Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri 2- Savaş ve onun üzerine yapılan değerlendirmeler, insan nefsine, onun fıtratının özelliğine, insan çabasının tabiatına ve ilahi metodu gerçekleştirmede ulaşabileceği düzeye ilişkin büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz insan nefsi -bir olgu olarak- eksiksiz değildir. Ancak, şu yeryüzünde kendisine takdir edilen mükemmellik düzeyinde ulaşabilecek kadar gelişme ve yükselme yeteneğine sahiptir de. İşte biz, hakkında yüce Allah'ın "siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" dediği ümmetin zirvesini temsil eden bir kitlede somutlaşan bir grup insanı -oldukları gibi, tabii halleriyle- görmekteyiz. Bunlar mutlak anlamda insanlık için tam bir örnek oluşturan Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) arkadaşlarıdırlar... Bizim gördüğümüz nedir?.. Bir grup insan görüyoruz, içlerinde zaaf ve eksiklik var. Haklarında yüce Allah'ın "İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi" ve "Allah size verdiği sözü gerçekleştirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onları başından savdı" dediği kimseler var. İçlerinde "O zaman içinizden iki topluluk bozulmak üzereydi. Halbuki dostları Allah'tı. Müminler Allah'a güvenip dayansınlar" denilen kimseler de vardı. İçlerinde yenilip dağılanlar da olmuştu.. Nitekim yüce Allah bu olayı şöyle vasıflandırmaktadır: "Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı." Bunların tümü de iman etmiş müslümanlardı. Ancak daha yolun başındaydılar. Eğitim ve oluşum dönemini yaşıyorlardı. Onlar bu işi, ciddiye alıyorlardı, işlerini Allah'a teslim etmişlerdi. O'nun tayin edip belirlediği önderlikten hoşnuttular. Bütünüyle O'nun metoduna boyun eğmişlerdi. Bu yüzden yüce Allah onları himayesinden kovmuyor, aksine onlara acıyor, onları affediyor ve Peygamberine de onları affetmesini, bağışlama dilemesini, onlardan kaynaklanan bunca olaydan ve şûranın sonunda cereyan eden bunca sıkıntıdan sonra iş hususunda onlara danışmasını emrediyor. Evet yüce Allah, bu davranışlarının sonucunu tatmak üzere onları saftan dışarı atmamıştı. Onlara hiçbir zaman, bu tecrübe sonucu sizde baş gösteren bu zaaf ve eksiklikten sonra bu dava için bir işe yaramazsınız dememiştir. Onların bu zaaf ve eksikliklerini kabul etmiş, onları musibet ve imtihanlarla eğitmiş ve içinden birtakım dersler ve öğütler almaları için direktifler vermişti. Ancak bütün bunlar rahmet, bağışlama ve hoşgörü sınırları içinde olmuştu. Evet onlar, bilmeleri, kavramaları ve olgunlaşmaları için ateşle dağlanıyorlardı... Eksiklikleri ve nefislerinin gizlilikleri ortaya çıkarılıyordu; ancak, utandırmak, rezil etmek, küçültmek, zora sokmak ya da güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek için değildi bunlar. Ellerin tutulup Allah'ın kopmaz ipine bağlı oldukları sürece kendilerine güvenmeleri, kendilerini küçük görmemeleri ve amaca ulaşma hususunda karamsarlığa kapılmamaları telkin ediliyordu. Nitekim amaçlarına ulaştılar. Savaşın başlangıcında sayılan davranışlar onları mağlup etmişti. Ama neticede amaçlarına ulaştılar. Çünkü yenilgi ve ağır yaralar aldıkları günün ertesinde; korkmadan, çekinmeden ve haklarında yüce Allah'ın "O kimseler ki, insanlar kendilerine; `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek; `Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir' derler" demesini hakedecek şekilde sarsılmadan Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile birlikte düşmanı takip etmeye çıkabildiler. Bundan sonra yavaş yavaş işler ve gelişme büyüyünce uygulamalar da değişmeye başlamıştı. Buradaki gibi, çocuklara özgü bir şekilde eğitilmelerinden sonra büyükler gibi sorgulanır oldular. Berae suresindeki Tebuk savaşına ve o savaştan geri kalan birkaç kişinin Allah ve Resulü tarafından o denli şiddetle sorgulanmasına bakan biri, uygulamalarda ve Allah'ın harikulâde eğitim metodunun aşamalarındaki açık farklılığı rahatlıkla görebilir. Ayrıca Uhud'daki toplulukla Tebük'teki topluluk arasındaki farklılığı da görebilir. Oysa bunlar aynı kişilerdi. Ancak ilahî eğitim onları, bu üstün düzeye ulaştırmıştır. Buna rağmen onlar yine de insandırlar. İçlerinde zaaf, eksiklik ve hata baş göstermiştir. Bununla beraber bağışlanma dilemişler, tevbe edip Allah'a dönmüşlerdir. Kuşkusuz bu metod, insan tabiatını yeryüzünde kendisine takdir edilen en yüce olgunluk derecesine ulaşsa da onu değiştirmeden, işlevini görmez bir duruma sokmadan ve gücünün yetmeyeceği şeyi yüklenmeden korur. Bu, insanlığı sürekli bir hedef belirlemede ve bu eşsiz metodun gölgesinde çalışıp gelişmesinde büyük bir değer arzeden bir gerçektir. Şu cemaat bu yüksek zirveye, içinde yüzdükleri bataklıktan yavaş yavaş ulaşırlar. Bu dersin akışında sunduğumuz gibi cahiliyyede her bakımdan geri kalmış kitlenin meşakkatlerle dolu bir yolu katettiği kaypak bir zemindi bu. Bütün bunlar, bataklık içinde gömülmüş olsa bile şu yüce seviyeye çıkabilme hususunda insanlığa büyük bir ideal bahşetmektedir. Bu topluluğu, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş eşine rastlanmaz bir toplum yapmakla değerini düşürmez. O, olağanüstü bir şekilde meydana gelmemişti. Aksine insanların çabası ve daha önce gördüğümüz gibi birçok şey meydana getirebilen insanların güçleri dahilinde gerçekleşen ilahi metod tarafından meydana getirilmiştir. Bu metod, her toplumu bulunduğu noktadan, içinde bulunduğu pratik durumdan ele almaktadır. Sonra da şu kitleyi basit Arap cahiliyyesinden, o bataklıktan çıkardığı gibi yücelere ulaştırır. Sonra da çeyrek yüzyılı geçmiyecek gibi kısa bir zaman diliminde böylesine yüksek zirvelere çıkarır. Yerine getirilmesi gereken birtek koşul vardır: İnsanlar, önderliklerini bu metoda teslim edecekler, ona inanacaklar, ona teslim olacaklar, onu hayatlarının temeli, hareketlerinin sembolü ve şu uzun ve meşakkatli yolda stratejilerini belirleyen mercî edineceklerdir. 3- Savaşın ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerin ortaya çıkardığı üçüncü gerçek; Allah'ın metodunda müslümanın nefsi ile, müslüman cemaat ve tüm alanlarda düşmanlarıyla giriştiği savaşlar arasındaki sağlam ilişkidir. Akide, düşünce, ahlâk, hayat tarzı, siyasi, ekonomik ve toplumsal düzen arasındaki kuvvetli bağdır. Bir de tüm savaşlardaki zafer ve yenilgi arasındaki ilgidir. Kuşkusuz bunların tümü zafer veya yenilgi elde etmekte başlıca etkenlerdir. Bu yüzden ilahi metod, insan ruhunda ve beşer topluluklarındaki bu korkunç alanda işlevini yürütmektedir. Bu alan, genişliklerin, noktaların, çizgilerin ve renklerin birbirine girdiği bir alan olduğu kadar, eksiksiz ve kapsamlı bir alandır da. Bütün bu genişlikler, noktalar, çizgiler ve renkler arasındaki ilişki ve ahenk zayıflayınca hareket stratejisi bozulur ve dağılır. Bu da, hayatı bütün olarak ele alan, parçalayıp dağıtmayan, nefsin ve hayatın tüm yönleriyle ilgilenen hayatın girift ve uzak özelliklerini avucunda toplayan, tümünü birden ve uyum içinde harekete geçiren, böylece bireyin kopmasına, toplumun da parçalanıp bölünmesine engel olan ilahi metodun ayırıcı bir özelliğidir. Bu birliktelik ve birbirine girmiş bu ilişkilerin örneklerini -Kur'an'ın değerlendirmesinde- hatalardan ve onların zafer ve yenilgi hakkındaki düşünce ve kazandıkları bazı şeylerden dolayı savaştan geri dönenlerin zaafından yararlanmak isteyen şeytanla ilgilidir... "İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti." Nitekim Peygamberlerle beraber savaşıp görevlerini yerine getiren ve savaşın başlangıcında günahlarından dolayı bağışlanma dileyenlerin müminler tarafından uyulması gereken örnekler olduğunu da bildiriyor: "Nice peygamber var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever." "Onlar sadece; `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et' demişlerdir." "O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve Peygamberin savaşma çağrısına uydular, onlardan "İhsan" ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir." Müslüman kitleye yönelik direktifler arasında savaş anında korkmamaları ve üzülmemeleri için günahlardan arınıp bağışlanma dilemeleri de yer almaktadır. "Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan muttakiler için hazırlanan cennete koşuşun." "Onlar her bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler.. İnsanların kusurlarını affederler. Ve Allah da ihsan edenleri sever" "Onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı anarak günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka kim günahları bağışlar? Onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler." Bundan önce de ehl-i kitabın içine düştüğü zillet ve yenilginin sebebinin haddi aşıp günâhlara dalmak olduğunu açıklamıştı: "Nerede bulunursa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın ve insanların ahdine sığınanlar müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan edip haddi aşmalarındandır." Ayrıca, savaşta meydana gelen olayların değerlendirilmesi yapılırken araya hatalar ve onlardan tevbe etmenin de sokuşturulduğunu, bütün surenin akışında takvadan ve muttakilerden bolca söz edildiğini, farklı konularına rağmen surenin atmosferi ile savaş atmosferi arasında sağlam bir bağ kurulduğunu görürüz. Faizden vazgeçmeye, Allah'a ve Resulü'ne itaat etmeye, insanları bağışlamaya, öfkeyi yenmeye ve iyilik yapmaya çağrı yapıldığını da görürüz. Kuşkusuz bunların tümü, nefis, hayat ve toplumsal sistem için birer arınma aracıdırlar. Surenin tümü bu önemli ve temel hedefe yönelme bakımından sağlam bir bütün oluşturmaktadır. 4- Dördüncü gerçek, İslâm'ın eğitim metodunun özelliğine ilişkindir. Bu metod müslüman kitleyi; olaylar, ruhlarda meydana getirdiği duygular, heyecanlar, tepkiler ve bu olayları değerlendirmeyi ele almaktadır. Kur'an'ın Uhud savaşı üzerine yaptığı değerlendirme gibi... Bu değerlendirmede, olaydan etkilenen insan ruhunu doğru bir şekilde etkilenmesi için tüm yönleriyle ele almaktadır. Ayrıca ruhun istikrar bulması ve huzura kavuşması için de kendine uygun görülen bu hakikat özüne yerleştirilmektedir. Bu metod, bakışları ona yöneltmedikçe, ışık tutmadıkça, insan ruhunun derinliklerindeki birçok gizliliği ve kapalılığı ortaya çıkarmadıkça, hiçbir yönü, hiçbir çizgiyi, hiçbir düşünceyi ve hiçbir tepkiyi göz ardı etmez. O, nefsi bütün çıplaklığıyla önünde tutmaktadır. Böylece, derinliklerine kadar iyice arındırılmakta, nurun aydınlığında tertemiz bir hale getirmektedir. Duyguları, düşünceleri ve değerleri düzeltmekte, sağlam İslâm düşüncesinin ve istikrarlı İslâmî hayatın dayanmasını istediği ilkeleri birbir yerleştirmektedir. Bu arada her yerdeki müslüman kitlenin başına gelen olayların bütün genişliğiyle aydınlanma ve eğitim için bir araç edinmenin gereğini de ilham ettirmektedir. Uhud savaşı üzerine yapılan değerlendirmeye baktığımızda büyük bir titizlik, derinlik, kapsayıcılık ve dikkat gözlemlemekteyiz. Tüm duraksamalara, hareketlere ve dolambaçlara yönelen ince bir titizlik ve dikkat... Nefsin gözeneklerinden ve saklı duygularından kaynaklanan kuşkuları ele alışta büyük bir derinlik... Ayrıca nefsin ve meydana gelen olayın tüm boyutlarını içermesi açısından da olağanüstü bir kapsayıcılık görmekteyiz. Sebep ve sonuçları üzerine yapılan ince, derin ve kapsamlı analiz, duraksamalarda ve olayın meydana geliş sürecinde faaliyeti bulunan birtakım etkenler de göze çarpmaktadır. Nitekim, tasvirlerde bir canlılık, ahenk ve duygusallık da görmekteyiz. Öyle ki, İfade ve tasvirle birlikte derin ve heybetli duygu dalgaları da yer almaktadır. Bu vasıflandırma ve değerlendirme şekli karşısında hiçbir katılık duramaz; çünkü sahneleri -nerdeyse hareket edecek bir şekilde- gözler önüne seren canlı bir vasıflandırmadır bu. Etrafa etkileyici bir hareketlilik, nüfûz edici bir parlaklık ve coşkun bir duygusallık saçmaktadır. 5- Beşinci gerçek de yine ilahi metodun pratiğine ilişkindir. Bu metod, pratik hayatta eserler inşa etmek için bizzat işe girişmektedir. Ne teorik ilkeler ne de soyut direktifler sunar. Teorilerini ve direktiflerini uygular ve hareket ettirir. Bu metodun pratikliğinin en açık örneği savaştaki "Şûra" ilkesinin uygulanışındaki konumudur. Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yeni yeni oluşmakta olan ve her yönden düşmanlarla kuşatılmış olan müslüman kitleyi karşılaştıkları bu acı deneyden uzak tutabilirdi. Üsteki düşmanlar kalelerinin arkasında sinsi sinsi beklemekteydiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'yi sağlam bir zırha benzeten sadık rüyasına dayanarak, savaş taktiği hususunda kendi görüşünü uygulasaydı, yani arkadaşlarına danışmasaydı ya da topluluğun tercih ettiği görüş uymasaydı yahut evinden çıkarken, inanan arkadaşlarının pişman olmasından doğan fırsattan yararlanıp görüşünden dönseydi, müslüman kitleyi yüzyüze geldikleri bu acı deneyden uzak tutabilirdi. Ancak O, -bütün bu sonuçları doğuran- "Şûra"nın kararını uyguluyor. Müslüman kitleyi toplumsal sorumluluğun neticeleriyle karşı karşıya getirmek için kararlaştırılan görüşü uyguluyor. Böylece onlara, görüş bildirmenin ve davranışların sorumluluğunun nasıl taşınacağını öğretiyor. Çünkü bu onun ve uyguladığı ilahi metodun ölçüsünde büyük zararlardan sakınmaktan ve kitleyi bu acı deneyden uzak tutmaktan daha önemlidir. Kitleyi bu deneyden uzak tutmanın anlamı, onu tecrübeden, bilgiden ve eğitimden yoksun bırakmaktır. Yine savaştan sonra bu ilkenin iyice yerleşmesi bakımından acı sonuçlarını karşılamak hususunda "Şûra"ya başvurulmasına ilişkin ilahi emir gelmektedir. Bu yöntem, bir taraftan iyice yerleşmesi diğer taraftan metodun temellerinin açıklanması için daha güçlü ve daha derin bir yöntemdir. Kuşkusuz İslâm, toplum onu uygulayacak duruma gelsin diye hiçbir ilkenin uygulanmasını ertelemez. O, bu ilkeleri fiilen uygulamadıkça toplumun hazırlanamayacağını çok iyi bilmektedir. Yine -Şûra gibi- toplumsal hayatın temel ilkesinden kitleyi yoksun bırakmanın, bu ilkeleri ilk defa uygulamaktan doğan acı sonuçlarla yüzyüze gelmekten daha kötü olduğunu da bilmektedir. Kuşkusuz uygulamadaki hatalar -son derece büyük de olsalar- ilkeyi tamamen bırakmayı gerektirmez. Hatta uygulamayı bir süre için bile durdurmayı gerektirmez. Çünkü bu, toplumun gelişmesini, hayat ve yükümlülüklerle deney kazanmasını bir kenara atmak veya bir süre için durdurmaktır. Hatta bu, bir ümmet olarak varlığına kesinlikle son vermektir. Bunlar "Şûra"nın savaş alanındaki sonuçlarına rağmen yeralan yüce Allah'ın şu sözlerinden istifade edilen duygulardır: "...onları affet, bağışlanma dile onlara, iş hususunda onlarla müşavere et." Teorik ilkelerin pratik uygulanışı, kararlaştırılan bir görüşten sonra tekrar "Şûra"ya başvurmayı kararsızlık ve kaypaklık sayarak reddeden Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) davranışlarında ortaya çıkmaktadır. Bu da "Şûra" ilkesini sürekli kararsızlıklar ve dönekler için bir araç olmaktan korumaktadır. Aşağıdaki etkileyici ve eğitici sözü de bunu göstermektedir: "Bir peygambere, zırhını kuşandıktan sonra Allah onun hakkındaki hükmünü verene kadar onu çıkarması yakışmaz." Metodda, direktif ve uygulama birbirini takip eder. 6- Son olarak Kur'an-i Kerim'in değerlendirmesinden, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) eşlik eden ve Allah yanında şu ümmetin en şereflisini temsil eden müslüman kitlenin konumuna ilişkin bir gerçeği öğrenmekteyiz. Bu gerçek, Allah'ın izniyle İslâmî hayatı yeniden inşa etmede son derece yararlı olacaktır. Allah'ın metodu değişmezdir, değerleri ve ölçüleri de... İnsanlar ya ondan uzaklaşırlar ya da ona yaklaşırlar. Düşünce ve sistemin temellerinde hem yanılabilir hem de doğruyu bulabilirler. Ancak, onların hataları bu metoda yüklenemez, sabit değer ve ölçülerini değiştiremez. İnsanlar düşünce ve davranışlarda hata işlediklerinde hatalı olarak nitelenecek insandır, metod değildir. Dolayısıyle ilahi nizam da derecesi ve değerleri ne olursa olsun insanların hatalarını ve sapkınlıklarını görmezden gelmez. Sapıklıklarına uymak için kendisi de sapmaz. Buradan öğreniyoruz ki, şahısları temize çıkarmak için metodu değiştirmek gerekmez. Bir de metodundaki ilkelerin, sağlam, net ve kesin olması; kendisinde hata yapanları ya da sapanları kesinlikle temize çıkarmaması dolayısıyle bu ilahi metodun müslüman ümmetin iyiliğine olduğunu öğreniyoruz. Bu tahrif ve değiştirme İslâm için, büyük müslüman şahsiyetlerin hatalı veya sapmış olarak nitelendirilmesinden daha tehlikelidir; Çünkü metod, kişilerden daha büyük ve daha kalıcıdır. İslâm'ın tarihsel pratiği müslümanların, tarihlerinde yaptığı ya da meydana getirdiği, herşeyden ibaret değildir. Ancak, onların İslâm metoduna, değişmez ilke ve değerlerine tamamen uygun olarak sergiledikleri tüm davranışlarından ibarettir. Aksi halde tüm davranışlar hatadır, sapıklıktır. Ne İslâm'a ne de İslâm tarihine mal edilir. Ancak mensuplarına mal edilebilir ve onları hatalı, sapkın veya tamamen İslâm'dan çıkmış gibi hakettikleri sıfatla nitelendirilebilirler. Kuşkusuz İslâm tarihi -ismen ya da dille müslüman olsalar da- müslümanların tarihi değildir. İslâm tarihi, İslâm'ın gerçek anlamda insanların düşüncelerinde, davranışlarında, hayat tarzlarında ve toplumsal düzenlerinde uygulanışıdır. İslâm sabit bir eksendir. İnsanların hayatı onun etrafında değişmez bir yörüngede döner. Şayet onlar bu yörüngeden çıkmışlarsa ya da bu ekseni bırakıp ayrılmışlarsa İslâm nerede, onlar nerededir? İslâm'a mal edilen ya da İslâm'ı onlarla yorumlayan insanların bu uygulama ve davranışlarına ne demeli? İslâm metodunun dışına çıktıkları, onu hayatlarında uygulamaya yanaşmadıkları halde kendilerini müslüman diye nitelendirmeleri de ne oluyor? Onlar daha önce bu metodu hayatlarında uyguladıkları için müslümandırlar; isimleri müslüman ismi olduğu ya da dilleriyle "biz müslümanız" dedikleri için değil. Müslüman kitlenin hatalarını ortaya çıkarırken, zaaf ve eksikliklerini belirleyip ardından onlara acıyarak kusurlarını bağışlarken, imtihan alanında zaaf ve eksikliklerinin sonucunu tattırmış olsa da bu günahlarını silerken yüce Allah'ın müslüman ümmete öğretmek istediği bütün bu hakikatlerdir. Kur'an-ı Kerim'in savaşı -Uhud savayı- sunması sona erdi. Ancak müslüman kitle ile Medine'de etrafını saran düşmanları -özellikle yahudiler- arasında süregelen savaş henüz bitmemiştir. Bu mücadele, tartışma, kuşku ve karışıklık yayma, hile, aldatma, pusu kurma ve tedbir alma savaşıdır. Bu savaş surenin büyük bir kısmını kapsamaktadır. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşının ardından, kin ve hileleri, müslümanları incitmeleri, Medine'ye gelip kendi başkanlığında Evs ve Hazreç müslümanlarından oluşan bir devlet kurduktan sonra onlarla vardığı antlaşmayı bozmalarından dolayı Beni Kaynuka'yı Medine'deki yerlerinden sürmüştür. Ancak, çevresindeki Beni Nadr, Beni Kureyza ve bunların dışında Hayber ve yarımadanın başka taraflarındaki yahudiler yerlerinde duruyorlardı. Bunlar Medine'deki münafıklar, Mekke'deki ve Medine'nin çerçevesindeki müşriklerle haberleşiyor, biraraya geliyor, birbirleriyle ilişki kuruyorlardı. Müslümanlara karşı aralıksız olarak sürekli tuzaklar planlıyorlardı. Al-i İmran suresinin başlarında yahudiler, müslümanların eliyle müşriklerin başına gelen durumdan sakındırılmışlardı: "Kâfirlere de ki; mutlaka yenilecek ve Cehennemde toplanacaksınız, o ne kötü yerdir." "Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir delil vardır. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu diğeri de kâfirdi. Gözlerinin görüşüyle onları kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla güçlendirir. Kuşkusuz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır." Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşı sonrasında davranışlarına kin, hile ve tuzaklarına bir cevap olarak gelen bu sakındırmayı onlara tebliğ edince bunu edepsizce karşılayıp şöyle dediler: "Ey Muhammed, tecrübesiz ve savaştan anlamayan Kureyş'ten bir grubu öldürdüm diye aldanma. Allah'a andolsun ki, şayet bizimle savaşacak olsaydın, daha önce benzerini görmediğin insanlar olduğumuzu bilirdin." Sonra da bu surede çeşitli şekilleri aktarılan hile ve desiselerine devam ettiler. Giderek Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile vardıkları sözleşmeyi iptal ettiler. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) hükmüne boyun eğene kadar bölgelerini kuşattı. Arkasından onları Medine'den uzaklaştırıp Ezriat'a sürdü. Beride, görünürde sözleşmeye bağlı kalan Beni Kureyze ve Beni Nadr kaldı. Ancak onlar da, hile, tuzak, kuşku, karışıklık, fitne ve yahudilerin tüm tarihinde ortaya koydukları, en doğru sicil olan ve Allah'ın kitabının onayladığı ve yeryüzü sakinlerinin bu melûn ulustan gördüğü diğer özelliklerini de sergilemekten geri kalmadılar. Bu derste yahudilerin bazı davranışları ve sözleri aktarılmaktadır.. Müslümanlara karşı olan kötü davranışlardan sonra Allah'a karşı da edepsiz bir tavır sergiledikleri ortaya çıkmakta dir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) verdikleri malî taahhütlerinde cimri davrandıkları gibi giderek Allah hakkında şöyle demeye başlamışlardı: "Kuşkusuz Allah fakirdir, biz ise zenginiz." Bu arada, yüzyüze kaldıkları İslâm çağrısını savmak için ileri sürdükleri zayıf bahaneleri de ortaya çıkıyor. Oysa bilinen tarihsel olay bu bahanelerini ve karşı çıkışlarını yalanlamaktadır. Bu olgu, Allah'a verdikleri söze karşı çıkmalarını, onlardan açıklamasını istediği hakkı gizlemelerini, arkalarına atmalarım, az bir ücretle satmalarını, istedikleri mucizeyi ve kabul etmedikleri kanıtları getiren peygamberleri haksız yere öldürmelerini ortaya koymaktadır. Yahudilerin peygamberlerine karşı tavırlarını ve Rabbleri hakkında söylediklerini utandırıcı bir şekilde ortaya çıkarılması ve müslüman kitleye karşı kötü pozisyonları, onları müşriklerle birlikte müslümanlara karşı düzenledikleri, hile, tuzak ve eziyetler hazırlamaya sevk etmiştir. Yüce Allah'ın müslüman kitleyi sağlam bir şekilde eğitmesi, çevrelerinde olan şeyleri ve kimseleri göstermesi, faaliyette bulundukları yerin, kendileri için kurulan kapan ve tuzakların, yol boyunca kendilerini bekleyen acıların ve fedakarlıkların özelliklerini öğretmesi de bu açıklamayı gerektirmiştir. Medine'deki yahudilerin müslüman kitlelere kurduğu hileler Mekke'deki müşriklerin hazırladığından çok daha katı ve daha tehlikeliydi. Tarih boyunca müslüman kitlelere hazırlanan tuzakların en tehlikelisi de bunlardan gelenler olsa gerektir. Etkileyici sunuş esnasında müslümanlara yönelik Rabbanî direktiflerin ard arda yer aldığını görmemiz bu yüzdendir. Bu esnada, kalıcı ve geçici değerlerle yüzyüze getirildiklerini görmekteyiz. Kuşkusuz yeryüzündeki hayat ecelle sınırlıdır. Her halûkârda her nefis ölümü tadacaktır. Ceza oradadır. Kâr ya da zarar orada belli olacaktır. "Kim ateşten uzaklaştırılıp Cennete sokulursa işte o, kurtulmuştur. Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey değildir." Onlar mallar, canlar ve gerek müşriklerden, gerekse ehl-i kitap olan düşmanlarından görecekleri eziyetlerle denenmektedirler. Sabır, takva ve kendilerini ateşe düşmekten çekip kurtaracak metoda uymaktan başka birşey koruyamaz onları. Medine'deki müslüman kitleye yönelik bir direktif bugün ve yarın geçerli olup, yüce Allah İslâm'ı yeniden yaşamak ve Allah'ın himayesinde yine İslâmî bir hayat kurmak için yolun prensiplerine uymaya özen gösteren her müslüman kitleye yol göstericilik işlevini yürütecektir. Onlara -aynı müşrik, dinsiz ve ehl-i kitap gibi olan- evrensel siyonizm, haçlı ve komünist düşmanları kurdukları tuzak ve kapanların, kendilerini bekleyen acı, fedakârlık, eziyet ve imtihanların özelliklerini gösterecektir. Kalplerini ve bakışlarını oradakine, Allah'ın yanındakine yöneltecektir. Böylece eziyet, ölüm, cana ve mala yönelik fitneler basit gelecektir müslümana. İlk müslüman kitleye olduğu gibi O'na da şöyle seslenecektir: "Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Cehennem ateşinden uzaklaştırılıp Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı bir hazdan başka birşey değildir. Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz, gerek ehl-i kitaptan gerek müşriklerden inciltici söz işiteceksiniz. Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir." (Al-i İmran suresi; 185-186) Kur'an aynı Kur'an'dır. Bu ümmetin ölümsüz kitabı... Evrensel yasası... Hidayet rehberi... Güvenilir önderi... Düşmanları da aynı düşmanlar, yol aynı yol... 180- Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 181- "Allah fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin sözünü Allah işitti. Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacak ve onlara "Kavurucu azabı tadın bakalım" diyeceğiz. 182- Bu kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir. 183- "Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi" diyenlere de ki; "Benden önce size açık belgeler getiren ve sözünü ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız, onları niçin öldürdünüz?" 184- Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi de yalanlamışlardı. Bu bölümdeki ilk ayette kimlerin kastedildiğine, cimrilikten ve kıyamet günündeki sonuçtan sakındırıldığına ilişkin güçlü bir rivayet söz konusu değildir. Ancak ayetin burada yer alması kendisinden sonra gelen yahudiler hakkındaki ayetlerle ilgili olduğu görüşünü desteklemektedir. Çünkü "Allah fakirdir biz ise zenginiz" diyen -Allah kahretsin- onlardır. "Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi." diyen yine onlardır. Anlaşılıyor ki, ayetlerin bütünü, yahudilerin Resulullah'la vardıkları anlaşmadan doğan malî sorumluluklarını yerine getirmeye çağırılması, bir de Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) iman edip Allah yolunda infak etmeye davet edilmeleri üzerine nazil olmuştur. Bu tehditvâri sakındırma, yahudilerin Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) iman etmemelerindeki bahanelerini ortaya çıkarmak için olduğu kadar yüce Allah'a karşı takındıkları edepsiz tavra bir cevap olup bahanelerini yalanlamak için de nazil olmuştur. Beraberinde, kendisinden önceki peygamberlerin kavimlerinden gördüklerinin anlatılması ile onların yalanlamaları karşısında peygambere bir destekte inmiştir. Bu peygamberler arasında İsrailoğulları'nın tarihinde bilindiği gibi, kendilerine kanıtlar ve mucizeler getirdikleri halde yahudiler tarafından öldürülen Beni İsrail peygamberleri de yer almaktadır. "Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Ayetin anlamı geneldir.. Sorumluluklarını yerine getirmekte cimrilik yapan yahudileri kapsadığı gibi onların dışında Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde cimrilik yapan ve bu cimriliğin, malları koruması ve infakla heder olmasını önlemesi bakımından hayırlı olduğunu sanan herkesi kapsamaktadır. Kur'an ayeti onları bu yanlış zandan sakındırmakta ve biriktirdikleri şeylerin kıyamet günü ateş şeklinde boyunlarına geçirileceğini bildirmektedir. Bu korkunç bir tehdittir. İfade,onların "Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde cimrilik..." yaptıklarını zikrederken, cimriliğin kötülüğünü daha bir arttırmaktadır.. Çünkü onlar, aslında kendilerine ait olmayan bir malda cimrilik yapmaktadırlar. Bu dünyaya derileri de dahil hiçbir şeye sahip olmadan gelmişlerdir. Yüce Allah lütfundan onlara vermiş, onları zenginleştirmiştir.. Ancak Allah lütfundan verdiği şeyleri infak etmelerini isteyince Allah'ın lütfunu hatırlamadılar bile. Az bir şey infak etmekle cimrilik yaptılar. Biriktirdikleri şeylerin kendileri için hayırlı olduğunu sandılar. Aslında bu korkunç bir kötülüktür... Üstelik onlar -bütün bunlardan sonra- mallarını geride bırakıp gideceklerdir. Herşeyin varisi de Allah'tır. "...Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir" Bütün biriktirdikleri kısa bir süre içindir. Sonra da hepsi Allah'a dönecektir. Sadece Allah rızası için infak ettikleri kalacaktır onlara, biriktirdikleri ise kıyamet günü boyunlarına geçirilecek ve O'nun katında kendileri için bekletilecektir. Ardından, Allah'ın lütuf olarak verdiği malı ellerinde bulunduran, böylece kendilerinin Allah'tan daha zengin olduklarını, O'nun mükafatına ve kendi yolunda (ki bunu kendisinden bir lütuf ve kendilerine verilen güzel bir borç olarak nitelendirmektedir.) infak edenlere vaadettiği "kat kat" arttırmasına ihtiyaçlarının olmadığını sanan yahudiler kınanmaktadırlar. Çünkü onlar, küstahça şöyle diyorlardı: "Allah'a ne oluyor ki malımızdan kendisine borç vermemizi istiyor! Buna karşılık da "kat kat" vereceğini vaadediyor. Oysa faizden ve "kat kat" arttırmaktan nehyeden O'dur." Kuşkusuz bu küstahlıktan ve Allah'a karşı edepsiz bir tavır takınmaktan kaynaklanan bir kelime oyunudur. "Allah fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü Allah işitmiştir. Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacağız, ve onlara `kavurucu azabı tadın bakalım' diyeceğiz." "Bu, kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir." Yahudilerin ilahi hakikate ilişkin kötü düşünceleri, tahrif edilmiş kitaplarında yaygındır. Ancak buradaki düşünceleri, kötü düşünce ve edepsiz tavır bakımından son derece aşırıdır. Bu yüzden peşi sıra gelen bu tehditleri hak etmektedirler. "...dediklerini.. yazacağız." Onları hesaba çekmek için. O terk edilecek, unutulacak ya da boş verilecek değildir... Bunun yanında geçmiş günahlarının tescili de söz konusudur; -bu günahlar bütün ırkların, soyların günahını içermektedir- çünkü onlar, günah ve isyanda bir bütündürler. "...Sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini..." İsrailoğulları'nın tarihi, peygamberleri öldürmelerine ilişkin günahların silsilesini bildirmektedir. Son olarak da Mesih'i (selâm üzerine olsun) öldürmeye kalkışmışlardı. O'nu öldürdüklerini iddia ederek bu korkunç cürümle övünmektedirler: "Kavurucu azabı tadın bakalım diyeceğiz." İfadedeki (Harik) kelimesinden, azabın müthişliği ve korkunçluğu amaçlanmaktadır. Ayrıca azap sahnesinin; heybeti, alevi ve kavuruculuğuyla somutlaştırılması kastedilmektedir. Kuşkusuz bu, haksız yere peygamberleri öldürerek o iğrenç suçu işlemenin ve "Allah fakirdir, biz ise zenginiz" gibi çirkin bir söz sarf etmenin cezasıdır. "Bu, yaptıklarınızın karşılığıdır." Uygun bir cezadır bu. Herhangi bir haksızlık ya da kabalık söz konusu değildir. ".. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez" İfadedeki "Abd (kul)" kelimesi onların gerçek durumlarını ortaya koymaktadır. Yüce Allah'a kıyasla, kullardan birer kuldurlar sadece. Bu ifade, bir kulun "Allah fakirdir biz ise zenginiz" demesinde ve peygamberleri öldürmesindeki cürmün ve edepsiz tavrın kötülüğünü daha da arttırmaktadır. "Allah fakirdir, biz ise zenginiz" diyenler ve peygamberi öldürenler -kendi iddialarına göre- sunacakları bir kurban getirmedikçe, bazı İsrailoğulları peygamberlerinin gösterdiği gibi mucize gerçekleşip ateş kurbanı yemedikçe herhangi bir Resule inanmayacaklarını söyleyenler yahudilerdir. Allah emrettiği için Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) inanmadıklarını iddia ediyorlardı. Muhammed de bu mucizeyi göstermeyeceğine göre sözlerinde durmalıymışlar. (!) |