Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Eylül 2008, 10:36   Mesaj No:22

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

"Doludizgin küfre kaçanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar vermezler. Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları büyük bir azap bekliyor."
Burada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) teselli edilmekte ve küfre dalanları, orada koşuşanları, sanki kendileri için bir hedef dikilmiş de oraya varmak için yarışır gibi ısrarlı, hırslı ve süratli hareketlerini görmekten dolayı gönlünü kaplayan hüzün giderilmektedir.
Bu ifade, ruhsal bir durumu pratik bir şekilde tasvir etmektedir. Birtakım insanların, konulan ödülü elde etmek için yarışır gibi küfür, batıl, kötülük, günahkârlık yolunda büyük bir çaba harcadıkları görülür. Arkasından kovalayan biri varmış gibi ya da mükâfat kazanması için önden biri çağırıyor gibi ısrarla, şiddetle ve gayretle yol aldığı görülür.
Uyarılarına kulak vermedikleri için Cehennem'e koşuşan bu kulları geri çevirme imkanına sahip olmadığından dolayı Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi hüzünlenmekteydi. Nitekim, Cehennem'e sürüklenen ve küfür içinde koşuşan bu insanların müslümanlara ve Allah'ın davasına dokundurdukları kötülük ve işkenceler ve sonuçta saflarını seçmek için Kureyş'le girişilen savaşın sonucunu bekleyen topluluklar arasındaki İslâm'ın yayılmasını engellemelerinden dolayı da kalbi kederleniyordu. Kureyş müslüman olup boyun eğince insanlar dalga dalga Allah'ın dinine girmeye başlamıştı. Bütün bunların Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbinde yer ettikleri kuşkusuzdur. Bu yüzden yüce Allah Resulü'ne güven vermekte, kalbini kaplayan hüznü gidererek teselli etmektedir.
"Doludizgin küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler."
Şu basit kullar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Aslında konu, açıklamaya bile ihtiyaç duymuyor. Ancak yüce Allah, akide sorununu kendi sorunu ve müşriklerle girişilen savaşı kendi savaşı kılmayı, böylece bu akidenin ve bu savaşın ağırlığını Resulullah'ın ve müslümanların omuzundan kaldırmayı dilemektedir. O halde şu küfürde koşuşanlar Allah'la savaşmaktalar. Oysa O'na zarar veremeyecek kadar zayıftırlar. Buna göre, küfürde ne kadar koşuşsalar, Allah'ın dostlarına ne kadar işkence etseler de ne Allah'ın davasına ne de davayı yüklenenlere hiçbir zarar veremezler.
Peki bunlar doğrudan doğruya Allah'ın düşmanları oldukları halde yüce Allah niçin onların kurtulup gitmelerine, galibiyetle övünmelerine müsaade ediyor?
Çünkü yüce Allah onlara daha büyük bir yenilgi ve daha ağır bir zillet plânlamaktadır:
"...Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor."
Bütün enerjilerini harcamalarını, günahın tümünü yüklenmelerini, bütün azabı hak etmelerini ve yolun sonuna kadar küfürde koşuşmalarını dilemektedir...
"...Onları büyük bir azap bekliyor."
Ancak yüce Allah'ın onlara bu aşağılık sonucu uygun görmesinin sebebi nedir? Çünkü onlar imana karşılık küfrü satın almakla bunu hak etmişlerdir:
"İman karşılığında kafirliği satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onları acıklı bir azap bekliyor."
Kuşkusuz imanı kolaylıkla elde edebilirlerdi. Evrenin sayfalarında ve fıtratın derinliklerinde imanın kanıtları serpiştirilmiş durumdadır. Şu olağanüstü varlık alemi projesinin harikulâde uyum ve mükemmelliğinde, ayrıca doğrudan doğruya fıtratın yapısında ve varlıklarla uyuşmasında, sanatkâr eli ve sanatın eşsizliğini duyumsamaları ve imanın işaretlerini rahatlıkla bulabilmeleri yerleştirilmiştir. Sonra iman davasının çağrısı bizzat Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) diliyle yapılmıştır. Davanın tabiatı, fıtratla uyuşması, güzelliği, ahenkliliği, hayat ve insanlar için en uygun metod oluşu da iman etmek için bir kanıttır.
Evet iman kendilerine bahşedilmişti. Ancak onlar bilerek ve kanıtlarını görerek imanı satıp karşılığında küfrü alıyorlar. Bu yüzden, küfürde koşuşmak üzere Allah tarafından terk edilmeyi, bütün enerjilerini bu uğurda harcayıp ahiret sevabından hiçbir pay elde etmemeyi hak ediyorlar. İşte bu yüzden yüce Allah'a hiçbir zarar veremeyecek kadar zayıftırlar. Çünkü onlar tam bir sapıklık içindedirler ve hakk namına hiçbir şeye sahip değildirler. Yüce Allah sapıklığa bir güç indirmemiş, batıla bir kuvvet bahşetmemiştir. Son derece kabarık görünmelerine ve geçici bir süre için müminlere eziyet etmelerine rağmen, bu basit ve gülünç güçleriyle Allah'ın dostlarına ve O'nun davasına zarar vermekten uzaktırlar.
"Onları acıklı bir azap bekliyor."
Müminlere dokundurdukları elemle kıyaslanamayacak kadar şiddetli bir elem! ..
"Kafirler, sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap bekliyor."
Surenin akışı bu ayette; Allah'ın ve hakkın düşmanlarını, kendilerine hiçbir azap ulaşmadan; görünürde güç, iktidar, mal ve mevkiden yararlanır durumda gören bazı kalplerde kaynayan düğümlere, birtakım kalplerde dolaşan şüphelere ve nice ruhlarda depreşen sitemlere değinmektedir. Bunlar, hem kendi kalplerini hem de çevrelerindeki insanların kalplerini bozan kimselerdendirler. Bir de, yüce Allah'ın batıldan, kötülükten, inkarcılıktan ve azgınlıktan hoşnut olduğunu, bu yüzden ona süre tanıdığını ve dizginlerini serbest bıraktığını ya da yüce Allah'ın hakk ile batıl arasındaki savaşa müdahale etmediğini, batılın hakkı yutmasına göz yumduğunu ve zaferine karışmadığını sanan kimsede iman zaafı vardır. Yahut şu batılın hakk olduğunu, yoksa yüce Allah'ın gelişip büyümesine, sonuçta galip gelmesine müsaade etmeyeceğini veya şu yeryüzünde hakka galip gelmenin batılın bir özelliği olduğunu yahut da zaferin sadece hakka özgü olduğunu sanan ve böylece Allah hakkında haksız yere cahiliye zannı besleyen zayıf imanlı kimselerdendir. Sonra!.. Batıl taraftarları, zalimler, tağutlar ve bozguncular, kibir içinde yüzerek, küfürde koşuşur durumda, azgınlık içinde terk edilirler. Onlar da işlerinin yolunda olduğunu ve karşılarına dikilmesinden korkulacak bir gücün söz konusu olmadığını zannederler.
Bütün bunlar batıldır, Allah hakkında haksız zan beslemedir. Durum hiç de böyle değildir. İşte bizzat yüce Allah kâfirleri böyle bir zanna kapılmamaları konusunda uyarıyor. Şayet yüce Allah, onları koşuştukları küfürden alıkoymuyorsa, dünyada yararlanıp eğlenecekleri bir pay bahşetmişse... Evet, yüce Allah'ın onları bu şekilde denemesi bir fitnedir, sağlam bir tuzaktır. Ve uzun vadeli bir cezalandırmadır:
"Kâfirler sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz."
Şayet onlar uyarıcı bir sınamayla, nimetin oyalayıcılığından Allah tarafından kurtarılmayı haketmiş olsalardı kuşkusuz denenirlerdi. Ancak yüce Allah onlara iyilik dilemiyor. Çünkü onlar, imana karşılık küfrü satın aldılar. Küfürde koşuştular, onun uğruna çaba sarf ettiler ve böylece imtihan aracılığıyla nimet ve iktidarın oyalayıcılığından kurtulmayı hak etmediklerini gösterdiler.
"...Onları onur kırıcı bir azap bekliyor."
Sahip oldukları makamın, işgal ettikleri konumun ve elde ettikleri nimetin karşılığı alçaklıktır.
Böylece Allah tarafından imtihana tabi tutulmanın bir nimet olduğu ve bunun, yüce Allah'ın kendilerine iyilik dilediği kimselerden başkasına isabet etmediği gerçeği de açığa çıkmış oluyor. Dostları bir imtihana uğramışlarsa bunun nedeni yüce Allah'ın onlara dilediği bir iyiliktir. Bu imtihan, Allah'ın dostlarının uygulamalarının karşılığı olarak meydana gelmiş olsa da arkasında gizli bir hikmet, latif bir plan ve Allah'ın mümin dostlarına dilediği lütfu yatmaktadır.
İşte böylece kalpler istikrara ve ruhlar da güvenceye kavuşmuştur. Açık ve dosdoğru İslâm düşüncesindeki bu basit; ancak temel gerçekler, böyle yer etmiştir.
Kuşkusuz Allah'ın hikmeti ve müminlere olan iyiliği, onları değişik koşulların etkisiyle saflarda çalkantılara sebep olan ve hiçbir zaman İslâm'ı sevmeyen münafıklardan ayırmayı gerektirmiştir. Bu yüzden yüce Allah bu yolda pisi temizden ayırmak için davranışları ve düşünceleri nedeniyle onları Uhud'da bu şekilde imtihana tabi tutmuştur:
"Allah müminleri şimdi içinde bulunduğumuz durumda bırakacak değildir. Pis olanı temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi gaybın bilgisine de erdirecek değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül vardır."
Kur'an ayeti, müslüman safları iyice belirginleştirmeden karmakarışık bırakmanın; kalpleri, imanın sevecenliğinden ve İslâm'ın ruhundan yoksun olduğu halde iman davasının arkasında ve İslâm görüntüsünün ardında gizlenen münafıkları ortaya çıkarmanın yüce Allah'ın şanından olduğu gibi uluhiyetin de gereği olduğunu kesinlikle bildirmektedir. Yüce Allah müslüman ümmeti, evrensel ve büyük bir rol üstlenmesi, muazzam ilahi metodu yüklenmesi ve yeryüzünde eşsiz bir hayat tarzı ve yepyeni bir düzen meydana getirmesi için ortaya çıkarmıştır. Bu önemli rol, soyutlanmayı, berraklığı, belirginliği ve titizliği gerektirmektedir. Aynı zamanda saflarda bozukluğun ve yapıda herhangi bir çatlaklığın olmaması da kaçınılmazdır. Kısacası, bu ümmetin tabiatının büyüklüğü bakımından, yeryüzünde yüce Allah'ın kendisine takdir ettiği role ve ahirette kendisine hazırladığı konuma uygun bir kapasitede olması lazımdır.
Bütün bunlar da; içindeki pisliğin temizlenmesi için safta erimeyi, yapıdaki zayıflığın giderilmesi için basınç uygulamayı gönüllerde ve vicdanlarda bulunanların iyice ortaya çıkması için de aydınlatmayı zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden pis olanla temiz olanı birbirinden ayırmamak yüce Allah'ın şanından değildir. Müminleri bu büyük sarsıntıdan önceki halleri üzere bırakmak O'na yakışmaz.
Ayrıca, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı gaybın da insanlar tarafından bilinir olması O'nun yüceliğine yakışmaz. Bir kere yüce Allah, insanların tabiatını gaybı algılayacak bir kapasitede yaratmamıştır. Onların beşerî alıcı cihazları gaypten az bir şeyi algılayacak şekilde proğramlanmıştır. Onun bu şekilde proğramlaması da ayrıca, bir hikmete yöneliktir. Yeryüzünde hilafet görevini yerine getirecek kapasitede proğramlanmıştır. Bu görev de gaybı bilmeyi gerektirmemektedir. Beşerî özellik bütünüyle gaybı algılaması için açılacak olursa tamamen yok olur. Çünkü bu cihaz, ruhunu yaratıcısına, bedenini de şu evrenin bedenine bağlayacak olan az bir kısmından geri kalan başlıcasını algılamayacak şekilde hazırlanmıştır. En basitinden, şayet sonunu bilecek olursa yeryüzünün imarı için elini ayağını kıpırdatmayacaktır. En azından, yeryüzünün imarı için zaman ayırmayacak kadar bu sonuçla ilgilenecektir.
Bunun için insanlar gaybı bildirmesi yüce Allah'a yakışmadığı gibi, hikmetinin gereği ve sünnetinin sonucu da bu değildir.
O halde yüce Allah, pis olanı temiz olandan nasıl ayıracaktır? Müslüman safların temizlenmesi, bulanıklıktan soyutlanması, nifaktan arınması ve müslüman ümmeti, yerine getirmesi için seçtiği evrensel role hazırlaması hususundaki ilahi özelliğini ve sünnetini nasıl gerçekleştirecektir?
"Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer."
Risalet yoluyla O'na inanmalı ya da inkar etmek yoluyla, risaletin gereklerini gerçekleştirmek için resullerin giriştiği cihad ve bu cihad yoluyla arkadaşlarıyla uğradıkları imtihanlar aracılığıyla yüce Allah'ın sıfatı gerçekleşir, sünneti uygulanır. Bu sayede yüce Allah pisi temizden ayırır, kalpleri arındırır, ruhları temizler. Kuşkusuz meydana gelen herşey, Allah'ın kaderine uygun olarak meydana gelecektir.
Böylece hayatta gerçekleşen Allah'ın hikmetinin bir tarafının üzerinden perde kaldırılmış oluyor. Ve bu gerçek, köklü, açık ve aydınlık bir şekilde yeryüzünde yerleşmiş oluyor böylece...
Hakikatin parlak, sade ve huzur verici sahnesi önünde, kişiliklerinde imanın anlamını ve gereklerini gerçekleştirmeleri için ayet-i kerime müminlere yönelmekte ve müminleri bekleyen yüce Allah'ın lütfunu gözler önüne getirmektedir:
"...O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanın, eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül vardır."
Bu açıklama ve güvenceden sonra şu direktif ve teşviklerin yer alması, Uhud'da meydana gelen olayların sunulmasına ve ardından yapılan değerlendirmelere uygun düşmektedir.
UHUD SAVAŞININ KAPSADIĞI GERÇEKLER
Sonra... Kuşkusuz savaş ve Kur'an'ın onun üzerine yaptığı değerlendirmeler birçok önemli gerçeği ortaya çıkarmıştır. Son derece geniş ve hacimli olmalarından dolayı, onları ard arda ve haklarını vererek, Fi Zılâl'de takip ettiğimiz yöntem bakımından son derece zordur. Ancak biz, en kapsamlı ve en belirginlerini sunmakla yetineceğiz. Kur'an-ı Kerim'in yeri geldikçe ders alınması ve delil olması için arz ettiği gibi savaşta meydana gelen diğer olaylar bunlarla kıyaslanabilir.
1- Kuşkusuz savaş ve onun ardından yapılan değerlendirmeler bu dinin özündeki mevcut büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu da, Allah'ın beşer hayatı için koyduğu hayat metodu ve onun insan hayatındaki uygulanış biçimidir. Bu, başta gelen basit bir gerçektir. Ancak, genellikle unutulur bu gerçek. Ya da ilk başta algılanmaz. Bu unutmadan ve algılamamadan dolayı bu dine, onun insan hayatındaki tarihsel olgusuna, dün, bugün ve yarın üstlendiği role ilişkin bakış açılarında önemli yanlışlıklar meydana gelmiştir. Bazılarımız, insan tabiatını, fıtri enerjilerini, maddi olgusunu, gelişmesinin hangi aşamasında olduğunu ve hangi konumda bulunduğunu göz önünde bulundurmadan -madem ki, Allah'ın insan hayatı için seçtiği metod budur- bu dinden insan hayatında harikalar yaratmasını beklemekteyiz.
Onun bu şekilde hareket etmediğini, aksine, beşer enerjisinin ve maddi olgusunun sınırları içinde hareket ettiğini, bu enerjinin ve bu olgunun sürekli bu dinle beraber yürüdüğünü bazan açıkça onların etkilendiklerini ya da insanların ona uymaları oranında etkilendiklerini, insanlara toprağın ağırlığı, arzu ve şehvetlerinin çekiciliği ağır basınca, bu dinin çağrısına veya onunla birlikte tam manasıyla hareket etmeye yanaşmayınca bu etkilenmenin tersine de olabileceğini görünce... Evet, bunu açıkca görünce beklemedikleri bir hayal kırıklığına uğrarlar. (Bu din Allah katından olduğu halde) pratik hayata ilişkin dini metoda olan bağlılıkları kopma derecesine gelir ya da mutlak anlamında dinden kuşkulanmaya başlarlar.
Bunlar, bu dinin tabiatını ve uygulanış biçimini kavrayamamaktan ya da bu başta gelen basit gerçeği unutmaktan doğan bir tek hatadan kaynaklanan hatalar zinciridir.
Kuşkusuz bu din, insanlık hayatı için bir metoddur. İnsanların hayatında ancak onların çabası ve güçleri oranında gerçekleşebilir. İnsanların fiilen üzerinde bulundukları noktadan, onların maddi olgularından işe girişir ve çabaları elverdiğince onları yücelere ulaştırır.
Onun en belirgin özelliği; her harekette atılacak adımda bir an bile, insan fıtratının özelliğinden, gücünün sınırından ve maddi olgusundan habersiz olmamasıdır. Aynı zamanda bu din -bazı zamanlarda bunu fiilen gerçekleştirdiği ve ciddi olarak çalışıldığı sürece her zaman gerçekleşeceği gibi- insanlığı öyle bir aşamaya ulaştırmıştır ki; bu aşamaya hiçbir beşeri metod insanlığı kesinlikle ulaştıramaz.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bütün hata, bu dinin tabiatını kavramamaktan ya da unutmaktan doğmaktadır. Yine beşerin pratiğine dayanmayan, onu değiştiren, başka bir şekle sokan, insanın fıtratıyla, eğilimleriyle, yetenekleriyle, güçleri ve tüm maddi olgusuyla ilişkisi bulunmayan harikaların beklentisi içinde olmaktan kaynaklanmaktadır.
O halde bu Allah katından değil midir? Hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve herşeye kadir güçten gelmedi mi bu din? Peki niçin sadece insanın gücü dahilinde hareket ediyor? Hareket etmesi için beşerin çabasına neden ihtiyaç duyuyor? Sonra niye her zaman galip gelmiyor? Ona inananlar sürekli zafer kazanmıyor? O halde, ona uyanların zaman zaman, tabiatın, şehvetlerin ve maddi olguların ağırlığına yenik düşmesi neden? Kimi zaman, batılın taraftarlarının, hakk mensuplarına galip gelmesinin sebebi nedir?
Bütün bunlar -daha önce gördüğümüz gibi- bu dinin tabiatının ve onun uygulanış biçiminin başta gelen ve basit gerçeğini kavrayamamaktan ya da unutmaktan kaynaklanan sorular ve kuşkulardır.
Kuşkusuz yüce Allah, bu din aracılığıyla ya da onun dışındaki araçla insanın fıtratını değiştirebilir. Daha baştan, onu değişik bir fıtratta da yaratabilirdi kuşkusuz. Ancak yüce Allah, insanı bu fıtrat üzere yaratmayı dilemiştir. Onun irade sahibi ve dilediğini yapabilir olmasını dilemiştir. Hidayeti de bu çabanın ve yapabilme gücünün karşılığı kılmayı dilemiştir. İnsan fıtratının, yok olmaksızın, değişmeksizin ve devre dışı kalmaksızın sürekli hareket etmesini dilemiştir. Hayat metodunun, insan hayatında insanların çabaları ve onların gücü dahilinde gerçekleşmesini dilemiştir. Bunların tümüne, insanın sarf ettiği çaba oranında ve pratik hayat koşulları dahilinde ulaşmasını dilemiştir.
Yarattığı hiç kimsenin; "Niye böyle dilemiştir?" diye sormaya hakkı yoktur. Çünkü O'nun yarattıklarından hiçbiri ilah değildir. Evrenin düzenine, bu düzenin varlıklar aleminde yeralan her varlığın tabiatındaki sonuçlarına ve özel "planla" varolan herşeyin yaratılışının arkasında gizli hikmete ilişkin bir bilgileri olmadığı gibi, bilme imkanları da söz konusu değildir.
Bu noktada "niçin?" sorusunu ciddî bir mümin soramaz. Çünkü O, kendi gerçeğini ve sıfatlarını kalbine tanıtan Allah'a karşı son derece edeplidir. Ayrıca O, insan idrakinin bu alandaki işleri algılayacak kapasitede olmadığını çok iyi bilmektedir. Kâfir de soramaz; Çünkü O, işin başında Allah'ı tanımıyor. Şayet uluhiyetini tammış olsaydı bununla beraber bunların da O'nun uluhiyetinin özelliği ve gereği olduğunu bilirdi.
Ancak, bu soruyu laubâli ve cıvık kimseler sorabilir. Bunlar ne samimi mümin ne de ciddi bir kâfirdir. Bu yüzden araştırmaya ve üzerinde durmaya değmez.
Uluhiyetin gerçeğinden habersiz cahiller de sorabilir bu soruyu. Bu cahile doğrudan cevap vermek gerekmez. Ancak, kabul edip mümin olduğu ya da inkar edip kâfir olduğu ortaya çıkana kadar uluhiyetin gerçeğini anlatmak gerekir. Böylece tartışma bitebilir, yoksa cedelleşme alır gider.
O halde, Allah'ın yarattığı hiç kimse O'na "insanın bünyesini neden bu fıtrat üzere yarattın?" diye soramaz. Aynı zamanda, bu fıtratı, yok olmayacak ve işlevsiz kalmayacak şekilde hareketli kılmasının ve ilahi metodun hayatında gerçekleşmesini, beşerin çabasına ve enerjisine bağlı kılmayı dilemesinin sebebini de soramaz.
Ancak O'nun yarattığı herkesin bu gerçeği kavraması, beşer pratiğinde işlevini yerine getirdiğini görmesi, beşer tarihini onun ışığında yorumlaması, bir taraftan tarihin seyir çizgisini düşünürken diğer taraftan bu çizgiyi nasıl karşılayacağını bilmesi gerekmektedir.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği şekliyle İslâm'da somutlaşan ilahi hayat metodu, sırf Allah tarafından indirilmiş olması yahut yalnızca insanlara tebliğ edilip açıklanması ile yeryüzünde insanların dünyasında gerçekleşmiş olmaz. Yüce Allah'ın feleğin dolaşımında, yıldızların akışında ve sonuçları tabii sebeplerinden sonraya bırakmasındaki kanununu yürüttüğü kahredici gücüyle de gerçekleşmez. Ancak, ona tam anlamıyla inanan bir topluluğun yüklenmesi, güçleri oranında ona uygun hareket etmeleri, onu hayatlarının ödevi ve en büyük gayeleri edinmeleri ile mümkündür. Ayrıca diğer insanların da kalplerinde ve pratik hayatlarında gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri ve bu gaye için hiçbir çabadan ve hiçbir enerjiden kaçınmamaları ile mümkün olur. Bu topluluk hem kendilerinin hem de bàşkalarının ruhlarındaki beşerî eksiklikler, heva ve bilgisizliklerle mücadele eder. Bu metoda karşı koymak için beşeri eksiklik, heva ve bilgisizliği kışkırtanlara karşı mücadele eder. Bütün bunlardan sonra bu metodu, beşer fıtratının gücü oranında gerçekleştirmiş olur. Üstelik insanları fiilen bulundukları noktadan ele alır. Bu metodun aşamalarında ve uygulanışında insanların pratik durumlarından ve bu olgunun gereklerinden hiçbir zaman habersiz olmaz. Sonra bu topluluk sarf ettiği çaba, başvurduğu hareket yöntemleri ve bu yöntemleri seçmekteki isabeti oranında kendi içinde ve insanların nefislerinde savaşta bazan zafer kazanır bazan da bu savaşta yenik düşer. Herşeyden, her çabadan ve her araçtan önce burada, bir başka önemli husus yer almaktadır. O da, bu topluluğun bu gaye için herşeyden soyutlanması, bu metodun gerçeğini bizzat temsil etmesi, bu metodu koyan yüce Allah ile sürekli ilişki içinde olması, O'na bağlanması ve O'na güvenip dayanmasıdır.
İşte bu dinin gerçeği ve uygulanış biçimi budur. Hareket çizgisi ve kullandığı araç budur.
Aynı zamanda bu, Uhud savaşında meydana gelen olaylar ve bu olayların değerlendirmesiyle onları eğiten yüce Allah'ın müslüman kitleye öğretmek istediği bir gerçektir.
Savaşın bazı noktalarında bu gerçeği temsil bakımından bu toplulukta bir kusur bulunduğunda, pratik hareket yöntemlerine başvurmada bir eksiklik baş gösterdiğinde, bu temel gerçeği göz ardı ettiğinde ya da büsbütün unuttuğunda kendi düşüncesine ve uygulamasına bakmaksızın müslüman oluşundan dolayı kesinlikle zafere ulaşacağına inandığında yüce Allah onları yenilgiyle yüzyüze getirerek yenilgi acısını tattırdı. Sonra gelen şu Kur'anî değerlendirme de olayı bu hakikate döndürmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığınız musibet bu kez sizin başınıza gelince `Bu nereden geldi' demediniz mi? De ki; `O musibet kendinizden kaynaklandı: Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Ancak, ayetleri sunarken söylediğimiz gibi, müslümanları bu noktada terk etmiyor. Onları sebep ve sonuçların ötesindeki Allah'ın kaderine bağlayıp, pratik uygulamaları gibi görünen, sebepler sonucu meydana gelen bu imtihanın arkasındaki kendisi için hayırlı olan iradeyi de ortaya çıkarıyor.
Kuşkusuz ilahî metodun, insanların çabasıyla hareket edip gerçekleşir olması ve bu düzeyde insanların uygulamalarında etkin olması büsbütün iyiliktir. Bu haliyle o, insan hayatını ıslah eder, bozmaz ya da monoton bir şekle sokmaz. İnsan fıtratını düzeltir, uyandırır ve onu asıl düzeyine döndürür. Gerçekten bu iman uğruna tebliğ ve açıklama gibi dil ile ve hidayet yoluna saldıran isyancı güçleri bertaraf etmek gibi el ile insanlarla cihada girişmedikçe iman hakikati tam anlamıyla kalplerde yer etmez. Girişilen bu savaşta imtihanlarla yüzyüze gelip, cihada, işkencelere, yenilgiye ayrıca zafere karşı sabretmedikçe -kuşkusuz zafere sabretmek yenilgiyi sabretmekten daha zordur- kalpler arınıp saflar iyice belirginleşmedikçe, toplum yolda dosdoğru hareket etmedikçe, yüksek bir olgunluğa erişip sırf Allah'a dayanıp güvenmedikçe gerçekleşmez iman davası.
Bu iman için insanlarla cihada girişmedikçe iman gerçeği bütünüyle kalplerde yer etmez. Çünkü bu durumda O, insanlarla cihada girişirken ilk başta kendini güvencede ve selamette hissettiği zamanlarda asla göremeyeceği imana ilişkin ufuklar açılır önünde. İnsanlar ve hayata dair bunun dışında hiçbir zaman anlayamayacağı gerçekleri kavrama imkanı bulur. Nefsi duyguları, düşünceleri, davranışları, özellikleri, heyecan ve tepkileriyle bu zor ve acı deney olmaksızın kesinlikle ulaşamayacağı bir düzeye ulaşır.
Tecrübe, imtihan ve musibetlerle yüzyüze gelmedikçe, bünyesindeki her birey kendi gücünün ve amacının gerçek durumunu kavramadıkça, sonra kendisini oluşturan kerpiçlerin gerçek mahiyetini bu kerpiçlerin dayanıklılığını ve bir çarpışma anındaki sağlamlıklarını bilmedikçe iman gerçeği toplumda da gereği gibi yer etmiş olmaz.
Uhud'da meydana gelen olaylar ve bu suredeki o olaylara ilişkin değerlendirmelerle müslüman kitleyi eğiten yüce Allah'ın kendilerine isabet edenin görünen sebebini açıkladıktan sonra, "İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın izniyle gerçekleşti. Bu musibet Allah'ın müminleri belirlemesi içindir." ..: `Bir de münafıkları ayırd etmesi içindir". Sonra "Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis olanı temiz olandan ayıracaktır." derken müslüman kitleye bu gerçeği öğretmek istiyordu. Daha sonra yüce Allah, onları bütün sebeplerin ve olayların arkasındaki Allah'ın kaderi ve O'nun hikmetine ve mümin ruhlarda iyice yer etmedikçe tamamlanması mümkün olmayan büyük iman gerçeğine döndürmektedir. "Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez. Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
O halde -en sonunda- bu sebepler, olaylar, şahıslar ve hareketlerin arka planında gizli olan; Allah'ın kaderi, planı ve hikmetidir. Aynı zamanda bu, olayların ve onlara ilişkin aydınlatıcı değerlendirmenin ötesinde yeralan evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesidir.
Alıntı ile Cevapla