Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Eylül 2008, 10:38   Mesaj No:24

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

İşte burada Kur'an tarihsel olguyu yüzlerine vurmaktadır. İstedikleri mucizeyi ve Allah'ın apaçık ayetlerini getirdikleri halde peygamberleri öldürenler bunlardır...
"Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi' diyenlere de ki; `Benden önce size açık belgeler getiren ve sözünü ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız, onları niçin öldürdünüz?"
Bu, yalanlarını, vehimlerini, küfürde ısrarlarını, sonra da övünüp Allah'a iftira etmelerini ortaya çıkaran kuvvetli bir yüzleştirmedir.
Ayet-i kerime burada, teselli etmek, yardım etmek, onlardan gördüğü şeylerin asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamber kardeşlerinin karşılaştığı şeylerin benzerleri olduklarını bildirerek rahatlaması için Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ,yönelmektedir:
"Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi de yalanlamışlardı."
Yalanlanan ilk elçi O değildir... Ard arda gelen uluslar -özellikle yahudiler kendilerine kanıtlar, mucizeler, -Zebur gibi- ilahi direktifleri içeren sahifeler ve Tevrat ile İncil gibi aydınlatıcı kitabı getiren elçileri de yalanlamışlardır. İçindeki yorgunluk ve meşakkate rağmen, Resul ve Risaletin yolu budur. Gerçek yol sadece budur.
Bundan sonra ayetlerin akışı müslüman kitleye yönelmekte, üzerine düşmeleri ve uğruna feda olmaları gereken değerlerden, yoldaki dikenlerden, yorgunluk ve acılardan söz etmekte; onlara sabır, takva, direnç ve dayanıklılık telkin etmektedir.

185- Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılıkları, kıyamet günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Céhennem ateşinden uzak tutulur da Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı bir hazdan başka birşey değildir.
186- Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneyden geçirileceksiniz, gerek kitap ehlinden ve gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah tan korkarsanız, bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir.
Şu gerçeğin ruhlarda iyice yer etmesi gerekir. Yeryüzündeki hayatın geçici olduğu, ecelle sınırlı olduğu, kesinlikle sonunun geleceği gerçeği.. Salihler de ölür, bozguncular da ölür. Cihad edenler öldüğü gibi geride kalanlar da ölür. Akide sayesinde yücelenler gibi kullara boyun eğenler de ölür. Haksızlık yapmaktan kaçınan cesurlar öldüğü gibi ne pahasına olursa olsun hayata sarılan korkaklar da ölür. Büyük değerlere, üstün hedeflere sahip olanlar gibi ucuz bir meta için yaşayan ahmaklar da ölür.
Herkes ölecektir... "Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır." Her nefis bu şerbeti tadacak ve bu hayattan ayrılacaktır. Bu şerbeti ve elden ele dolaşan bu kadehi içmede nefisler arasında bir fark yoktur. Fark başka bir şeydedir. Değişik bir değerde söz konusudur farklılık. Sonuçta varılacak yerde fark vardır.
"Yaptıklarınızın karşılığı, kıyamet günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim ateşten uzaklaştırılırsa... O, başarıya ulaşmıştır."
Budur üzerinde ayrılık söz konusu olan "değer". Falana falandan farklı muamele yapılması gereken korkunç "sonuç" budur..
"...Kim Cehennem ateşinden uzak tutulur da Cennet'e konursa o, başarıya ulaşmıştır."
Ayet-i kerimede geçen "Zuhziha" kelimesi, vurgusu, kelime yapısı ve kalıcı etkisiyle bizzat anlamını somutlaştırmaktadır. Sanki ateşin yaklaşanı yutacak ve girdabına alacak bir cazibesi varmış da onu azar azar bu azgın cazibeden çekip uzaklaştıracak birine ihtiyaç duymaktadır. Kim ateşin bu girdabından uzaklaştırma imkanına sahip olur, ateşin çekiciliğinden kurtarılıp Cennet'e sokulursa kuşkusuz o insan kurtulmuştur.
Güçlü bir tablo... aksine, canlı bir sahne... İçinde hareket, alem ve çekicilik yok mu? Nefis, kendisini günahın çekiciliğinden çekip uzaklaştıracak birine muhtaç değil midir? Kesinlikle evet. İşte onun ateşten uzaklaştırılması budur. İnsan -sürekli çalışmasına ve daimi uyanıklık içinde bulunmasına rağmen- Allah'ın lütfu olmadan amellerinde hep kusur etmez mi? Evet, işte onun ateşten uzaklaştırılması budur. Allah'ın lütfu insana ulaşınca ateşten uzaklaştırılmış olur böylece.
"...Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey değildir."
Dünya hayatı bir metadır. Ancak gerçek bir meta değil, uyanıklık ve intibah metaı değil, aldatıcı bir metadır. İnsanı aldatıp gerçek bir metâ olduğunu vehmettiren bir metâ. Ya da aldanma ve hileye sebep olan bir meta. Gerçek meta ise, elde etmek için çaba sarf etmeyi hakeden metadır. İşte orada! Ateşten uzaklaştırıldaktan sonra Cennet'le kurtuluştur.
Bu gerçek, nefiste yeredince, nefis, hayata sarılma hikayesini hesabından çıkarınca, -her halukârda her nefis ölümü tadacağından- aldatıcı ve geçici meta hikayesini bir kenara atınca... Bu esnada yüce Allah, müminlere kendilerini bekleyen mal ve can hususundaki sınamadan söz etmektedir. Çünkü artık ruhları imtihana hazırlanmıştır.
"Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden, gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir."
Akidelerin ve davetlerin kuralı budur. İmtihan kaçınılmazdır. Mal ve can hususunda eziyet çekmek zorunludur. Sabır, direnç ve kararlılıktan başka seçenek yoktur.
Cennet'e giden yol budur. Kuşkusuz Cennet tuzaklarla çevrilmiştir, nitekim ateş de şehvetlerle...
Bu davayı yüklenip gereklerini yerine getirecek bir kitle oluşturmak için başka yol da söz konusu değildir. Bu kitleyi eğitmek, iyilik, kuvvet ve dayanıklılık gibi gizli yönlerini ortaya çıkarmak için başvurulacak yol budur. Bu sorumlulukları pratik olaràk uygulamak insan ve hayatın hakikatini öğrenmek için tek çıkar yol budur.
Bunun nedeni, davaya inananların kararlılıklarını tesbit etmektir. Çünkü davayı yüklenip ondan dolayı sabredecek güvenilir kişiler onlardır.
Bu uğurda çektikleri işkence ve imtihanlar, onun yolunda verdikleri şerefli ve saygın kurbanlar, davanın şerefli ve saygın olması içindir.. Çünkü durum ne olursa olsun bundan sonra ondan sapmaları söz konusu olmaz.
Bir de dava ve davetçinin temelinin sağlam olması içindir bu. Çünkü gizli güçleri ortaya çıkaran, geliştiren, bir noktada yoğunlaştırıp yönlendiren dirençtir. Yeni davalar, köklerinin sağlamlaşıp derinleşmesi ve fıtratın derinliklerinde ki mümbit toprağa ulaşması için böylesi güçleri edinmek zorundadır.
Hayatı ve cihadı pratik olarak uygulamayan davetçilerin bizzat kendi hakikatlerini, beşer nefsinin gizliliklerini kitle ve toplumların hakikatini öğrenmeleri için de bir araçtır bu. Böylece onlar davalarının ilkeleriyle, kendi nefislerinde ve tüm insanların nefislerindeki şehvetlerinin nasıl dolaştığını görürler. Nefislerde şeytanın etkilediği açıkları, yolun kaygan kısımlarını ve sapıklığın izlerini öğrenirler.
Sonra Allah'a... O'na karşı çıkanların en sonunda bunda bir iyiliğin bulunduğunu, O'na inananların bunca eziyetlerle karşılaşmalarına rağmen direnmelerini sağlayan bir sırrın varlığını kavramaları da amaçlanmaktadır. Çünkü böyle bir durumda, O'na karşı çıkanlar dalga dalga O'na döneceklerdir sonunda.
Davaların kuralı budur.. Kararlı ve güçlü kimselerden başlıcası, zorluklara sabretmek, acı sarsıntılar esnasında Allah'tan korkmayı sürdürmek. Haksızlık edip haktan uzaklaşmaktan yüz çevirmek, Allah'ın rahmeti hususunda ümitsizliğe kapılmamak, zorluklarla karşılaşırken Allah'ın yardımından ümitsiz olmamak... Bütün bunları kararlı ve güçlü kimselerden başkası gerçekleştiremez.
"Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir."
Medine'deki müslüman kitle, kendisini bekleyen fedakârlık ve acıları çevrelerindeki ehl-i kitaptan ve düşmanları müşriklerden görecekleri can ve mala gelecek musibeti böyle öğreniyordu. Buna rağmen yoluna devam ediyordu. Dağılmadan, kararsızlık göstermeden, ökçelerinin üzerinden geriye dönmeden... Çünkü onlar her nefisin ölümü tadacağını ve ücretlerin ödeneceği zamanın kıyamet günü olduğunu, o gün ateşten uzaklaştırılıp Cennet'e sokulanın kurtulacağını, üzerinde durdukları şu katı ve belirgin yeryüzündeki ve yürüdükleri şu amaca ulaştırıcı ve açık yoldaki `hayatın aldatıcı bir metadan başka birşey olmadığını, çok iyi biliyorlardı.
Yeryüzü dava adamlarının gözünde her zaman katı ve belirgindir. Amaca ulaşmak için tutulacak yol, her insanın görebileceği şekilde açıktır. Bu davanın düşmanları asırlar ve nesiller boyu süregelen düşmanlardır. Asırlar ve nesillerden beri ona karşı tuzaklarını kurmaya devam ediyorlar. Kur'an da o Kur'an'dır.
Zamanın değişmesiyle, imtihan ve fitne araçları, müslüman kitleye karşı başlatılan propaganda yöntemleri, kişiliklerine, hedeflerine ve gayelerine ilişkin duyup çektikleri eziyetlerin şekli değişir, ancak, kural birdir:
"Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz."
Sure, ehl-i kitap ve müşriklerin birçok tuzaklarını ve bazan davanın temelleri ve hakikati bazan da inananlar ve önderlerine ilişkin karışıklık ve kuşkulandırma amacıyla yaydıkları birçok propaganda şekillerini içermektedir. Bu propaganda şekilleri zamanla değişir. Yeni propaganda araçlarının icadıyla renklenir. Ancak hepsi de İslâm'a, inanç temellerine, müslüman kitleye ve onun önderliğine yöneltilir. Yüce Allah'ın ilk müslüman kitleye gösterdiği ve onlar için yolun özelliğini ve yolda pusuya yatmış düşmanlarının niteliklerini ortaya çıkardığı bu kuralın dışına çıkmamıştır hiç biri.
Bu Kur'anî direktif; bu akideyle hareket etmeye ve yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek için çaba sarf etmeye başlayan ve böylece hedeflerini şaşırtmak ve bağlarını koparmak için aleyhlerinde hile, fitne ve propaganda yöntemleri ile biraraya gelenleri öğretmek ve müslümana fonksiyonunu nasıl yerine getireceğini öğretmektedir. Bu Kur'anî direktif, davanın, davayı gerçekleştirme yönteminin ve yol boyunca pusuda bekleyen düşmanlarının tabiatını, gözler önüne getirmeye ve Allah'ın bu vaadleriyle yüzyüze geldiklerinde kalplerine güven duygusunu serpmeye devam etmektedir. Böylece eziyet etmek için üzerine kurtların üşüştüğü, propagandalarıyla havladıkları ve imtihan ve fitneye maruz bıraktıkları zaman bu yolu takip ettiklerinin belirtisi ve gördükleri şeylerin yoldaki işaretler olduğunu bilirler.
Bu yüzden müslümanlar aleyhlerindeki imtihan, fitne, boş iddia, hoşlanılmayan ve eziyet verici şeyler işittikçe sevinirler... Bunlarla sevinirler; çünkü, önceden yüce Allah'ın kendilerine vasfettiği yolu takip ettiklerine iyice inanırlar. Sabır ve takvanın, yol azığı olduğunu da bilirler. O zaman tüm hile ve kargaşalar onların yanında boşa çıkar. İmtihan ve işkenceler çok küçük kalır. Vaadedilen yolda belirlenen hedefe doğru yol alırlar. Sabır ve takva ile... Kararlılık ve sebat ile...
Bundan sonra Kur'an'ın akışı ehl-i kitabın kendilerine kitap verildiği gün Allah'la yaptıkları ahde karşı çıkmaları, kitabı ihmal etmeleri, istedikleri zaman kendilerine emanet edilen şeyi saklamalarındaki tavırlarını ifşa etmektedir.

187- Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu asla saklamayacaksınız " diye söz almıştı. Fakat onlar bu sözlerine sırt çevirerek o kitabı birkaç paraya sattılar. Almış oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir!
Surenin akışı ehl-i kitabın -özellikle yahudilerin- birçok davranış ve sözlerini içermektedir. Bu davranış ve sözlerin en belirgini, dinin anlamı, İslâm'ın doğruluğu, onun ve önceki dinlerin arasındaki temel ilkelerin birliği, İslâm'ın onları, onların da İslâm'ı tasdik etmeleri hususunda karışıklık ve kuşku meydana getirmek için bildikleri hakkı gizleyip batılla örtmeleridir. Çünkü Tevrat ellerindeydi. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiklerinin, hakk olduğunu ve Tevrat'la aynı kaynaktan geldiğini biliyorlardı...
Şu anda yüce Allah'ın kendilerine kitap verirken onu insanlara açıklamak, tebliğ etmek, gizleyip saklamak üzere söz aldığı, onlarınsa Allah'a verdikleri bu sözü kulak ardı ettikleri de ortaya çıkınca konumlarının çirkinliği son noktaya varıyor... İfade, ihmallerini ve verdikleri söze karşı çıkışlarını somutlaştıracak bir harekette temsil etmektedir..
"...Bu sözlerine sırt çevirerek"
Üstelik onlar bu iğrenç davranışı az bir değer karşılığı yaptılar:
"O kitabı birkaç paraya sattılar."
Bu şey yeryüzü mallarından bir mal, din adamlarının kişisel ya da yahudilerin ulusal çıkarıdır. Hepsi de az bir değerdir. İsterse tüm zamanları kapsayacak yeryüzü egemenliği olsun. Bu değer, Allah'ın sözünün karşılığı olmaktan ne kadar uzaktır. Allah'ın yanındaki ile kıyaslanınca ne kadar da değersizdir bu meta.
"Almış oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir."
Buhari kendi isnadıyla İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yahudilerden birşey sordu. Onlar da sorduğunu gizleyip başkasını söylediler. Sonra da çıkıp O'na doğrusunu göstermeyi, sorduğunu söylemeyi, bununla O'na karşı övünmeyi ve sorduğuna cevabı gizledikleri için sevinmeyi istediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:

188- Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övülmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma, onları acıklı bir azap beklemektedir,
Buhari'nin kendi isnadıyla Ebu Said el Hudri'den naklettiği başka bir rivayette şöyle denir:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) döneminde bazı münafıklar, Resulullah savaşa çıktığında ondan ayrılırlardı. Ondan ayrılıp savaşa çıkmadıkları için de sevinirlerdi. Resulullah dönünce de özür bildirip yemin ederler ve yapmadıkları şeylerle övünmeyi severlerdi. Bunun üzerine "Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övünmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma..." ayeti nazil oldu.
Bir ayetin herhangi bir meselede inmiş olması o meseleyle sınırlı olması anlamına gelmez. Genellikle benzeri olaylar meydana geldiğinde ayet delil getirilir ve bu konuda nazil olmuştur denir. Ya da ayetin olaya uygun düştüğü görülür. Yine aynı şekilde, bu konuda nazil olmuştur denir. Bu yüzden iki rivayet hakkında kesin bir söz söyleyemiyoruz.
Birinci rivayete göre surenin akışında ehl-i kitaptan ve onlara Allah'ın insanlara açıklayıp gizlememek üzere verdiği kitaptan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Çünkü gerçeği gizleyen onlardır. Öyle ki yalan açıklamaları ve müfteri cevaplarıyla övünmeyi de istiyorlar.
İkincisine gelince; surenin akışında münafıklardan söz edilmektedir. Durumları da ayete uygun düşmektedir. Bu ayet, her toplumda olabileceği gibi Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)döneminde bulunan bazı tipleri tasvir etmektedir. Görüş bildirmenin sorumluluğunu ve akidenin yükümlülüklerini taşımaktan aciz tipleri. Bunlar savaştan geri kalıp otururlar.. Şayet savaşanlar bozguna uğrayıp yenilecek olursa, bu adamlar başlarını dikleştirip kibirlenerek akıllılık sağlam ve ileri görüşlülük taslarlar. Savaşçılar galip gelip ganimetler elde ettiklerinde ise, arkadaşlarının davranışlarını desteklediklerini belirtip zaferden kendilerine pay ayırarak yapmadıkları şeylerle övünmeyi severler.
Bu tipler, insanlar arasındaki korkak ve boş iddiacılardan bir örnektir. Kur'an'ın ifade tarzı, bu örneği birkaç kelime ile verip geçiyor. Öyle ki ifadenin parlaklığı apaçık ortadadır. Bu ifadenin çizgileri zaman içinde hep kalıcıdır. İşte Kur'an'ın yöntemi budur...
Yüce Allah, Resulü'ne bu insanların azaptan kurtulamayacaklarını tetkikle bildirmekte ve onları bekleyen acıklı azaptan kurtulmalarının söz konusu olmayacağı gibi bir yardımcılarının da bulunmasının mümkün olmadığını belirtmektedir...
"...Sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma."
Onları bu şekilde tehdit eden, göklerin ve yerin hükümranı ve herşeye gücü yeten Allah'tır. O halde kurtuluş nerede? Ve nasıl kurtulacaklar?

189- Göklerin ve yeryüzünün egemenliği Allah'ın tekelindedir. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü herşeye yeter.
Bu konu İslâm düşüncesinin temellerini ihtiva eden son bahistir. Ehl-i kitap, münafık ve müşriklerle girişilen mücadelede bu temellerin yerleşmesi, karanlık ve kapalılıktan kurtulması, bu ilahî metodun tabiatının mal ve cana yüklediği yükümlülüklerinin açıklanması, müslüman kitlenin bu yükümlülükleri nasıl yerine getireceğini vermektedir. Ayrıca müslümanın bollukta ve darlıkta imtihanı nasıl karşılayacağı ve bu akide ve O'nun mal ve cana yüklediği önemli sorumluluklar için nasıl herşeyden soyutlanacağını bilmesi gibi hususlarda surenin akışının içerdiği konuları daha önce işledik.
Şu anda, konuları ve üsluplarıyla birbiriyle uygunluk arzeden yukarıdaki konularla içerik ve tarz bakımından uygunluk arzeden surenin son bir -ya da birkaç- hususu gelmektedir.
Derin bir gerçeği de beraberinde getirmektedir bu son konu: Kuşkusuz bu evrenin kendisi, imanın kanıt ve işaretlerini içeren apaçık bir kitaptır. Ötesinde kendisini hikmetle idare eden bir ele işaret etmektedir. Dünya hayatından sonra ahiret hayatının olduğunu, hesap ve cezanın görüleceğini ilham ettirmektedir. Ancak, insanlardan; bu açık kitaba ve bu göz kamaştırıcı işaretlere gözlerini kapayıp anlamaksızın bakmayan "akıl sahipleri" bu kanıtları kavrayabilir, bu ayetleri okuyabilir, bu hikmeti görebilir ve bu ilhamları işitebilir.
Bu gerçek; "evren"e, onunla "insan" fıtratı arasındaki sağlam bağa, evrenin fıtratıyla insan fıtratı arasındaki güçlü uygunluğa, şu evrenin bir yönden yaratıcısına ve diğer yönden kendisini bir "gaye", "hikmet" ve "amaç"la yöneten yasaya işaret ettiğine ilişkin İslâm düşüncesinin temellerinden birini temsil etmektedir. Bu gerçek, insanın "evren" ve evrenin "ilahı" karşısındaki konumunu belirlemesi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Aynı zamanda bu, varlık hakkındaki İslâmî düşüncenin temel noktalarından biridir de.
Konunun devamında bu gerçeği yüce Allah'ın akıl sahiplerine verdiği cevap takip etmektedir. Ki, o akıl sahiplerini dünya malını küçümsemeye ve gerçek müminlerin önemsemeleri gereken ahiret mükafatındaki kalıcı değerleri açıklamakla beraber onları çaba sarf etmeye, cihada, fedakârlık yapmaya, sabretmeye ve açık evren kitabında huşu içinde yaptıkları geziden edindikleri imanın yükümlülüklerini yerine getirmeye yöneltmek şeklinde olmaktadır.
Surede uzunca söz edilen ehl-i kitap ve onların müminler karşısındaki konumlarına atfen şu son bölümde, müminlerden bir gruba ve onlara uygun mükafattan söz edilmektedir. Bu grubun, açık evren kitabı karşısındaki "akıl sahipleri"nin oluşturduğu sahneye ve huşuyla yaptıkları duaya uygun huşu vasıfları ile surede özellikleri sunulan şu ehl-i kitap gibi Allah'ın ayetlerini az bir değere satmaktan Allah'a karşı duydukları haya sıfatları öne çıkmaktadır.
Sonra, müslüman kitleye yönelik ilahî direktifleri özetleyen, arzulanan sıfatları ile onlarla kurtulabilecekleri belirlenmiş yükümlülüklerini özetleyen son ayet gelmektedir:
"Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın, hazırlıklı olun ve Allah'tan korkun ki, kurtulasınız."

190- Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır.
191- Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru!
192- Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.
193- Ey Rabbimiz, biz "Rabbinize inanınız " diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.
194- Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi perişan etme, kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki deliller nelerdir? Ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anan akıl sahiplerine, göklerin ve yerin yaratılıyı, gece ve gündüzün ardarda gelişini düşünürken görünen deliller nelerdir? Bu delileri düşünmek ile Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerine yatarken anmak arasındaki ilişki nedir? Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru..." diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya geçiş nasıl meydana geliyor?
İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici olaylarını sağlıklı bir şekilde karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir karşılık verişini canlı bir tablo şeklinde çizmektedir..
Kur'an'a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık kitaba yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu kitabın sayfaları ve şu yapının "plân"ı bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni var eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya her an sevgi ve korku beslemekle beraber O'nun çağrısına karşılık verme iştiyakını da harekete geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake sahip bulunanlar.. Evet onlar, yüce Allah'ın varlıklar alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken kalplerini Allah'a yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık alemindeki yasaların arasını birleştiren ilham sayesinde yüce Allah'ın varlık alemine yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp varlık amacını, meydana geliş nedenini ve fıtratın özünü kavrarlar.
Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim sahnesi... Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir sahne gibi algılasak, duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan ve tekrarın neden olduğu sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız titreyecek, duygularımız sarsılacaktır. Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde değişmez bir yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast gele ve boş olmasının mümkün olmadığını algılayacaktır.
Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve gökler ve yerdeki uyumun "çekim" ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını bilmemiz olağanüstü varlık sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz. Bunlar doğrulanmış ya da doğrulanmamış varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve kendisini koruyan harikulâde ince yasaları karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu yasalar -araştırıcı insanların yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın işaretidirler..
Kur'an'ın üslubu, akıl sahiplerinin şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile karşılaşmanın neden olduğu ruhsal hareketlenmenin adımlarını ince bir tasvirle tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle birlikte hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada, fıtratı ve hakikati ile cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere sağlıklı bir metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı mümin insan için bir "marifet" kitabı meydana getirmektedir.
Bu tasvir öncelikle kalbin "Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar." Allah'ın zikrine ve O'na ibadet etmeye yönelişi ile göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün ardarda gelişini düşünmeyi birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet konumuna getirir ve onu zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İki hareketin arasının birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret edilmiş oluyor.
Birincisi, Allah'ın yarattıklarını düşünmek, açık evren kitabını incelemek ve evreni harekete geçiren ve bu kitabın sayfalarını değiştiren yüce Allah'ın yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir ibadet ve içtenlikli bir zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve sünnetlerini; güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran varlık bilimleri, şu evrenin yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük ve lütfunu kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye ve O'na dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur ve Allah'a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının, varlık bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu yüzden -Allah'ın insana en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından insana musallat olan zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa düşürmektedir.
İkincisi, Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu zikreden ve O'na kullukta bulunandan başkasına ilham verici gerçeklikleriyle görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ve gündüzün değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken Allah'ı ananların bakışlarına; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve bunun ötesinde onların kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda bağlı oldukları gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı olmaksızın- varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına ulaşanlara gelince, onlar ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini mahvetmektedirler.. Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler. Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına düçar olurlar.
Bunlar, Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin karşılayış, karşılık veriş ve bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin sunduğu birbirinden ayrılmaz iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve araştırmayı somutlaştırdığı gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını, idrakin açıklığı ve algılamaya hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.
Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu anda en büyük varlık işaretlerini kavrama yeteneğinin bulunması yalnızca göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların gereksiz yahut boş yaratılmadığını kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan doğruya buluşma anına geçiliyor:
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."
Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın. Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin bir gerçekliği vardır. Bazı filozofların dediği gibi, "yokluk" değildir. Bir kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca göre hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı, hareketi ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk'a tabidir.
Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmekten "akıl sahipleri"nin kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni boşuna yaratmaktan yüce Allah'ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa bırakmaktadır.
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."
Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar karşısındaki ruhsal hareketler ardarda sıralanmaktadır.
"...bizi Cehennem azabından koru... Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek ve titrek duadan kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın anlamı -akıl sahipleri yanında- burada bir ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve adaletin varlığıdır.. O halde insanların yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği bu yurttan başka bir yurdun varlığı da zorunludur.
Bu, fıtrat ve açıklık mantığından bir zincirdir ve akıl sahiplerinin duyularında halkaları böylesine seri yer almaktadır. Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve ondan koruması için Allah'a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin görüş sahibi olan "akıl sahipleri"nde meydana gelen bilinç dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek, tevbekâr, tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden bir çöl ılıklığı yükselen dua dökülmektedir.
Ateşten koruması için Rabblerine yöneldiklerinde duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani şu sözlere dikkat etmek gerekir:
"Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları -herşeyden önce- ateş ehline isabet eden utançtan korkmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu ilk ürperti, ateş ehline isabet eden alçaklıktan duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni Allah'a karşı duyulan hayadır. Ateşin yakması konusunda ona karşı son derece duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah'a karşı hiç kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına ve zalimler için bir yardımcının bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam ediyoruz:
"Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al."
Kalpler açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz karşılık verir. Bu derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz ettikleri şey de; eksiklikleri, günahları ve isyanları olur. Günahlarını bağışlaması, kötülüklerini örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine yönelirler..
Alıntı ile Cevapla