önünde diz çöktürecekleri, yüce Allah ile kendileri ve ataları arasındaki sözleşmenin gereklerini yerine getirecekleri, bu sözleşmeye sarsılmaz bir azimle sarılarak onun içeriğini bir an bile hatırdan çıkarmayacakları ve böylece hidayete erecekleri güne kadar devam eder.


İşte yahudilerin kendi peygamberlerine karşı takındıkları tavır budur. Bu ayetler, bu tavrı belirledikten, açıkça anlattıktan sonra, sözü, onların yeni ilâhî mesaj ve yeni İslâm peygamberi karşısındaki tutumlarına getiriyor. Görülüyor ki, bu konuda da onlar, tıpkı kendi peygamberlerine karşı çıkmış olan ataları gibi aynı tepkiyi gösteren o alışık olduğumuz yahudilerdir.



88- Yahudiler; "Kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder.


89- Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde ötedenberi bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.


90- Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir.


91- Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın" denildiği zaman; "Biz sadece bize indirilene inanırız"derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki; "Madem ki, inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberini niye öldürdünüz?


92- Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler öyle zalimlersiniz!


93- Hani sizden kesin söz almıştık; Tur'u üzerinize kaldırarak "Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" dedik. Onlar ise "Dinledik ve karşı geldik " dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki; "Eğer inanıyor idiyseniz, imanınız size ne kötü işler emrediyor!


Burada üslup sertleşiyor, şiddetleniyor ve yer yer yıldırımlara ve şimşeklere dönüşüyor. Bu sert üslup, yahudileri, sözleri ve hareketleri yüzünden adeta topa tutuyor. Büyüklük kompleksine kapılarak Hakk'tan yüz çevirmelerine, iğrenç bencilliklerine, nefret saçan ayırımcılıklarına, başkalarının iyi olmasını çekememe huylarına ve yüce Allah'ın herhangi bir kimseye üstün bağışta bulunmasını kıskanmalarına kalkan olarak kullandıkları bahane ve mazeret silâhlarından arındırıyor. Bunu, İslâm'a ve bu dinin onurlu peygamberine karşı takınmış oldukları inatçı inkârcılıklarının cezası olarak yapıyor. Yukardaki ayetleri tekrar okuyalım:


"Yahudiler; `kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder."


Yani "Bizim kalplerimiz kılıfla örtülüdür, bunlara yeni bir çağrı işlemez, yeni bir dâvetçiye kulak vermezler". Bu sözü ya Peygamber efendimizin ve müslümanların ümitlerini keserek kendilerini bu dine çağırmaktan vazgeçirmek ya da Peygamberimizin çağrısına niçin olumsuz cevap verdiklerini anlatmak, bu olumsuz tavırlarını gerekçelendirmek için söylemişlerdir.


Yüce Allah onların bu saçma sözlerine şu karşılığı veriyor:


"Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi"


Yani kâfirlikleri yüzünden yüce Allah onları dergâhından kovdu, hidayetten uzaklaştırdı. Daha doğrusu önce onlar kâfir oldular, bunun üzerine kâfirliklerine karşılık olarak yüce Allah onları dergâhından kovarak kendileri ile hidayetten yararlanma imkânları arasına engel koydu.


"Onların pek azı iman eder."


Yani "Eski kâfirlikleri ve öteden beri sürüp gelen sapıklıklarının cezası olarak başlarına gelen kovulmuşluk ve zillet sebebiyle kendilerine gelen gerçeklere pek iman ettikleri görülmemiştir." demektir. Diğer bir anlamı da şu olabilir: "Onların durumu budur, yani onlar kâfirdirler ve iman etmeleri az görülebilecek bir olaydır, kâfirlik onların ayrılmaz bir sıfatıdır. Yüce Allah, onların mahiyetini anlatmak için böyle söylüyor." Her iki anlam da ayetin akışına ve konuya uygundur.


Onların kâfirlikleri çirkin bir tutumdu. Zira onlar gelişini bekledikleri ve desteği sayesinde müşriklere karşı zafer kazanacaklarını umdukları, başka bir deyimle kendileri dışındaki milletlere karşı üstünlük kurmak amacı ile koz olarak kullanmayı düşündükleri ve üstelik ellerindeki Tevrat'ı onaylayan bir kitapla karşılarına çıkan bir peygamberi inkâr etmiş oluyorlardı. Okuyoruz:


"Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde, öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler."


İşte bu, yüce Allah'ın gazabını ve kovulmuşluğu hakeden son derece çirkin ve yakışıksız bir tutumdur. Bundan dolayı yüce Allah'ın lâneti üzerlerine yağıyor ve alınlarına kâfirlik damgası vuruluyor.


"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."


Aşağıdaki ayet de tercih ettikleri alış-veriş biçiminin yolaçtığı zararı anlattıktan sonra takındıkları bu çirkin tavrın gizli sebebini açıklayarak, onları rezil ediyor:


"Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü birşey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azab beklemektedir."


Yani, "Benliklerini, karşılığında satmış oldukları şey olan kâfirlik ne kötüdür". Burada kâfirlik, onların benliklerine karşılık olan bir bedel sanki! İnsan, benliğini belirli bir bedele denk tutar. Bu bedel az ya da çok olabilir. Fakat benliğini kâfirlikle denk tutması, düşünülebilecek en çirkin ve en zararlı alışveriş biçimidir. Ama sembolik ve tasvir edici bir anlatımla karşı karşıyaymışız gibi görünmesine rağmen, gerçekte var olan da bundan başka birşey değildir. Sebebine gelince, yahudiler dünyada benliklerini mahvederek, imanlı insanların onurlu kervanına katılmaktan yoksun kaldıkları gibi Ahirette de kendilerini alçaltıcı bir azap beklediği için orada da benliklerini mahvetmişler, yokluğa atmışlardır. Peki, bütün bunların içinden ne elde ederek çıkmışlar? Kâfirlik!.. Kazandıkları, ele geçirdikleri tek şey sadece kâfirlik!..


Onları bu zararlı alış-verişe Peygamberimize (salât ve selâm üzerine) karşı duydukları kıskançlık sürükledi. Kendi aralarından birine verileceğini sandıkları peygamberliğin O'na verilmesini içlerine sindiremediler. Yüce Allah'ın bağışlayıcılığının eseri olarak dilediği kuluna vahiy indirmesi kindarlıklarına yolaçtı. Bu, düpedüz bir çekememezlik ve zulüm belirtisiydi. Bu tutumları ise kendilerine yüce Allah'ın katmerli gazabını getirdi. Ayrıca bu büyüklük kompleksine tutsak olmalarının, kıskançlıklarının ve çekememezliklerinin cezası olarak Ahirette kendilerini küçük düşürücü bir azap beklemektedir.


Yahudilerde görülen bu huy, nankörlüktür; katı bir taassubun kısıtlı dünyası içinde yaşayan dar görüşlü bir bencilliktir. Bu bencillik, kendisinden başkası-na gelen iyilikten kendini kopuk ve ilişkisiz olarak düşünür, bütün insanları birbirine bağlayan büyük insanlık ilişkisinin farkında değildir.


İşte yahudiler böylesine bir ayrılıkçılık (uzlet) atmosferi içinde yaşaya gelmişlerdir. Kendilerini hayat ağacının kesik bir dalı gibi algılarlar... İnsanlığın başına her zaman belâ gelmesini gözlerler... Herkese kin beslerler... Sürekli olarak bu kin ve nefretlerinin azabını çekerler... İnsanlığa karşı besledikleri bu kinin tepkisi olarak halklar arasında yer yer kargaşa tohumları ekerler, orada-burada savaşlar çıkararak bunların arkasından ganimet elde ederler... Aynı zamanda bu yoldan sönmek bilmeyen kin duygularını tatmin ederler. Böylece, bazan onlar başkalarını ve kimi zaman da başkaları onları mahveder. Bütün bu kötülüklerin kaynağı sözünü ettiğimiz çirkin "bencillik" duygusudur; az önce okuduğumuz ayetin ifadesi ile "Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemem" kompleksidir. Okumaya devam edelim:


"Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın' denildiği zaman, `Biz sadece bize indirilene inanırız' derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar."


Yahudiler Kur'an'a ve İslâm'a inanmaya çağrıldıklarında böyle cevap verirler; yani "Biz sadece bize indirilene inanırız" derlerdi. Onların ifadesine göre, Tevrat onlar için yeterli idi ve sadece o gerçekti. Bu yüzden de Tevrat'tan sonra gelen kitapları (Hz. İsa'ya gelen İncil'i ve peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı) reddettiler.


Kur'an-ı Kerim, "Oysa o kitap, onların ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı bir gerçek idi." ifadesi ile onların bu tutumunu, yani Tevrat dışındaki kitapları inkâr etmelerini hayretle karşılıyor.


Ama gerçek onların neyine! Ellerindeki kitabi onaylamış olmak onlar için ne anlam taşır? Bu kitap onların tekellerinde olmadıktan sonra varsın gerçek olsun ne çıkar! Çünkü onlar kendi bencillik komplekslerine taparlar, onlar taassuplarının kölesidirler. Böyle bile değil. Daha doğrusu onlar arzularının ve ihtiraslarının kullarıdırlar. Çünkü onlar daha önce kendi peygamberlerinin getirdiği ilâhî mesajları da inkâr etmişlerdi. Yüce Allah Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun), bu gerçeği onların yüzlerine vurarak tutumlarını ortaya koymasını ve iddialarının gülünçlüğünü vurgulamasını istiyor:


"De ki; `Madem ki, inanıyor idiniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?".


Eğer gerçekten size indirilmiş olan ilâhi mesajlara inanıyor idiyseniz, niye vaktiyle Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Çünkü bu peygamberler size inandığınız iddia ettiğiniz ilâhi mesajları getirmiş olan kimselerdi.


Gerçek sizin dediğiniz gibi değil. Hatta siz ilk peygamberiniz ve en büyük kurtarıcınız olan Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) getirdiği ilâhi mesajları bile inkâr ettiniz. Şöyle ki:


"Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler öyle zalimlersiniz!"


Acaba Hz. Musa'nın size getirdiği ilâhi mesajlardan sonra ve daha Hz. Musa hayattayken bir buzağı ilâh edinip ona tapmanız, imanın size telkin ettiği bir davranış mıydı? Bu davranış size indirilen ilâhi mesajlara inandığınız biçimindeki iddianızla bağdaşır mı?


İddianızla çelişen tek olay bu değil ki! Bundan başka Tur dağında yüce Allah'a vermiş olduğunuz söz, sonra da bu sözü hiçe sayarak başkaldırışınızı da unutmamalısınız. Okuyoruz:


"Hani sizden kesin söz almıştık, Tur'u üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin', dedik. Onlar ise `dinledik ve karşı geldik' dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi."


Bu ayetin baş tarafında yahudilere seslenilerek onlara eski hareketleri anlatıldıktan sonra, müminlere ve bütün insanlara dönülerek yahudilerin vaktiyle sergiledikleri davranışlar açıklanıyor. Böylece ayetin ilk bölümünde kullanılan ikinci şahıs zamiri son kısmında üçüncü şahıs zamiri ile yer değiştiriyor. Daha sonra Peygamberimize seslenerek, yahudilerden sormasını istiyor: "Sizin imanınız nasıl bir iman ki sizin bu kötülüklerinize engel olamıyor. Yoksa size bu kâfirlikleri imanınız mı emrediyor?"


"De ki; `Eğer inanıyor iseniz, imanınız size ne kötü işler emrediyor!"


Burada bir parantez açıp yahudileri tasvir eden şaşırtıcı şu iki ifadeyi irdeleyelim: "İşittik ve karşı geldik", "Kâfirlikleri yüzünden kalplerine buzağı içirilmişti (sevgisi kalplerine yerleştirilmişti.)"


Önce ilk ifadeyi ele alalım. Yahudiler aslında "işittik" dediler, "karşı geldik" dedikleri yok. Buna göre bu söz acaba neden onların dilinden naklediliyor? Bu ifade sessiz realitelerinin sanki seslendirilmiş bir realiteymişçesine canlı bir tasviridir. Yani onlar dilleri ile "işittik" dediler, fakat davranışları ile de "karşı geldik" dediler. Dille söylenen söze anlam kazandıran şey pratik realite, uygulamaya yansıyan davranıştır. Bu anlam ağızdan çıkan sözden daha güçlüdür. Bu canlı tasvir, bize şu önemli İslâmî prensibi dolaylı biçimde, ima yoluyla anlatmaktadır: Pratik, uygulamasız sözün hiçbir değeri yoktur. Önemli olan amel, yani pratik uygulama, ya da söylenen söz ile pratik hareket arasındaki tutarlılıktır. Hüküm ve değerlendirme dayanağı budur.


"Buzağı kalplerine içirildi (Buzağı sevgisi kalblerine iyice işledi)" ifadesinin gözönünde canlandırdığı kaba manzaraya gelince bu, son derece orjinal bir tablo oluşturur. Onlar, kendileri dışında birinin eylemi ile "içirildiler". Nedir kendilerine içirilen şey? "Buzağı içirildiler". Nerelerine içirildi bu buzağı? " Kalplerine içirildi". İnsan bu ifadeyi okurken hayalinde şu kaba, yırtıcı, aynı zamanda gülünç ve komik manzara canlanıyor. Kalbe zorla sokulan ve oraya yerleşen kocaman bir buzağı manzarası. Sanki adamlar bu buzağıyı su gibi içerek kalplerine indirivermişler!


Burada Kur'an-ı Kerim'de rastladığımız tasvir edici somut üslubun, anlatıcı ve soyut normal ifade tarzı karşısında taşıdığı üstünlük açıkça ortaya çıkıyor. Bu somut, tasvir edici üslup, çarpıcı Kur'ana anlatım tarzının belirgin bir özelliğidir.
Alıntı ile Cevapla