Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 18:23   Mesaj No:9

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri

"Onları (eşlerinizi) yataklarında yalnız bırakınız."
Yatak, bir tahrik ve cazibe yeridir. Şımarmış, dik kafalı kadın burada egemenliğinin doruğuna ulaşır. Eğer erkek bu tahrik karşısında arzularını frenleyebilirse şımarık karısının en etkili silâhını elinden almış olur. Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü irade ve kişilik tezahürü karşısında ve bu kararlı direniş önünde genellikle kadının geri çekildiği, yumuşadığı görülür.
Yalnız bu önlemin, yani erkeğin karısını yatağında yalnız bırakışı tedbirinin uygulanışı sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin yatak odasının dışına taşırılmaması, karı-koca arasında kalmasıdır. Olay çocukların önünde cereyan eden bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların gönüllerine kötü ve yıkıcı duyguların tohumlarını eker. Bunun yanısıra bu önlem yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli bir eylem şekline de bürünmemelidir. Yoksa kadının onurunu rencide eder ve onun dik kafalılığını azdırır. Amaç kadını küçük düşürmek ya da çocukların zihinlerini bulandırmak değil, dik kafalılık kompleksini tedavi etmektir. Hem dik kafalılığa karşı bir ders vermenin ve hem de bu işi kadını başkaları önünde küçük düşürmeden yapmanın konu edilen önlemin ortak amaçları oldukları açıkça görülür.
Fakat bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman ne olacak? Aile kurumu yıkıma mı terk edilecek? Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür ikisine göre biraz sert, ama kadının dik kafalılık kompleksi yüzünden aile yuvasının tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır ve daha az risklidir kuşkusuz. Okuyoruz:
"Onları (eşlerinizi) dövünüz."
Eğer bu önlemi yukardaki inceliklerin ve bu tedbirlerin ortak amacının ışığı altında ele alırsak söz konusu dövmenin öc alma, sadist duyguları tatmin etme amacı güden bir acı çektirme ya da kadının onurunu kırma, kişiliğini hırpalama eylemi anlamına gelmeyeceği, bunların yanısıra kadının istemediği bir hayatı zorla, baskı ile yaşatma aracı olarak kullanılamayacağı açıkça anlaşılır. Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik eden bir uslandırma girişimi olmakla sınırlıdır. Tıpkı babanın çocuklarına ve öğretmenin öğrencilerine yönelik aynı türden uygulamalarında olduğu gibi.
Söylemeye gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları arasında uyum varsa bu önlemlerin hiç birine yer yoktur. Bu önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma tehlikesi karşısında başvurulur. Bu sarsıntı ve bozulma tehlikesi de ancak bu önlemler aracılığı ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan kaynaklanır.
Eğer ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız bırakma önlemleri işe yaramaz ise o zaman ortada başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir ki ona karşı diğer önlemler çare olamazken bu önlem çıkar yol olabilir.
Bazı sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve psikolojik araştırmalar bu dövme önleminin belirli bir psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı zamanda bu anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek ve onu tatmin edecek en uygun çare olduğunu söylüyorlar.
Yalnız burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi) sapma, psikanalizin belirleyerek isim taktığı anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin ortaya koyduğu sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz. Sebebine gelince psikoloji, Dr. Alexis Carrel'in de belirttiği gibi henüz bilimsel anlamda bir "bilim" dalı haline gelmiş değildir. Öyle kadınlar var ki, ancak pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin otoritesine sığınmak isterler ve ancak gücünü bu yolla kendilerine kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün kadınların tabiatı böyle değildir. Fakat böyle kadınlar da vardır. İşte bu tür kadınları hizaya getirebilmek ve bunun sonucunda da bu önemli kurumun barış ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön önleme başvurmak gerekli olabilir.
Ayrıca bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların yaratıcısıdır. O yarattığı insanları herkesten iyi tanır. Bu herşeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce merciin sözünden sonra yapılacak her tartışma dayanaksız bir demogojidir; yaratanın bu tercihine yönelik her inatlaşma ve boyun eğmeme girişimi, insanı iman alanının dışına çıkmaya sürükleyen bir adım olur.
Yüce Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları niyeti ve güttükleri amacı belirleyecek tarzda nitelikte ortaya koyuyor. Öyle ki, cahiliye dönemleri insanlarının yanlış anlamalarını, yüce Allah'ın sistemine yakıştırmaya imkân bırakılmıyor. Çeşitli cahiliye dönemlerinde erkeğin din adına cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye dönüştürüldüğü, erkeğin kadına ve kadının erkeğe özendiği, karşı cinslerin birbirlerine benzemeye yeltenerek kişiliklerinden uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din anlayışı adı altında her iki cinsin kadın ile erkek arası üçüncü bir karmaşık cinse dönüşmeye giriştikleri sık sık görülür. Fakat müminlerin vicdanlarında bu sapık akımları katıksız İslâm'dan ve onun gerektirdiği uygulamalardan ayırd etmek hiç de zor değildir.
Bu önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini henüz bu kompleks palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu ve hemen arkasından kötüye kullanılmalarını önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanısıra Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine yönelik pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü direktifleri ile bu konudaki yanlış anlamaları düzeltmeye ve orada-burada görülen aşırı uygulamaları frenlemeye yöneldi.
Nitekim Muaviye b. Hıdet-ül Huşeyri'nin; "Ya Resulullah, eşlerimizin üzerimizdeki hakları nelerdir?" diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
"Kendin yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da giydirmendir. Ayrıca yüzüne vurmazsın, ona hakaret etmezsin ve kendisini yatakta yalnız bırakmayı evin dışına taşırmazsın." (Müsned, Ashabussünen)
Yine bir keresinde Peygamberimiz "Allah'ın cariyelerini (kadınlarınızı) dövmeyiniz" buyurduktan bir süre sonra huzuruna çıkan Hz. Ömer "Ya Resulullah! Kadınlar, kocalarına karşı dik kafalılık etmeye başladılar" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, erkeklerin eşlerini dövmelerine izin verince çok sayıda kadın, Peygamberimizin eşlerine başvurarak kocalarından şikâyetçi oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:"Çok sayıda kadın Muhammed'in eşlerine (eşlerime) başvurarak kocalarından şikâyetçi oldular. O erkekler sizin iyilerinizden değildirler." (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace)
Bu arada Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"İçinizden biri, gündüz dişisini çifteleyip de gece olunca onunla çiftleşen merkepler gibi davranarak eşini dövmesin." (Sahhah)
Yine Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir başka hadisinde ise bu konuda şöyle buyuruyor: '
"En iyileriniz, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. Ben içinizde eşlerine karşı en iyi davrananızım." (Tirmizi, Taberani)'
Bir yandan bu nasslar ile bu direktifler öbür yandan da bu konuda gelişen ve kimi zaman bu direktiflere ters düşen pratik uygulamalar bize şunu gösteriyor. O günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri ile cahiliye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile çatışma halinde idiler. Ama bu durum sadece bu alanda görülen bir manzara değildi. İslâm'ın direktifleri ile cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok alanında da çatışıyordu. Bu çatışma İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.
Her neyse, yüce Allah bu önlemlerin önüne aşılmaması ve önlerinde durulması gereken sınırlar koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında amaç gerçekleşince artık ötesine geçilemeyecektir. Okuyoruz:
"Eğer (kadınlarınız) uslanıp size itaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."
Amaç gerçekleşince araca başvurma girişimi durduruluyor. Bu da varılmak istenen sonucun söz konusu amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini sağlama amacı- olduğunu açıkça gösteriyor. Sağlanması istenen itaat zorlamalı itaat değil, gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat, toplumun temeli olan aile kurumu için sağlıklı bir dayanak oluşturamaz.
Ayetin aşağıdaki cümlesi bize açıkça gösteriyor ki, itaat amacı gerçekleştikten sonra bu önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık, keyfî uygulama ve ölçüyü çiğnemektir. Okuyoruz:
"...İtaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."
Bu yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde yüce Allah'ın yüceliği ve ululuğu vurgulanıyor. Böylece Kur'an'ın bilinen özendirme ve caydırma üslubu uyarınca kalplere su serpiliyor, mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik duygularının kökü kazınıyor. Okuyalım:
"Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür."
Bu önlemler dik kafalılığın açığa vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin görüldüğü durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın açığa vurulduğunu düşünelim. O zaman bu saydığımız önlemlere başvurulmaz. Çünkü o durumda bunların hiç bir yararı, hiçbir olumlu sonucu olmaz. O durumda karı-koca anlaşmazlığı, birbirinin başını ezmeyi amaçlayan bir çatışmaya ve bir savaşa dönüşmüş demektir. Oysa amaç ve istenen şey bu değildir.
Ayrıca erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini, tersine yuvanın dirliğinde meydana gelen çatlağı daha da genişleteceğini, dik kafalılığı açığa vurduracağını ve henüz kopmamış duran evlilik bağlarının da kopmasına yol açacağını düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe koymadan önce yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe varabilir. Ya da bu önlemleri fiilen uygular da hiç bir olumlu sonuç elde edemez.
Bu durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan kurtarmak için, kenara çekilerek onu yıkıma bırakmak zorunda kalmadan önceki son girişimi olmak üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz:
"Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve her şeyden haberdardır."
Görüldüğü gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın ve gerginliğin olumsuz sonuçlarına teslim olmayı uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını çözmeye ve aile kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük herkesin; dirliğin bozulması konusunda hiç bir rolü, hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan zavallı aile fertlerinin başına yıkmaya kalkışılmasını uygun bulmuyor. Çünkü aile kurumu İslâm'ın gözünde değerlidir. Bu değerlilik, bu kurumun toplumun yapılanmasındaki önem ile, topluma sağladığı gerekli tuğlalar aracılığı ile onun varlığının sürdürülmesine, gelişmesine, ilerlemesine sağladığı katkı ile doğru orantılıdır.
Bu gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi baş gösterince bu ayrılık fiilen gerçekleşmeden önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca onaylanacak iki hakemin işe el koymasını önerir.
Bu hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen psikolojik gerginliklerden, bilinçlerde çöreklenmiş tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz şartlarından uzak bir soğukkanlılık içinde bir araya gelirler. Bu hakemler, aile yuvasının havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine düştükleri için karı-kocaya, ortak hayatlarının iyi taraflarından daha baskın gelen bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerden uzaktırlar. Her ikisi de ailelerinin adı kötüye çıksın istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük çocuklara karşı şefkat duyguları ile doludurlar. Böylesine tatsız bir duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek olan karşı tarafı alta düşürme kompleksinden uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın karı-kocanın, çocuklarının ve yıkılma tehlikesi ile yüzyüze gelen yuvalarının iyiliğidir, mutluluğudur. Bunların yanısıra karı-koca bu hakemlerin önünde gizli sırlarını açmaktan çekinmezler. Çünkü bunlar tarafların akrabalarıdırlar. Bu sırları yayacaklarından korkulmaz. Sebebine gelince bu sırları ortalığa yaymak kendilerinin de yararına değildir. Hatta onların yararı bu sırların saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.
İşte bu iki hakem bir araya gelerek dargın karı-kocanın arasını bulmaya koyulurlar. Eğer tarafların gönlünde barışma eğilimi var da bu eğilimi frenleyen tek faktör karşılıklı öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın çifte barışmayı ve uyuşmayı nasip eder. Okuyalım:
"Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur."
Arabulucular barıştırmayı isteyecekler, Allah da onların dileğini kabul edecek ve girişimlerini başarıya ulaştıracaktır.
İşte insanların kalpleri ve çabaları ile yüce Allah'ın dilemesi ve takdiri arasındaki ilişki budur. İnsanların hayatında yer alan gelişmeleri yüce Allah'ın takdiri gerçekleştirir. Fakat insanların elinde adım atmak ve girişimde bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce Allah'ın takdiri ile olur. Üstelik bu olacak olan şey sırları bilen ve her şeyin en yararlısından haberdar olan yüce Allah'ın bilgisi altında gerçekleşir. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir, her şeyden haberdardır."
Böylece -bu bölümde- İslâm'ın; kadına, karşıt cinsler arasındaki ilişkilere, aile kurumuna ve aile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem verici bir gözle baktığını görmüş olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu kesimini yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun bir çaba harcadığına tanık olduk. Bunun yanısıra İslâm cemaatını, cahiliye bataklığından alarak kendisinden başka hidayet olmayan İlâhi hidayetin doruğuna tırmandırmaya çalışan bu yüce sistemin bu yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri ile karşılaşmış olduk.
ÖZETLE KONU
Bu bölümde inceleyeceğimiz ayetler ile bir yandan bu surenin ekseni ve temel konuları arasında ve öte yandan yine bu cüzde yer alan bir önceki ayetler kümesinin konuları arasında birçok ortak noktalar vardır.
Bu bölümü oluşturan ayetler şu konular üzerinde yoğunlaşıyor: Müslüman toplumun hayatını düzenlemek, onu cahiliye tortularından arındırarak yeni İslâmi karakteristikleri özümleyen bir yapıya kavuşturmak; bu toplumu ehl-i kitap -Medine yahudileri- konusunda, bunların öteden beri sürüp gelen şirretlikleri ve katı inatları ve müslüman topluma yönelik bozgunculukları konusunda uyarmak; kişilerin İslâm toplumunun gelişmesini, ilerlemesini engellemek için harcadıkları çabaları büyüteç altına almak, özellikle bu yıkıcı çabaların ahlâka ve toplumsal dayanışmaya yönelik olanlarına, bu yeni toplumun gelişen gücünü sergileyen bu iki dinamik faktöre dönük yahudi düşmanlıklarına dikkatleri çekmektir.
Bu ayetler bu konularda yeni bir bakış simgeledikleri için İslâm toplumunun temel dayanağını oluşturan Tevhid ilkesini, yüce Allah'ı kayıtsız-şartsız bir bilme, prensibini vurgulayarak söze giriyorlar. İslâm toplumunun hayatı ve her alanda, her yönde bu hayatı düzenleyen sistemi bu temel ilke olan Tevhid'den kaynaklanır.
Bu derste aile düzenlenmesi ve toplumsal düzenleme alanları hareket
noktası alınarak ileri aşamalara ulaşılıyor ve sosyal düzenleme sürecine yeni boyutlar kazandırılıyor. Geçen konuda aile kurumundan, bu kuruma ilişkin yasal düzenlemelerden, bu kurumun varlığını koruyacak önlemlerden ve yapısını pekiştirip sağlamlaştıracak ilişkilerden söz edilmişti.
Bu derste ise, İslâm toplumunda egemen olması gereken aile-içi ilişkiler ve bu ilişkiler ile bağlantılı insanlar-arası ilişkiler gündeme getiriliyor. Bu ilişkiler ile aile arasındaki bağ ana-babadan ve ana-baba ilişkisinin uzantısı olan bir sosyal ilişki sürecinden söz edilerek kuruluyor. Çapı gitgide genişleyen bu sosyal ilişkilerin aile yuvasının sıcak ve sevecen ortamında gelişen duyguların yoğunlaşmasından kaynaklandıkları vurgulanıyor. Değişik insan kesimlerine yönelen bu yapıcı ilişkilerin, ilk önce aile ocağının bağrında ve bu duyarlı yuvanın okşayıcı kanatları altında öğrenildiği vurgulanıyor. Devamla aile yuvasında vicdanlara ekilen bu kucaklayıcı ilişki tohumlarının yeşerip boyatması ile bütün insanlardan oluşan ortak insanlık ailesi içinde kaynaşmayı arayan geniş perspektifli bir ilişki ağının temelinin atıldığı belirtiliyor.
Bu ders gerek bildiğimiz büyük aileyi ve gerekse bütün insanlığı kapsamına alan büyük insanlık ailesini gözetmeyi ve bu alanda herkesin yararlanabileceği değer yargılarını ve kriterleri geliştirmeyi telkin eden direktifler içeriyor. Bu yüzden bu ders İslâm toplumunda egemen olan bütün değer ölçülerine ve hayat sisteminin tümüne kaynaklık eden temel ilkeyi hatırlatarak söze giriyor. Sözünü ettiğimiz temel ilke Tevhid ilkesi, yani yüce Allah'ın birliğini onaylama prensibidir. Arkasından bütün hareketler, bütün faaliyetler, bütün duygular ve bütün reaksiyonlar yüce Allah'a kulluk etme kavramının kapsamına alınıyor. O Allah'a kulluk kavramı ki, müslümanın vicdanında ve hayatında bütün insanî faaliyetlerin tek amacını oluşturur.
Bu geniş kapsamlı Allah'a kulluktan söz açılmışken bununla bağlantılı olarak bu dersin ikinci fıkrasında namazın ve namaz öncesi temizlenmenin bazı hükümleri gündeme getiriliyor. Bunun yanısıra o zaman henüz yasaklanmamış olan içkinin yasaklanması yolunda yeni bir adım atılıyor. Bu yasaklama adımı bir yandan yeni toplumda sürekli ve aşamalı bir yaklaşımla uygulanan İslâmî eğitim proğramının bir parçasını oluştururken öbür yandan ibadet ile namazla ve Tevhid ilkesi ile ilişkilendirilerek atılıyor.
Gerek bu dersi oluşturan ayetler zincirinin halkaları arasında, gerek bu ders ile bir önceki ders arasında ve gerekse yine bu ders ile elimizdeki surenin ekseni arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gözlüyoruz.

ALLAH'A KULLUK
36- Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara,uzak komşulara,yakın arkadaşlara yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz. Allah kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.
37- Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
38- Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!
39- Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine bağışladığı mallarının bir bölümünü hayr yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.
40- Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu bir kaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat verir.
41- Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahit göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?
42- Kâfirler ve Peygamberlere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar.
Bu ayetler demeti sırf yüce Allah'a kulluk etmeyi emrederek ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmayı yasaklayarak söze giriyor. Ayetin başındaki "ve" bağlacı bu emir ve yasağı, geçen dersin sonlarında yer alan ailenin düzenlenmesine ilişkin emirlere bağlıyor. Bu iki konunun birbirine bağlanması, İslâm'daki genel, kapsamlı ve bütünleştirici birliği kanıtlar.
Yani İslâm sırf vicdanda saklı duran bir inanç sisteminden ve sırf ibadet törenlerinden ibaret olmadığı gibi bu inanç sistemi ve ibadet amaçlı hareketler ile ilişkisi olmayan sırf dünyaya dönük yasal düzenlemelerden ibaret de değildir. İslâm, bütün faaliyet türlerini içeren, onların çeşitli kesimleri arasında ilişki kuran ve hepsini en temeldeki ana ilkeye bağlayan bir dindir. Bu ana ilke yüce Allah'ı bir bilmek ve bütün bu faaliyet kesimlerinde başka hiçbir yerden değil, sırf O'ndan talimat almaktır. Başka bir deyimle bu ilke yüce Allah'ı hem kendisine ibadet edilen bir ilâh olarak ve hem de bütün insanî faaliyetlerde yasa koyma ve direktif kaynağı olarak bir ve ortaksız bilmektir. İslâm'da ve genel anlamı ile yüce Allah'ın yozlaştırılmamış dininde Tevhidin bu iki türü birbirinden ayrılmaz.
Bu yüce Allah'ı bir bilme emrini ve O'na ortak koşma yasağının arkasından önce küçük aileden, sonra da büyük insanlık ailesinden olan yardıma muhtaç insan guruplarına iyilik etmeye ilişkin emir geliyor. Sonra cimrilik, kendini beğenmişlik, böbürlenme, başkalarını cimriliğe özendirme; yüce Allah'ın verdiği mal, bilgi ve din gibi nimetleri kıskanma, başkalarından saklama gibi kötü huylar kınanıyor; şeytanın izinden gidilmemesi hatırlatılıyor ve yüce Allah'ın onur kırıcı ve rezil edici azabından sakınılması vurgulanıyor. Böylece bütün bu hatırlatmalar yüce Allah'ı bir bilme ilkesine bağlanıyor; yüce Allah'ı bir bilip O'na hiçbir şeyi ortak koşmayanların talimat kaynakları belirleniyor. İbadet edilecek Allah nasıl bir ise, bu talimat kaynağı da tektir, birden fazla olamaz. Yüce Allah'ın, nasıl ilâh bilinmekte ve bütün insanların ibadetlerine muhatap olmakta ortağı yoksa yasa koymakta ve direktif vermede de ortağı yoktur.
ALLAH'A ORTAK KOŞMAK
"Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın arkadaşlara, yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz."
İslâm sisteminde tüm yasal düzenlemeler ve tüm direktifler tek kaynağa. dayanır ve tek ağırlık noktası üzerinde yoğunlaşır. Söz konusu tek kaynak yüce Allah'a inanmak ve söz konusu ağırlık merkezi de bu inancın karakteristik göstergesi olan kayıtsız-şartsız Tevhid ilkesidir. Böyle olduğu içindir ki, bu yasal düzenlemeler ile direktifler birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar, aralarında uyum gözlenir, herhangi birini öbüründen ayırmak zordur, herhangi birini dayandığı ana kaynağa başvurmaksızın incelemek eksik bir çabadır. Bir bölümünü uygulayıp diğerlerine sırt çevirmek ne insana müslüman sıfatını kazandırma konusunda ve ne de İslâm sisteminin hayata yönelik meyvelerini elde etme konusunda yeterli olur.
Evren ile, hayat ile ve insanlar ile ilişkileri düzenleyen bütün temel kavramlar, bütün temel düşünceler yüce. Allah'a inanma ilkesinden kaynaklanır. Sosyal, ekonomik, siyasi, ahlâkî ve evrensel bütün sistemler bu temel kavramlara dayanır. Bu temel kavramlar insanların birbirleri ile olan bütün ilişkilerini etkilerler. Yeryüzündeki bütün insani faaliyetlere yön ve biçim verirler; hem fertlerin vicdanlarına ve hem de toplumsal pratiğe damgalarını basarlar. Böylece insanlar arasındaki ilişkilere ibadet niteliği kazandırırlar. Çünkü bu ilişkiler yüce Allah'ın sistemine ve denetimine uymayı içerir. İbadetleri, insanlar arası ilişkilerin dayanağı yaparlar. Çünkü bu ibadetler insanın vicdanını ve davranışlarını arındırır. Yine bu temel kavramlar hayatı son çözümde, sırf Allah tan kaynaklanan, sırf O'ndan alınmış talimatlara dayanan, dünyada ve Ahretteki tek merci yüce Allah olan kenetlenmiş bir bütüne dönüştürürler..
İslâm inancının, İslâm sisteminin, yüce Allah'ın yozlaştırılmamış dininin bu temel özelliği taşıdığını burada şundan anlıyoruz: Daha önce söylediğimiz gibi ana-babaya, akrabalara ve toplumun diğer bazı kesimlerine yardım edilmesini emreden ayet, yüce Allah'a kulluk edilmesi, O'nun bir bilinmesi direktifi ile söze giriyor. Bunun yanısıra ana-babanın yakınlığı ile söz konusu toplum kesimlerin yakınlığı birleştiriliyor. Bu yakınlıkların her ikisi de yüce Allah'a kulluk etme, O'nu bir bilme ilkesine bağlanıyor. Üstelik bu Allah'a kulluk ve Allah'ı bir bilme ilkesi -daha önce değindiğimiz gibi- geçen dersin sonlarında anlatılan aile hukuku ile bu derste işlenen geniş çaplı insanlar arası ilişkiler prensibini birbirine kaynaştıran bir arakesit görevi yapıyor. Amaç o hukuku ve bu prensibi bütün bağları birleştiren o ortak bağa bağlamak ve bu bağlar ile ilgili yasaları koyan ve direktifleri veren kaynağı tekleştirmektir. Okuyoruz.
"Allah'a kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız."
Önce yüce Allah'a kulluk etme emri, ikinci olarak da kendisi ile birlikte bir başkasına kulluk etme yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu yasak insanoğlunun öteden beri bildiği bütün ilâhları, bütün putları içeren geniş kapsamlı ve aynı zamanda kesin ifadeli bir yasaktır. Tekrarlıyoruz:
"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
Nasıl bir "şey" olursa olsun. Cansız madde, hayvan, insan, hükümdar veya şeytan fark etmez. "Şey" deyince akla gelen her şey, bu geniş kapsamlı kavramın kapsamına giren her varlık olabilir bu ilâh, ya da put.
Sonra özellikle ana-babaya ve genel olarak tüm akrabalara iyilik edilmesi emrediliyor. Çoğunlukla evlâtların, ana-babayı gözetmeleri emir konusu oluyor. Gerçi evlâtlarını gözetsinler diye ana-babaya yöneltilmiş emirlere de rastlıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın evlâtlara karşı, onların ana-babalarından daha merhametli olduğunu da biliyoruz. Sebebine gelince çocuklar, ana-babaya, yani kendilerini bakmış ve korumuş olan kuşağa iyilik etme direktifine muhatap olmaya daha çok muhtaçtırlar. Çünkü çocuklar genellikle bütün varlıkları ile, bütün şefkatleri ile, bütün duyguları ve bütün çabaları ile gelecek kuşağa yönelirler, kendilerinden önceki kuşağı ihmal ederler. Hayatın akıntısına kapılarak ileri doğru giderlerken dönüp arkalarına bakmak akıllarına gelmez. İşte bu gerekçe ile esirgeyen ve kayıran yüce Allah'ın direktifi ile sık sık muhatap olurlar. O Allah ki ne ana-baba ve ne de evlâdı hesap dışı bırakır ve ne de evlâdı ve ana-babayı unutur. O Allah ki, gerek evlâd ve gerek ana-baba olsun tüm kullarına, birbirlerine karşı merhametli davranmalarını öğretiyor.
Bu ayette -ve daha birçok ayette- şunu görüyoruz: İyilik etme direktifi öncelikle yakın-uzak akrabalardan işe başlıyor, sonra bu eksen etrafında çapını büyüterek insanlık ailesinin tüm gözetime muhtaç kesimlerini kapsamına alacak şekilde genişliyor. Her şeyden önce bu sistem insan fıtratı ile uyumlu ve bağdaşıktır. Sebebi ise acıma duygusu ve katkıda bulunma bilincinin önce evde, yani küçük ailede gelişmeye başlamasıdır. Aile yuvasının bağrında bu duyguyu tatmamış ve bu bilinci geliştirmemiş olan vicdanlarda sonradan bu duygunun ve bu vicdanının geliştiği çok az görülür.
Bunun yanısıra insan vicdanı -fıtratının ve doğal yapısının gereği olarak yardım etmeye akrabalarından başlamaya eğilimlidir. Eğer bu noktadan ve bu eksenden başlanarak gitgide yardımseverlik dairesi genişletilecek ise bunun bir sakıncası ve bir zararı yoktur. Ayrıca bu yardımseverlik metodu İslâm'ın sosyal düzenleme yordamı ile de uyumludur. İslâm dayanışmayı aile içinde başlatır ve arkasından sosyal çevreye yayar. Böylece sosyal yardımlaşma faaliyetlerinin devlet kurumlarının hantal ellerine düşmesine meydan vermemiş olur. Eğer yerel küçük kurumlar yetersiz kalırsa o zaman başka. Çünkü normal olarak küçük yerel birimler sosyal yardımlaşmayı daha iyi başarır. Bu görevi hem uygun zamanında, kolaylık ve rahatlıkla ve hem de hayata insana yaraşır bir nitelik kazandıran sevgi ve merhamet duygularının eşliğinde yerine getirir.
Ayette iyilik etme görevi ana-babadan başlatılıyor, sonra akrabaları içerecek şekilde genişletiliyor. Arkasından evleri komşulardan uzakta da olsa yetimlere ve yoksullara sıra getiriliyor. Çünkü bu iki kesim, komşulardan daha çok yardıma muhtaçtır. Sonra akrabadan olan komşuya sıra geliyor ve onu yabancı komşular izliyor. Gerek akraba ve gerekse yabancı komşular yakın arkadaşların önüne geçiriliyor. Çünkü insan komşusu ile sık sık yüzyüze gelir; oysa yakın arkadaşı ile ara sıra karşılaşır. Sonra yakın arkadaşlara sıra getiriliyor. "Yakın arkadaş" bir yoruma göre normalde "samimi dost" ve yolculuk sırasında da "yoldaş" anlamına gelir. Arkasından sıra ailesinden ve malından uzak kalmış yolcuya gelir. sonra da çeşitli hayat cilveleri yüzünden, başkalarının eline düşen kölelere sıra geliyor. Bunlar gerçi özgürlük nimetinden yoksun kalmışlardır, ama birbirlerine ortak bağlar ile bağlı tüm insanlık ailesinin birer üyesidirler.
BÖBÜRLENME ve CİMRİLİK
Ayette iyilik etme emrinin arkasından kendini beğenmişlik, büyüklenme, cimrilik, başkalarını cimriliğe özendirme, yüce Allah'ın nimetlerini ve bağışlarını saklama, başkalarından kıskanma, gösteriş olsun diye yardımda bulunma gibi kötü huylar kınanıyor ve bütün bu kötü huyların ortak sebebi ortaya konuyor:Bu sebep yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmamak, şeytana uymak ve O'nu yoldaş edinmektir. Okuyoruz:
"Allah kendini beğenmiş, kibirlileri kesinlikle sevmez. Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!"
Bu ayetlerde İslâm sisteminin o temel mesajı bir kere daha gözler önüne seriliyor. Bu mesaj bütün dış davranışları, bütün iç duyguları ve bütün sosyal ilişkileri inanç sistemine bağlamaktır. Sebebine gelince yüce Allah'ı kullukta ve talimat almakta tek bilme ilkesini yüce Allah'ın rızasını kazanmaktan ve ahirette vereceği sevabı beklemekten başka bir amaca yer vermeyen insanlara iyilik etme davranışı izliyor. İnsanlara iyilik ederken edepli ve nazik kavranılacaktır. Bilinecektir ki, kul, başkalarına yardım ederken sadece yüce Allah'ın yarattığı rızkın bir bölümünü vermektedir, rızkın yaratıcısı kendisi değildir ve bu rızka sırf yüce Allah'ın bağışlaması sayesinde sahip olabilmektedir.
Buna karşılık yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmamak; böbürlenmeyi, kibirlenmeyi, cimriliği, başkalarını cimri olmaya teşvik etmeyi, yüce Allah'ın bağışını ve nimetini saklamayı, iyilik ve yardım yolu ile bu bağış ve nimetin izlerini dışa vurmaktan kaçınmayı ya da ïnsanlara gösteriş yapmak ve sırf başkalarının övgüsünü kazanabilmek, yardımseverlik gösterisi yapmayı beraberinde getirir. Çünkü Allah'a ve ahiret gününe inanmayan insan övünmekten, halk arasında çalım satmaktan başka bir ödüle inanmaz!
Böylece "ahlâk"ın niteliği belirlenmiş olur. "İman ahlâki" ile "küfür ahlâkı" yani. İyi amelin, iyi ahlâkın motifi, sürükleyici sebebi, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmaktır ve ahiret mükâfatıdır. Bu yüce bir motiftir, onun sahibi insanlardan ödül beklemez, üstelik bu motif insanların keyfi değerlendirmelerinden ve geleneklerinden alınmamıştır.
Ama eğer insan hoşnutluğu aranan, rızasına yönelik arzuya dayanılarak amel işlenen bir Allah'a ve yine bu insan, mükâfat ve cezaların verileceği bir ahiret gününe inanmıyorsa o zaman, insanların keyfî değerlendirmelerine dayanan kıymetleri elde etmeye yönelir. Bu keyfï değerlendirmelerde ise bırakınız her zamana ve dünyanın her yerine egemen olacak bir değişmezliği, bir kuşak boyunca aynı ülkede egemen olacak bir değişmezliği ve belirliliği bile bulamazsınız. İşte bu inançsızların amellerinin motifleri bu oynak değer yargıları olur. O zaman da insanların keyfi arzularında ve değer yargılarında belirecek değişmelere paralel olarak bu davranış motiflerinde de değişmeler ve oynamalar olacaktır. Bu değişmelerin yanısıra da böbürlenme, büyüklenme, cimrilik, cimriliği özendirme, insanlara gösteriş yapma gibi çirkin sıfatlar ortalıkta cirit atacaktır. Böylece yüce Allah'ın rızasına bağlanmanın ve ihlâsın zerresine rastlanmayacaktır.
Bu ayet, yüce Allah'ın böylelerini "sevmediğini" belirtiyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah için "nefret etme" ve "sevme" gibi duygusal tepkiler söz konusu değildir. Burada insanların alışkanlıklarına göre bu duygusal tepkiye eşlik eden kovma, cezalandırma ve azab etme gibi sonuçlar kasd edilmiştir. Okuyoruz:
"Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık."
Buradaki "onur kırıcılık (ihanet)" bu adamların büyüklenmelerinin, haşa atmalarının karşılığı olan bir cezadır. Fakat ayette, asıl amaç olan bu anlamın yanısıra daha düşündürücü bir mesaj veriliyor. İnsanların zihinlerine işlemesi istenen etkileyici bir mesaj. Ayette vicdanlarda bu sıfatlara ve bu davranışlara karşı antipati, küçümseme ve tiksinme duyguları uyandırılıyor. Özellikle bu adamların şeytanın yoldaşları oldukları vurgulanmakla söz konusu nefretin frekansına yükseklik kazandırılıyor. Okuyoruz:
"Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır."
Bize kadar gelen bilgilere göre bu ayetler bir gurup Medine yahudisi hakkında inmiştir. Bu sıfatlar yahudilere yakışıyor. Aynen onlar gibi münafıklara da yakışıyor. O günün müslüman toplumunda bu gurupların her ikisi de vardı. Buna göre belki de ayette yer alan "Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlemeleri" suçlamasından maksat yahudilerin İslâm dinine ve bu dinin "güvenilir" Peygamberi hakkında kitaplarında bulunan bilgileri gizlemeleridir. Fakat ifade geneldir ve sözün akışı mâlî yardıma ve insanlar arası dayanışmaya ilişkindir. Buna göre bu ifadenin genellik niteliğine dokunmamak gerekir. Çünkü bu nitelik sözün akışına daha uygun düşüyor.
Ayette bu kimselerin huylarının ve davranışlarının çirkinliği belirtildikten ve bu çirkinliklerin asıl sebebinin yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmamaları ve buna karşılık şeytanı yoldaş edinmeleri, onun izinden gitmeleri olduğu vurgulandıktan ve bu kötülüklerin sahipleri için hazırlanmış olan cezanın "onur kırıcı" bir ceza olacağı haber verildikten sonra şu kınama ve paylama içerikli (istinkârî) soru ile karşılaşıyoruz:
"Eğer onlar Allah'a ve Ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine bağışladığı mallarının bir bölümünü hayır yolunda harcasalardı, ne olurdu? Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir."
"Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa onu birkaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat verir."
Evet, ne olurdu onlara? Ne kaybederlerdi? Hangi korku, yüzünden, hangi endişeye dayanarak yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmıyorlar ve yüce Allah'ın kendilerine bağışladığı malın bir bölümünü muhtaç kimselere vermiyorlar? Oysa yüce Allah onların yapacağı yardımları ve kendilerine bu yardımları yapmaya özendirecek olan iç motifleri bilir. Ayrıca yüce Allah, hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. O halde ne imanlarının ve yardımlarının bilinmez kalması ve ne de alacakları mükafat konusunda haksızlığa uğramaları tehlikesi söz konusudur. Tersine iyiliklerinin katlanarak büyütülmesi ve bu büyütülmüş iyiliklerine Allah'ın bağışı olarak hesapsız mükâfat verilmesi fırsatı ile karşı karşıyadırlar.
Demek ki, iman etme yolu onlar için her ihtimal karşısında, hatta maddeye dayalı kâr-zarar hesaplarına bel bağlamaları halinde bile, daha güvenceli ve daha kazançlıdır. Sebebine gelince, eğer yüce Allah'a ve ahiret gününe inanarak yüce Allah'ın bağışladığı malın bir kısmını güçsüzlere yardım olarak verseler ne kaybederler? Onlar kendi güçleri ile yarattıkları bir malı vermiyorlar ki. Verdikleri mal kendilerine Allah tarafından bağışlanmış rızkın bir bölümüdür. Buna rağmen, yani yaptıkları yardımı yüce Allah'ın bağışladığı rızıktan yapmalarına rağmen hem iyilikleri kat kat büyütülüyor ve hem de iyiliklerinin karşılığı fazlası ile veriliyor. Aman Allah'ım, bu ne kerem, bu ne lütuf! Zarara uğramaya mahkûm aptallardan başka kim böyle bir alış-verişe yan çizebilir?
Bu emirler ve yasaklar, bu özendirmeler ve teşvikler bir Kıyamet günü tablosu ile sona eriyor. Bu tablodä onların konumu somutlaştırılıyor, Kur'an'ın Kıyamet sahnelerine ilişkin bilinen üslubu uyarınca; adamların hareketlerinin ve duyguların dalgalanmalarının sanki resimleri çizilerek canlı bir kesit halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyalım:
ŞAHİDLİK
"Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahid göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?"
"Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar."
Bir önceki ayette "yüce Allah'ın zerre kadar haksızlık yapmadığı" vurgulanarak zihinler bu Kıyamet tablosuna hazırlanmıştı. Demek ki, terazisi bir kıl ucu kadar oynaklık göstermeyen katıksız adaletle karşı karşıyayız. Ayrıca iyilikler büyütülmekte ve ödülleri yüce Allah'ın karşılıksız bağışı eklenerek fazla fazla verilmektedir. Bu, rahmeti hakketmiş olanlara yönelik bir ihsandan ve imanları ve iyi amelleri ile Allah'ın lütfunu istemiş olanlara dönük katıksız bir lütuftan başka bir şey değildir.
Ama gelelim şu adamlara. Hani şu yanlarında ne iman ve ne de iyi amel birikimi getirmemiş olanlara. Hani yanlarında sadece küfür ve kötü amel getirmiş nasipsizlere. Acaba o gün onların hali nice olacak? Evet, "Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız -Her ümmetin peygamberini o ümmetin aleyhinde tanıklık yapmaya çağıracağımız- ve seni de kendilerine karşı şahid göstereceğimiz gün" acaba ne yapacaklar?
İşte o anda tablonun canlandırdığı manzara, tüm somutluğu ile karşımıza dikiliyor. Uçsuz-bucaksız bir toplantı, bir hesap verme alanı. Her ümmet orada. Her ümmetin başına işledikleri ameller hakkında tanıklık edecek bir şahid dikilmiş. Şu kâfirler; hani şu kendini beğenmişler, hava atanlar, cimriler, pintilik teşvikçileri, yüce Allah'ın bağışladığı nimetlerin gizleyicileri, gösterişçiler ve yüce Allah'ın rızasını hiç umursamayanlar. İşte onlar. Satırların kelimeleri arasında neredeyse kendilerini görür gibi oluyoruz. Bu uçsuz-bucaksız alanda ayakta dikiliyorlar. Peygamberleri yanı başlarında, aleyhlerinde şahitlik yapmak için tetikte bekliyor. İşte onlar. Bütün gizledikleri ve açığa vurdukları amelleri ile, bütün kâfirlikleri ve inkârcılıkları ile, bütün gururları ve çalımları ile, bütün cimrilikleri ve cimrilik telkinleri ile, bütün gösterişçilikleri ve göz boyayıcılıkları ile işte onlar. Varlığını inkâr ettikleri Yaratıcının; bağışlarını sakladıkları, kıymığını bile vermeye kıyamadıkları rızkın sahibinin huzurunda duruyorlar. Hiç inanmamış oldukları bir günde ve direktiflerine karşı geldikleri Peygamberin yanı başında. Acaba halleri nicedir?!
Bu manzarada yoğun bir aşağılanma, horlanma, perişanlık, utanç ve pişmanlık görüntüleri karşısındayız. Yanısıra acı itirafların titrek sesleri geliyor kulaklarımıza. Çünkü inkârcılığın artık hiçbir yararı yok burada.
Ayet bu söylediklerimizi tek tek sayıp tasvir etmiyor. Fakat o insan ruhunun derinliklerine işleyen "psikolojik bir tablo" çiziyor,bu çizgiler işte o tabloda beliriyor, bu gölgelerin tümü bu çizgilerin yanlarında oynaşıyor. Perişanlık horlanmışlık, aşağılanmışlık, utanç ve pişmanlık gölgeleri. Okuyoruz:
`Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar:"
Bütün bu anlamları, bütün bu duygusal reaksiyonları bu canlı tablonun duygulandırıcı imajları aracılığı ile algılıyoruz. Bu anlamlar, bu duygular bu insanların üzerinde oynaşıyor ve titreşiyor. Onları başka hiçbir tasvirci ya da analitik ifade tarzının kelimelerinden algılayamayacağımız bir somutlukla, bir derinlikle, bir canlılık ve etkileyicilikle algılıyoruz. İşte Kur'an-ı Kerim'in Kıyamet sahnelerine ve tasvirli anlatımın kullanıldığı diğer tablolarına ilişkin canlandırma üslûbu böyledir.
İÇKİ HASTALIĞI
Bu ayetler gurubu yüce Allah'a kulluk etmeyi emretmek ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmayı yasaklamakla söze girmişti. Namaz, Allah'a kulluğun en ayrılmaz göstergesidir. Bu yüzden aşağıdaki ayette bu ibadetin ve O'na hazırlık niteliği taşıyan temizlenmenin bazı hükümleri anlatılıyor. Okuyoruz:

43- Ey müminler sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.
Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Burada İslâm sisteminin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı müslüman topluma yönelik zincirleme eğitim sürecinin bir halkası karşısındayız. İçki cahiliye toplumunun köklü ve yaygın bir geleneği, aynı zamanda ayırd edici bir sembolü idi. O zaten eski-yeni hemen hemen bütün cahiliye toplumlarının ayırd edici bir simgesidir. Nitekim o cahiliyenin doruğuna tırmandığı günlerde eski Roma toplumunun ve aynı şekilde eski Pers-İran toplumunun da ayırd edici simgesi olmuştu. Bu kötü alışkanlık bugün de cahiliyenin doruğunda dolaşan Avrupa ve Amerika toplumlarının ayırd edici simgesidir. Bu durum klâsik cahiliye döneminden bile daha ilkel bir cahiliye dönemi yaşıyan geri kalmış Afrika toplumlarında da aynen böyledir.
Modern cahiliye uygarlığının en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç'te geçen yüzyılın ilk yarısında her ailede, gündelik bir içki seansı düzenlenirdi. Kişi başına tüketilen içki miktarı ortalama olarak yirmi litre dolaylarında idi. Bu durumun tehlikeli olduğunu ve alkolikliğin hızla yayıldığını gören hükümet içki satışını azaltmaya, tüketimini frenlemeye yöneldi ve bunun için herkese açık yerlerde içki içmeyi yasakladı. Fakat birkaç yıl sonra bu sınırlamaların gevşetilmeye başladığı görüldü. Önce yemek yeme şartı ile lokantalarda içki içilmesine izin verildi. Arkasından belirli halka açık yerlerde gece yarısına kadar içki içmek serbest bırakıldı. Gece yarısından sonra sadece bira içilebiliyordu. Şimdilerde ise İsveç gençliği arasında alkoliklik katlanan bir hızla yayılmasını sürdürüyor!
Amerika'ya gelince bir zamanlar hükümet bu kötü alışkanlığa son vermeye girişti. Bu amaçla 1919 yılında alaycı bir ifade ile "Kurutma Kanunu" diye adlandırılan bir kanun çıkarıldı. Çünkü bu kanun içki aracılığı ile "ıslanmayı" yasaklıyordu! Kanun on dört yıl yürürlükte kaldı, fakat 1933 yılında hükümet bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
Bu süre içinde bütün basın ve yayın organları seferber edilerek müthiş bir anti-alkolizm kampanyası yürütüldü. Bu uğurda birçok propaganda filmleri çekildi, çok sayıda bilimsel konferans verildi. Yapılan hesaplara göre devlet bu anti-alkolizm kampanyası için altmış milyon dolardan fazla para harcadı. Sırf bu amaçla yayınlanan kitaplar ve broşürler onlarca milyon sayfa tutuyordu. Devlet on dört yılda bu kanunu yürütebilmek için Mısır parası ile iki yüz ellimilyon harcamak zorunda kaldı. Bu kampanya boyunca üçyüz kişi idam edildi, beşyüz otuziki bin üçyüz otuzbeş kişi hapse atıldı. Kesilen para cezalarının toplam Mısır parası ile onaltı milyona ulaştı. Ayrıca bu kanuna göre el konan malların değeri yine Mısır para birimi ile dörtyüz milyon tutuyordu. Peki sonunda ne oldu? Hükümet bunca çabadan sonra geri adını atarak bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
İslâmiyet'e gelince o cahiliye toplumunun bu derin yarasını Kur'an'ın birkaç ayeti aracılığı ile köklü çözüme kavuşturdu.
İşte gerek psikolojik hastalıkları ve gerekse sosyal rahatsızlıkları tedavi etme konusunda ilahi sistem ile eski-yeni bütün cahiliye sistemleri arasındaki fark budur.
Alkollü içki tutkunluğunun cahiliye toplumunda ne derece yaygın bir hastalık olduğunu kavrayabilmek için o dönemin gözde edebiyat türü olan şiire başvurmamız gerekir. O dönemin şiirlerini okurken "alkollü içki"nin başta gelen edebi malzemelerden ve en çok işlenen edebi temalardan biri olduğunu görürüz. Tıpkı sosyal hayatın en temelli unsurlarından biri olduğu gibi.
Bu toplumda içki ticareti o kadar yaygındı ki, "ticaret" kelimesi içki alış-verişi ile anlamdaş hale gelmiş, "ticaret" denince hemen akla içki alım-satımı gelir olmuştu. Nitekim ünlü muallâka şairi Lebid şöyle diyor:
"Ben o içki meclisinin baş sohbetçisi oldum.
İçkiler flâmasının dikildiği ve pahallandığı nice yere ilk koşan ben oldum."
Şair Amr b. Kamia'nın şu beytinde de "ticaret" teriminin alkollü içki anlamında kullanıldığını görüyoruz:
"Elbisemi ve içindekini (kendimi) sürüklüyordum hani
En yakın içki satış yerine doğru ve sarhoşluğu silkeliyordum."
İçkili toplantılara ilişkin tasvirler ve övgüler cahiliye şiirinde sık sık karşılaşılan ve bu şiire damga basan temaların başında gelir. Meselâ ünlü muallâka şairi İmri-il Kays şöyle diyor:
"Çocukluk çayı artık geride bıraktım. Fakat hayattan sadece şu dört şey ile yoldaş olmayı bekliyorum.
Bunlardan biri içki arkadaşlarıma, "Haydi buluşalım" demektir. Yeşil bir çimenlikte, dere başında geceleyin içki alemi yapalım
Bunlardan biri de üzerine ok atılan atları yüreklendirip şaha kaldırmaktır. Korkudan güvenli bir kuytuluğa sığınmaya kalkışan atları.
Bir başka ünlü Muallâka şairi olan Tarafa b. Abd da şöyle diyor:
"Eğer soylu bir delikanlının hayatına anlam kazandıran şu üç şey olmasaydı Dedemin ölüsünü öpeyim ki, son ziyaretçilerimin hayatımdan umut kesip ne zaman yanımdan kalktıklarını hiç umursamazdım.
Bunlardan biri sabahleyin her sarhoştan önce davranarak içki içmektir. Sürekli şekilde içki içerim, coşarım.
Hem kendi kazandığım ve hem de bana miras kalan her şeyi satar savururum.
Tüm kabilem beni bırakıp kaçıncaya,
Ve ölüme terk edilmiş sünepe deve gibi yalnız başıma kalıncaya kadar.
Yine ünlü bir cahiliye dönemi şairi olan A'şâ'nın bir şiiri şöyledir: "İyi bilirsin ki, ben içki içerim
Hem evimde otururken ve hem de yolculuk sırasında
Çayırda o kadar o kadar geç vakte kadar içerim ki,
"Çayıra çöken gece karanlığı amma da uzadı" dedirtirim."
Bir başka tanınmış eski arap şairi de şunları söylüyor:
"İçki içerim
Küçük ve büyük kadehler ile Sarhoş olunca artık ben
Masallardaki konak ve sedir saraylarının sahibiyim Fakat ayılıverince, o zaman ben
Sadece körpe kuzunun ve devenin sahibiyim" Cahiliye şiirinden bu tür örnekler pek çoktur.
İslâm toplumunda içki yasaklamasının çeşitli aşamaları boyunca enteresan olaylar yaşandı. Bu olayların tanınmış kahramanları vardır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Abdurrahman b. Avf ve bunlar ayarında daha birçok ünlü isim bu kahramanlar arasında yer alır. Gerek bu enteresan olayları ve gerekse bu olayların ünlü kahramanlarını göz önüne getirince alkollü içki tutkunluğunun cahiliye dönemi Arap toplumunda ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu, başkaca ayrıntılı bilgiye hacet kalmadan kavrarız.
Bir rivayete göre Hz. Ömer, nasıl müslüman olduğunu anlatan hatıraların bir yerinde der ki; "Ben cahiliye döneminde müthiş bir ayyaştım. Öyle ki, sürekli olarak `Falanca ayyaş ile buluşalım da birlikte içelim' diye konuşurdum."
Hz. Ömer müslüman olduktan sonra da şu ayet ininceye kadar içki içmeye devam etti:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine "Allah'ım, bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama yap" diye dua etti ve içki içmeye devam etti. Bir süre sonra incelemekte olduğumuz ayet indi:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız."
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine de "Allah'ım, bize içki hakkında kesin ve doyurucu bir açıklama yap" diye dua ederek yine içki içmeye devam etti. Ta ki, şu kesin yasaklama ayetleri ininceye kadar:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Süresi, 90-91)
Bu ayetlerin inişi üzerine Hz. Ömer "Son verdik, son verdik" dedi ve içkiyi kesinlikle bıraktı.
"Ey müminler, sarhoşken namaza durmayız..." diye başlayan ayetin iniş sebebine ilişkin iki rivayet vardır. Bu iki rivayetin zincirinde muhacirlerden Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf ile Ensârdan Saad b. Muaz vardır. Rivayetlerin anlattığı olaylar şöyle:
İbn-i Ebu Hatem'in Yunus b. Habib yolu ile Ebu Davud'a dayandırarak bildirdiğine göre Musab b. Saad şöyle diyor: "Saad hakkında dört ayet indi. Şöyle ki, bir defasında Ensardan biri yemek hazırladı, Ensardan ve Muhacirlerden bazı arkadaşları çağırdı. Yedik, içtik, sonunda sarhoş olduk. Arkasından övünmeye başladık. Bu arada arkadaşlardan biri devenin çene kemiği ile Saad'ın burnunu yaraladı. Bu olaydan sonra Saad'ın burnu yaralı kaldı. Bu olay içkinin yasaklanmasından önce olmuştu. Bunun üzerine "Ey müminler, sarhoşken namaza durmayanız..." ayeti indi" (Bu hadis, Şubeden rivayet edilmiş olarak ayrıntılı şekilde Müslim'de yer alır.)
Alıntı ile Cevapla