Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16 Eylül 2008, 00:23   Mesaj No:13

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

142- İnsanlardan bazı beyinsizler; "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" diyecekler. De ki; "Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir. "


143- Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve peygamber de size örnek olsun. Biz sırf Peygambere uyanları, bağlı kalanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık. Bu değişiklik, Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.


Gerek ayetlerin akışından ve gerekse Medine'deki olayların gelişiminden açıkça anlaşılıyor ki, buradaki "beyinsizler" deyimi ile yahudiler kasdedilmiştir. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, kıble değiştirilmesi olayı münasebetiyle estirilen yaygarayı onlar kopardıkları gibi, Mescid-i Aksa'yı kasdederek "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" sorusunu ortalığa yayanlar da onlardı.


Nitekim sahabilerden Berae b. Azib (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'ye geldiği ilk günlerde Ensar'dan olan dedelerinin -ya da dayılarının- yanında misafir kaldığını belirttikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Peygamberimiz, onaltı ay ya da onyedi ay kadar Beytulmukaddes'e doğru namaz kıldı. Fakat kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını çok istiyordu. Beytullah'a dönerek kıldığı ilk namaz bir ikindi namazı idi. Bu namazda onunla birlikte birkaç kişi daha vardı. Onun yanında bu namazı kılanlardan biri oradan ayrıldıktan sonra yolda bir mescit halkı ile karşılaştı. Cemaat o sırada ruküa varmıştı.


Adam `Allah adına şehadet ederim ki, ben Peygamberimiz ile birlikte Kâbe'ye doğru namaz kıldım' dedi. Bunun üzerine o mescidde namaz kılanlar oldukları gibi (namazlarını bozmadan, derhal) Kâbe'ye doğru döndüler.


Peygamberimiz Beytülmukaddes'e doğru namaz kılarken bu durum yahudilérin hoşuna gidiyordu. Fakat yüzünü Beytullah'a döndürünce buna canları sıkıldı. Bunun üzerine `(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz..: diye başlayan ayet indi. Bu sırada beyinsizler -ki onlar yahudilerdi`Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' dediler."(İmam-ı Malik Buhari, Müslim, Tirmizi)


Daha sonra inceleyeceğimiz üzere gerek yahudiler tarafından halk arasına yayılan bu soruya ve gerekse bu fitneye karşı Kur'an-ı Kerim'in takınmış olduğu tavır, sözkonusu propaganda kampanyasının o günlerde müslümanların vicdanlarında ve müslüman safları arasında meydana getirdiği yıkıcı etkinin ne kadar büyük olduğunu ima eder niteliktedir.


Bu ayetlerin baş tarafını bir daha okuyalım:


"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler."


Bu cümlede kullanılan zaman kipinden şu nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç ayet sonra ilân edilecek olan kıble değiştirme olayına zihinleri hazırlayıcı bir giriş ve yüce Allah'ın "beyinsizler" tarafından ortaya atılacaklarını önceden bildiği söylentilerin ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir. Diğer bir ihtimale göre bu ayet, az önce okuduğumuz hadiste belirtilen bu söylenti ve sorulara, bunlar ortaya atıldıktan sonra verilen cevap olabilir. O zaman da sözkonusu beyinsizler tarafından söylentiler yayılacağının daha önceden takdir edildiğini, bu plânın önceden bilindiğini ve cevabının peşin olarak hazırlandığını düşündürmek için gelecek zaman kipi kullanılmış olur ki, bu normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur.


Bu ayette sözkonusu söylenti ve soruların etkileri giderilmeye çalışılmakta, Peygamberimize yaygaracılara nasıl karşılık vereceği ve gerçeği bütün boyutları ile nasıl belirleyeceği telkin edilmekte, aynı zamanda bu konudaki yaygın düşüncenin yanılgıları düzeltilmektedir:


"De ki; Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir"


Evet, Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna göre ne tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte O'na dönülüyor. Aslında yönlerin ve mekânların kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün yapan, onlara özellik kazandıran faktör, yüce Allah'ın onları seçmesi ve insanları onlara doğru yöneltmesidir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için seçip kıble olarak belirleyince o yön o zaman seçkinlik kazanır ve kullar ancak o yöne dönerek doğru yola varabilirler.


Böylece yüce Allah mekânlar ve yönler ile ilgili doğru düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan alması gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor.


Ayetlerin devamında, bu ümmete evrendeki son derece önemli konumu ve yeryüzündeki halifelik görevinden dolayı özel bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği olması telkin edilirken kendisini bu göreve layık gören Rabbi dışında hiç kimsenin sözünü dinlememesini gerektiren insanlığın tümüne yönelik temel fonksiyonu hatırlatılıyor:


"Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve Peygamberde size örnek olsun."


Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca esas alınan görüş bu olur, insanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır" diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz


Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı öneriyor.


Bir de bu ümmet "vasat (orta yol)" bir ümmettir, hem de kelimenin tam anlamıyla "vasat" bir ümmet. Bu kelime ister "iyilik, üstünlük" anlamlarına gelen "vesadet" kökünden türemiş sayılsın, ister "itidal ve orta yolculuk" anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin maddi ve somut anlamı kastedilmiş olsun.


Düşünce ve inanç alanlarında "vasat (orta yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez. Bunun yerine "ruha sarılmış ceset" ya da "cesede yapışmış ruh" esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı kalır. Enerji odakları çift kutuplu yapıya her çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir yandan hayatı koruyup devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi ifrata ve tefrite (başıboşluğa ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü, uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır.


Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet. Yani, hayatı tümü ile ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır. Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile insan duygularının düzeyini yükseltirken öte yandan da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne sultanın, diktatörün kamçısına ve ne de vicdanlarının başıboş sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir sentez kurar.


İnsanlararası ilişkiler ve karşılıklı bağlar alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet". Yani ne ferdin kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan kaldırarak onun benliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan bireysel enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin kişiliğini ve kendine özgü yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri serbest bırakır. Sonra da aşırılıklara, set çeken tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç özlemleri teşvik eder; hatta ferde, topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler ve görevler belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu toplum uyum ve koordinasyon halinde ferde güvence sağlar.


Dünyada, yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin orta kuşağındaki fonksiyonu itibariyle "vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet"!. Toprakları üzerinde İslâm'ın egemen olduğu bu ümmet, uzun yüzyıllardan beri şu ana kadar yeryüzünün Doğusu ile Batısı, Güneyi ile Kuzeyi arasında bir köprü durumundadır. Yüzyıllardan beri elinde bulundurduğu bu konumu ile tüm insanlığı gözlemekte, bütün insanlara örnek olmaktadır. Elinde olan her şeyi bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta; tabiî, ruhî ve manevî ürünler, hudutlarından geçerek dünyanın şurasına-burasına dağılmakta ve bu ümmet sözünü ettiğimiz maddî ve manevî trafiğe hakemlik etmekte, onun düzgün işlemesini sağlamaktadır.


Zaman perspektifi konusunda "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet"!. İnsanlığın, kendisinden önceki çocukluk dönemini noktalayarak, kendisinden sonraki aklî gelişme çağına bekçilik ve koruculuk yapmaktadır. İnsanlığın bu iki dönemi arasında durarak bir yandan insanın gelişmesine ayak bağı olan çocukluk döneminden kalma saplantıları ve hurafeleri silkeleyip atarken, öteyandan insanlığı aklın ve nefsini arzuların fitnesinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Peygamberler döneminden kalma ortak manevi miras ile sürekli gelişen aklın birikimi arasında sentez kurmakta, bu ikisini uyumlu bir şekilde bağdaştırmakta, insanlığı bu iki uygarlık kaynağı arasında yeralan doğru yolda yürütmeye çabalamaktadır.


Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel, yüce Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını bir yana bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini benimsemiş olması; yüce Allah, onun sırf kendi rengine boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhi rengin daha işin başında dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır.


Böyle bir görevi ve rolü omuzlarında taşıyan bir ümmetin birtakım sıkıntılara katlanması, birtakım fedakârlıklarda bulunması son derece normaldir. Çünkü önderliğin kendine özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz sıkıntıları vardır. Onun için bu ümmetin, yüce Allah'a içten bağlılığın ve ilâhi önderliğe kayıtsız şartsız itaatkar olmaya hazır olduğunun kesinlikle kanıtlanması için görevine atılmadan önce sınavdan geçirilerek denenmesi gerekir.


Bunun sonucu olarak yukardaki ayetin devamında yüce Allah müslümanlara şimdiki kıble değişimi olayı vesilesi ile kendileri için neden daha önceki kıblelerini tekrar seçmiş olduğunu şöyle anlatıyor:


"Biz sırf peygambere uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık."


Yüce Allah'ın doğru inancın varisi ve bu inanç bayrağını dalgalandıracak olan O'nun yeryüzündeki halifesi olmasını istediği bu genç ümmete uyguladığı eğitim metodu bu ayetten açıkça anlaşılıyor. Yüce Allah bu ümmetin sırf kendisine bağlanmasını, cahiliye döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün maziye gömülmüş arzularından arınmasını; cahiliye döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı bütün ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir idealin karışmamasını, bilgi kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını istiyor.


Oysa Beytulharam'a dönmek, Arapların vicdanlarında inanç endişesinden başka bir endişe ile karışık hale gelmiş, ataları Hz. İbrahim'in inanç sistemine müşriklik ve ırk taassubu lekeleri bulaşmıştı. Çünkü Beytullah, o günlerde Araplara ait bir utsal merkez sayılıyordu. Oysa Allah, oranın sadece kutsal bir "Allah evi" olmasını diliyor, bu ünvanına başka bir ünvanın eklenmesini, bu niteliğine başka bir niteliğin karıştırılmamasını istiyordu.


Fakat Beytullah'a doğru dönme eylemine, Araplar tarafından sözünü ettiğimiz başka nitelikler eklenince, yüce Allah müslümanları bu kıbleden ayırarak Beytülmukaddes' e doğru yöneltti. Böylece birinci derecede, müslümanların duygularını geçmiş dönemlerinin çağrışımlarından arındırmayı ve ikinci derecede de, Peygambere teslimiyet ve itaat derecelerini deneyden geçirmeyi amaç edinmişti. Başka bir deyimle, acaba kimler O'na Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve kimler Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü ve böylece ırk, kavim, eski mukaddesat bilincinin etkisi altında bulunanların vicdanlarını rahatlattı diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi birbirinden ayırd etmeyi dilemişti.


Üzerinde durduğumuz bu nokta son derece ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpde herhangi bir ortağın varlığına katlanamaz; kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir ideali kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye döneminin, büyük-küçük, herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile birarada bulunmaya razı olmaz. İşte bu ayette yeralan "Biz sırf Peygamber'e uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık." cümlesinin bize düşündürmek istediği gerçek budur.


Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün olup bitenleri daha olmadan önce bilir. Fakat insanların yaptıklarının ortaya çıkmasını ve buna dayanarak onları hesaba çekip sorumlu tutmayı diler. O, insanlara karşı merhametli olduğu için, yapacaklarını önceden bildiği eylemlerinden dolayı onları hesaba çekmiyor, sadece bilfiil işledikleri eylemlerden ve sadece ortaya koydukları uygulamalardan dolayı kendilerini hesaba çekiyor.


Ayrıca yüce Allah duygusal kalıntılardan sıyrılmanın, insan nefsi ile bağı bulunan her türlü özellikten ve idealden arınmanın son derece zor bir iş, ağır bir girişim olduğunu, bunu yapabilmek için imanın kalbi kayıtsız-şartsız egemenlik altına alması gerektiğini ve bunlara ek olarak bizzat kendisinin, bu girişiminde kalbe yardım ederek onu bu hedefe iletmesinin, bu başarıya ulaştırmasının şart olduğunu, kuşkusuz bilmektedir.


"Bu durum, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir."


Fakat, yüce Allah yol gösterince, insan nefsinin sözkonusu ideallerden sıyrılması, o kalıntıları ve tortuları içinden söküp atması, sırf Allah'a yönelerek sadece O'nun sözünü dinleyip sadece O'na itaat etmesi, kendisine hangi yönü gösterirse o tarafa dönmesi ve Allah'ın Resulü nereye iletirse peşinden gitmesi, zor ve sıkıntılı bir iş olmaktan çıkar.


Bu ayetin daha sonraki cümlesinde yüce Allah müslümanları, imanları ve o güne kadarki namazları hususunda gönül rahatlığına kavuşturuyor. Onlar sapık yolda değillerdi ve namazları da boşa gitmiş değildi. Çünkü yüce Allah kullarını zora koşmaz, kendisine yöneltmiş oldukları ibadeti boşa çıkarmaz, imanını katmerlendirip arttırdığı güçlerini aşacak bir yükümlülükle kendilerini sıkıntıya sokmaz.


"Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."


Allah, kullarının sınırlı olan güçlerinin kapasitesini bilir ve onlara güçlerinin kapasitesi dışında bir yükümlülük bindirmez. Müminler, samimi niyetli ve doğru kararlı olunca yüce Allah onları doğru yola iletir ve karşılarına çıkan imtihanı başarı ile aşmalarına, kendi desteğini göndererek yardımcı olur. Sıkıntı ve imtihan O'nun hikmetinin göstergesi olduğuna göre, bu sıkıntıyı ve imtihan engelini aşmak da O'nun rahmetinden kaynaklanan bir bağışıdır. Çünkü "Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."


Böylece müslümanların kalplerine ferahlık serpiliyor, gönüllerindeki endişe gideriliyor ve yerine hoşnutluk, güven duygusu ve kesinlik aşılanıyor. Ayetlerin bundan sonraki akışı içinde Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kıble konusundaki isteğinin yüce Allah tarafından kabul edildiği açıklanarak bu yeni kıblenin yönü ilân ediliyor. Bunun hemen arkasından müslümanlar, yahudi fitnesi karşısında uyarılıyor, onların saldırı ve komplolarının arkasında yatan gizli ve gerçek faktörler açığa çıkarılıyor. Yüce Allah bu açığa vurmayı, bu müslüman cemaati geleceğe hazırlamak, onu yahudinin fitne ve yıkımından korumak için ne kadar büyük bir gayret harcandığını vurgulayan bir üslup ile yapıyor:



144- (Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Hiç şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu biliyorlar. Allah onların neler yaptıklarından habersiz değildir.


145- Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen bile onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar. Sana gelen bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun.


146- Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.


147- Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. Bu konuda sakın kuşkuya kapılanlardan olma.


148- Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre, hayırlı işlerde birbirinizle yarışa girin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecek (toplayacak)tır. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir.


149- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir.


150- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın. Yalnız, zalimler başka. Onlardan da korkmayın, benden korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız.


Bu ayetlerin girişinde, Peygamberimizin içinde bulunduğu durumu son derece canlı bir biçimde tasvir eden bir ifade ile karşılaşıyoruz. İlk cümleyi tekrar okuyalım:


"(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyorum." Yahudilerin yoğun saldırıları ve müslümanların kendi kıblelerine yönelmelerini, onların yanıltma, yaygara ve şaşırtma kampanyalarının vesilesi olarak kullanmaları üzerine Peygamberimizde uyanan, o güne kadar yöneldiği kıblenin yüce Allah tarafından değiştirilmesi ile ilgili güçlü arzuyu, bu ifade son derece çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Peygamberimiz o günlerde ısrarla bayı göğe doğru çeviriyor, fakat Rabb'ine karşı saygısızlık olur, O'na birşey önermek, huzuruna bir teklif sunmak gibi bir yersizlik olur diye çekinerek bu konuda açıkça dua etmekten kaçınıyordu.


Fakat yüce Allah O'nun sessiz dileğini hoşuna gidecek şekilde cevaplandırmakta gecikmedi. O'nun dileğinin kabul edildiğini belirten ilahi ifade, Allah ile arasındaki merhamet yüklü, cana yakın ve sevgi dolu ilişkiyi çarpıcı biçimde açığa vurur niteliktedir:


"Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz"


Yüce Allah bu cümlenin hemen arkasından Peygamberimizi hoşnut edeceğini bildiği kıbleyi belirliyor:


"Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir."


O'nun ve ümmetinin kıblesi olacak burası... O anda çevresinde bulunan sahabilerin, onlardan sonra gelecek olanların; kısaca yeryüzünde Allah'ın tek başına kalacağı güne kadar yeryüzünde gelip geçecek olan bütün müslüman kuşakların ortak kıblesi olacak burası. Devam ediyoruz:


"Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."


Yani; "Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun Kabe'ye çevirin yüzünüzü." Yurtlarının farklılığına, yönlerinin değişikliğine; ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble. Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün her tarafına yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı yaşama düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü ile tek bir İlâha kulluk etmesinin, tek bir peygambere inanmasının ve tek bir kıbleye yönelmesinin ürünüdür.


İşte yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki bağlarla birleştirdi. Onu İlâhında, peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirdi. Yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılıklarına rağmen bu birliği meydana getirdi. O, bu ümmetin birliğini, son olarak saydığımız bu sosyal etmenlerden hiçbiri üzerine oturtmadı; tersine bu birliği inanç sistemi ve kıble ortaklığı üzerine oturttu; yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılığını bu birliğe engel saymadı. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar kalplerindeki inancın ürünü olan ibadetleri sırasında yöneldikleri kıble üzerinde birleşirler. Oysa hayvanlar merada, çayırda ağıllarda ve ahırda biraraya gelirler!


Sonra... Acaba Kitap Ehlinin bu yeni kıble ile ilgili durumu nedir?


"Hiç şüphesiz, kendilerine kitap verilenler bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu bilirler."


Onlar Kâbe'nin, hem bu doğru yol mirasçısı ümmetin ve hem de tüm müslümanların ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından yapılmış ilk Allah evi olduğunu ve buraya yönelmenin yüce Allah'ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu kesinlikle biliyorlar.


Fakat onlara bu kesin bilgilerine rağmen, bu bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan yıkıcı girişimlere kalkışacaklardır. Ama müslümanlara zarar dokunduramayacaklardır. Çünkü yüce Allah müslümanların vekilidir, onların oyunlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmayı bizzat üstlenmiştir.


"Allah onların neler yaptıklarından habersiz değildir"


Onlar hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü onların yoksunu oldukları şey delil değil samimiyet, nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe teslim olma yeteneğidir.


"Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."


Yani onlar, nefsin arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Çoğu saf kimseler, yahudiler ile hıristiyanların, İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için ona inanmadıklarını sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar İslâm'ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dinin, onların rnenfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. İslâm'a karşı bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar ve usuller denemekten geri durmayışları, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin nedeni budur. Bu yüzden de İslâm ile yaptıkları savaşı bazen karşı karşıya gelerek bazan da perde arkasından sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman da herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı savaşa girişerek kendilerine uşaklık eden sözde müslümanları piyon olarak kullanıyorlar. Onların tüm saldırıları her zaman ve her yerde yüce Allah'ın Peygamber efendimize yönelik şu uyarısının işaret ettiği nokta doğrultusundadır:


"Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."


Yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın önerdiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini sembolize eden İslâm kıblesini böylesine ısrarla reddetmeleri karşısında, yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) normal olarak takınması gereken tutumu ve tavrını şu şekilde belirliyor:


"Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin."


Sen asla onların kıblesine uyacak durumda ve konumda değilsin. Burada olumsuz bir isim cümlesinin kullanılmış olması, bu konudaki Peygamberimizin değişmesi söz konusu olmayan sürekli tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O'nu izleyen müslüman cemaate dönük telkine daha güçlü bir vurgu katar niteliktedir. Buna göre bu ümmet, yüce Allah tarafından sevgili Peygamberi için seçilen, O'nu hoşnut etmek için beğenilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah'a bağlayan sancağı dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak, dalgalandırmayacaktır; Allah tarafından belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Müslüman kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanı m" demesi kuru bir iddiadan ibaret kalır.


Bu ayetin devamında kitap ehlini oluşturan grupların birbirlerine karşı olan tutumları açıklanıyor. Bu gruplar arasında uyum ve dirlik yoktur. Çünkü nefislerinin arzuları ve ihtirasları onları birbirinden ayrı düşürür. İşte ayet:


"Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar."


Gerek yahudiler ile hıristiyanlar arasında, gerek yahudilerin değişik mezhepleri arasında ve gerekse farklı hıristiyan mezhepleri arasında son derece amansız bir düşmanlık hüküm sürer.


Peygamberimizin durumu bu, Kitap Ehlinin durumu da böyleyken ve bu konuda doğrunun ne olduğunu öğrenmişken, Peygamberimizin kendisine gelen bu bilgiden sonra Kitap Ehlinin arzu ve ihtiraslarına uyması düşünülemezdi.


"Sana gelen bu bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun."


Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelttiği az önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin hemen arkasından gelen yine O'na dönük bu sert ve kesin ilâhi ifade üzerinde bir parça durmak gerekiyor.


Burada sözkonusu olan şey; 'yüce Allah'ın hidayetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak, başkalarından farklı olmak, Allah'a itaatten ve O'nun önerdiği yaşama düzeninden başka her şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî hitabın bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve uyarıcı olması bundan dolayıdır.


"O zaman kesinlikle zalimlerden olursun."


Gidilecek olan yol gayet belirli ve dosdoğrudur. Ya yüce Allah'ın katından gelen bilgiye ya da -kim olursa olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve ihtiraslarına uyulacak. Müslüman, Allah'tan başkasından direktif alamaz... Müslüman, kesin bilgiyi bir yana bırakarak değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz... Allah'tan gelmeyen her direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır.


Hiçbir zaman unutmamamız gereken bu uyarının şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor: Müslümanlar, yahudilerin yanıltıcı propaganda ve çeşitli sinsi oyunlarından o derece etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda bulunma gereği duydu.


Bu kısa açıklamalardan sonra tekrar ayetlerin akışına döndüğümüzde gerek bu konudaki ve gerekse diğer bütün konulardaki gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği ve Peygamberimizin emrettiği gibi olduğunu, yahudi ve hıristiyanların gerçeği bilmelerine rağmen, içlerindeki arzu ve ihtirasların dürtüsü ile bu gerçeği gizlediklerinin ifşa edilmesine devam edildiğini görüyoruz:


"Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler."


İnsanların evlâtlarını tanımaları, tanıma kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu söz, Arap dilinde hiç kuşku kaldırmayan kesinlikleri ifade etmek için kullanılan bir deyimdir.


Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin getirdiği mesajların kesinlikle doğru olduğunu, kıble değişimi ile ilgili mesajının da bu nitelikte olduğunu bildiklerine, fakat onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği saklı tuttuklarına göre, bu durum karşısında müslümanların tutacağı yol, yahudiler ile hıristiyanların yaydıkları asılsız söylentilerin ve yalanların etkisi altında kalmak değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir Peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen dinlerinin herhangi bir meselesinde ağızlarına bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği gizleyen hıristiyan ve yahudiler olamaz!..


Yahudiler ile hıristiyanların bu tutumu açıklandıktan sonra, yüce Allah Peygamberimize dönerek O'na şöyle buyuruyor:


"Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."


Aslında Peygamber efendimiz hiçbir gün ne kuşkulandı, ne şüpheye düştü. Nitekim yüce Allah kendisine başka bir ayette "Eğer sana indirdiklerimiz hakkında kuşkulu isen senden önce inen kitapları okuyanlara sor." buyurunca; "Hayır, ne kuşkum var ve ne de sorarım." diye cevap vermişti.(Yunus Suresi, 94)


Fakat hitabın bu şekilde Peygamberimizin şahsına yöneltilmesi, O'nun arkasındaki müslümanlara güçlü bir telkin, sert bir tenbih anlamı taşır. Hem Peygamberimizin zamanındaki yahudi söylentilerinden ve kandırmacalarından etkilenen müslümanlar ve hem de daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar bu kategoriye girer.


Bugün herkesten çok bizler bu uyarıya kulak vermek mecburiyetindeyiz. Zira -eşine rastlanmamış bir aptallıkla gidiyor, yahudi, hıristiyan veya komünist kâfirlerin müsteşrik (Doğu bilimciler) denen İslâm düşmanlarından dinimizin meseleleri hakkında fetva soruyor, tarihimizi öğreniyor, kültürümüz hakkında söylediklerine inanıyoruz; gerek Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri ve gerekse büyüklerimizin hayat hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına sokuşturdukları sinsi kuşkulara kulak veriyoruz; Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek üniversitelerinden mezun olduktan sonra kafaları ve kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler diye grup grup öğrenci gönderiyoruz.


Bu Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu kitapta, bu ümmetin yapacağı ve sakınacağı şeyleri açıklıyor. Ehl-i Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir ve din de aynı dindir!


Tekrar ayetlerin akışına dönüyor ve şunları görüyoruz: Kur'an-ı Kerim, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile oyalanmamaya çağırıyor; onlara kendilerine özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön olduğuna göre hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın hayırlı işlerde birbirleriyle yarışmayı telkin ediyor. Zira sonunda hepsi kendilerini biraraya toplayıp davranışlarının karşılığını vermeye kadir olan yüce Allah'ın huzuruna varacaklardır.


"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa girişin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecektir. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir."


Böylece bu ayet, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların körükledikleri fitnelerle, oyunlarla, yanıltıcı yorumlar ve asılsız söylentilerle oyalanmaktan men ediyor; bunun yerine kendilerini çalışmaya ve hayırlı işlerde birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu arada onlara varacakları son yerin yüce Allah'ın huzuru olduğunu, O'nun her şeyi yapmaya gücünün yettiğini, hiçbir şeyin O'nu aciz düşüremeyeceğini ve hiçbir şeyin bilgisi dışında kalamayacağını hatırlatıyor.


Bu ciddi realite karşısında bütün kof iddialar, bütün yanıltma amaçlı yorumlar küçük kalır.


Daha sonra yeni seçilmiş kıbleye yönelme emri, devamını oluşturan yukardakinden farklı açıklamaların eşliğinde tekrar vurgulanıyor:


"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir."


Bu defaki yeni kıbleye yönelme emrinde yahudiler ile hıristiyanlardan ve onların tutumlarından sözedilmiyor. Bunun yerine hitap, Peygamberimizin nereden yola çıkmış olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun Kâbe'ye yönelmesini içeriyor. Ayrıca bu kıble değişiminin yüce Allah'dan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak bu gerçeğe kesinlikle uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer veriliyor. "Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir." cümlesinin içerdiği bu gizli uyarıdan, Peygamberimizin yanındaki bazı müslümanların kalplerinde bu vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı gerektiren bir durum olduğunu seziyoruz.


Arkasından aynı emir başka ve yeni bir maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre; yahudiler müslümanların kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini görünce kendi dinlerinin bu yeni dinden daha üstün ve gerçek kıblenin kendi kıbleleri olduğunu ayrıca bunun sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha üstün olduğunu iddia etmeye başladılar. Buna ek olarak, Kabe'yi öteden beri kutsal bir dini merkez olarak kabul eden Araplar, müslümanların bir süre Yahudilerin kıblesi olan Mescid-i Aksa'yı kıble olarak benimsemelerini fırsat bilerek yandaşlarını etkilemek, onların müslüman olmasını engellemek için müslümanların Kabe'ye yönelmemelerini öne sürerek bu olayı koz olarak kullanıyorlardı. Bu ayetler hem yahudilerin propagandasının önünü alıyor hem de müşrik Arapların kozlarını etkisiz hale getiriyor.


"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın."


Bu ayette Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) nereden yola çıkmış olursa olsun, yüzünü Kâbe'ye doğru döndürmesi ve bütün müslümanlara, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oraya yönelmeleri emredildikten sonra bu yeni yönelişin gerekçesi, "İnsanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın" cümleciği ile açıklanıyor.


Ayetin bundan sonraki bölümünde delil ve mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi tercih eden "zalimler."in iddiaları küçümseniyor. Böylelerini susturmanın hiçbir yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını sürdüreceklerdir. Fakat müslümanlara zarar dokundurmaları sözkonusu değildir.


"Onlardan korkmayınız, benden korkunuz."


Yani "Ey müslümanlar, böylelerinin üzerinizde hiçbir egemenlikleri yoktur; size hiç bir şey yapamazlar. Buna göre onların sözlerini kafanıza takarak benim size gönderdiğim talimatlardan sapmaya kalkışmamalısınız; çünkü dünya ve Ahiretinize yön vermek benim elimde olduğu için benden korkmanız gerekir, başkalarından değil." Ayetin bu bölümünde "zalimler"in konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın azabı konusunda uyarı yapıldıktan sonra O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi çağrıya olumlu cevap verip bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete, bu nimetlerin arttırılarak devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır:


"O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız."


Bu ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır. Yüce Allah'ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında


duruyordu. Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor ve evrendeki konumlarında algılayabiliyorlardı.


Çünkü onlar, karanlığı, iğrençliği ve cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini kendileri yaşamışlar, arkasından imanın aydınlığına, temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı.


Onlar cahiliye döneminde birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler halinde yaşıyorlardı. Hedefleri basit, idealleri sınırlı idi. Sonra bu inanç sisteminin sancağı altında birliğe, güçlülüğe, Sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna göre, Allah'ın bağışladığı nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu kadar çevrelerinde de görüyorlardı.


Onlar cahiliye döneminde yıkılış halinde, kirli, düşünceleri karma-karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi. Sonra temiz, yüce, düşünce ve inançları belirgin, değer yargıları ve kriterleri oturmuş İslâm toplumuna geçtiler. Bu yüzden sözkonusu nimetin izlerini, etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler arasındaki yeni konumlarında olduğu kadar, sosyal hayatlarında da görüyorlardı.


Bu yüzden yüce Allah müslümanlara "Size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim" buyururken, onlara hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme ve büyük bir bağışın arkasından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısını sunmaktadır.


Kıble ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her tekrarlanışında yeni bir mana ile karşılaşıyoruz. Mescid-i Haram'a doğru dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirme ve Rabbine sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimizin arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu kıble değişikliğinin O'nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez tekrarlanışının altında ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların tutumunu kınama amacı yatmaktadır.


Ayrıca biz bu emir tekrarının arkasında şöyle bir amacın da güdüldüğünü seziyoruz: Anlaşılan müslümanların içine düştükleri psikolojik durum bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları karıştırıcı söylenti ve asılsız iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve bir kısım müslümanların vicdanları ile kalplerini etkilediğini kanıtlar. İşte Kur'an-ı Kerim o günlerde bu etkiyi silmeye çalışıyordu. Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam eden bu amansız savaşta müslümanların içine düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı Kur'an ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.


PEYGAMBER, GÖNDERİLDİĞİ TOPLUMUN ARASINDAN ÇIKAR


Ayetlerin devamında yukardaki amaçla uyumlu olarak müslümanlara; kendilerinden olan bir peygamber gönderme biçiminde ortaya çıkan ilâhi nimetin hatırlatıldığını, bu nimetin, müslümanların kıblesi olan Kâbe'nin bakım ve gözetimini üstlenmiş olan ataları Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) duasının kabul edilmesi sonucu olduğunun anlatıldığını ve ayetin sonunda müslümanlar ile bizzat yüce Allah arasında dolaysız ilişki kurulduğunu görüyoruz:
Alıntı ile Cevapla