Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri SAPIKLIĞI SATIN ALANLAR Şimdi bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz: Bu ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan ve ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette Peygamberimize ve O'nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı ve kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor. Ayeti tekrarlıyoruz: "Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar." "Kendilerine kitap verilmesinin" doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce Allah ilk sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz. Musa (selam üzerine olsun) eli ile Tevrat'ı vermişti. Fakat onlar bu kurtarıcı "pay"ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı satın alıyorlar. "Satın alma" deyimi bilerek ve karar vererek yapılan değiş-tokuş anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat onlar bu hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek, yanılarak ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil; bilinçli, kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız. Bu şaşılacak ve kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir durumdur. Fakat yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha da ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli yöntemler kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz ayetlerinde de kısmen açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri için satın almakla yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin belirtilerini kökten silmeye yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve ne de hidayete ermiş insanlar kalsın istiyorlar. Ayetin gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine karşı müslümanlara yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır. Aman Allah'ım, ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini tekrar sapıklık dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı antipati uyandırılmak isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin değerini iyi biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye kalkışanlara düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm'ı yakından bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm'ı sevmişler ve bu bilincin sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin geriliğine döndürmek isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur'an-ı Kerim onlara bu uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların kalplerindeki bu canlı duyguyu biliyordu. Bundan dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları oldukları açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce Allah'ın (celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı gönüllere ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu yıkıcı girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz: "Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size yeter." Böylece Medine'de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor. Bir önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle karşılanmıştı. Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin kastedildiği anlaşılıyordu. Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin bu dönemdeki tutumları, davranışları ve Peygamberimize yönelik edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar hicretin ilk yıllarında, yani yahudilerin, Medine'de halâ borularının öttüğü, henüz burunlarının kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz: Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile Tevrat'taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak `İşittik ve karşı geldik', `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)' derler." Yahudiler kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah'a karşı edepsizliği Tevrat'taki kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar ileri götürdüler. En kabul edilebilir yoruma göre buradaki "tahrif" eylemi, Tevrat'ın metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu tahrif eylemini Tevrat'ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin delilleri ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur'an'ın onaylandığı ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve bununla bağlantılı olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt oluşturan hükümleri ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı. Şunu hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile semavî kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak; dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her dönemdeki iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak isteyen halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler bu çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm'ı çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az değildir! Bunun yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve Peygamberimize karşı edepsizliklerini "Ya Muhammed, söylediklerini duyduk, fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de itaat edecek değiliz" diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça sözler, bu äyetlerin İslâm'ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir. Ayrıca küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri ve kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle diyorlardı: "dinle sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)" Yahudiler kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş sayılıyorlardı; "bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici bir deyim)" ve "Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak bak." Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm'a puta tapanlar gibi çağrılmaları yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu; "Dinle, sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!". "Raina" kelimesini ağızlarında geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı. Görüldüğü gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri çarpıtma ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız. Çünkü karşımızda yahudi var! Yahudilerin bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan olanların nasıl bir tutum takınmaları gerektiği, "kendilerine kutsal kitap payı verilenler"e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete, iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii ki, eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra karakterlerinin özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi de öyledir. Okuyoruz: "Oysa eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk', `işit' ve `bize bak' deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar iman etmezler." Bunlar gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir şekilde yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı içermeyen sözler ile `Duyduk ve uyduk', `işit', `Bak bize' diyerek ifade etselerdi kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç dünyalarının tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum benimsemiş olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt çevirmeleri yüzünden yüce Allah'ın (celle celâluhu) hidayetinden kovulmuşlardır. Bundan dolayı onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana gelmezler. Yüce Allah'ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az sayıda yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah'ın hidayete ermelerini dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar kimselerdir. Bu çok azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu bin dörtyüz yıl boyunca İslâm ile ve müslümanlar ile sürekli savaş halinde olmuştur. Bu amansız savaş İslâm'ın Medine'de yanı başlarında ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz şu ana kadar sürmüştür. O andan itibaren yahudiler İslâm'a karşı kesintisiz bir komploculuk, vazgeçmek nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar; zaman zaman görünen biçim, renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu komploculukları, bu kör inatçılıkları her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih boyunca İslâm'a karşı kurulan bütün tuzakların oynanan bütün iğrenç oyunların arkasında ya doğrudan doğruya yahudi vardır, ya da bu iğrenç düzenbazlığın en büyük payı yahudiye aittir. Çok yönlü milletlerarası haçlılık ve sömürgecilik entrikaları da bu hükmün kapsamı içindedir. YAHUDİLERE HİDAYET ÇAĞRISI Bundan sonraki ayette "kendilerine kitap verilmiş" olanlara -yahudilere sesleniliyor; ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya çağrılıyorlar; arkasından çirkin marifetlerinin ve inatçılıklarının kaçınılmaz akıbeti olarak yüzleri çarpıtılmakla ve lânete uğramakla tehdit ediliyorlar; bunun yanısıra kendi dinlerinin de temelini oluşturan katıksız Tevhid ilkesinden sapmış olmakla damgalanıyorlar, bu arada yüce Allah'ın kendisine ortak koşanları kesinlikle affetmeyeceğini bilmeleri vurgulanıyor. Bu hatırlatma, aynı zamanda, geniş kapsamlı ilâhi bağışlayıcılığın sınırlarını çizen ve Allah'a ortak koşmanın af kapsamı dışında tutulmaya yol açtığını vurgulayan genel nitelikli bir duyurudur. Okuyoruz: 47- Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz. Yoksa Allah'ın emri her zaman kesinlikle yerine gelir. 48- Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur. İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah'ın çağrısına ilk olumlu cevap verenlerden olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar arasında olmalarını sağlaması beklenen gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz: "Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz." Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme değildir aslında. Bunun yanısıra söz konusu kitabı kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği Kur'an'a inanmaya çağırıyor. Bu Kur'an, onların elindeki Tevrat'ı onayladığına göre bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur. Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki yahudi! Bir sürü çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat onlardan "Kalın enseli halk" diye söz ediyor! O bundan dolayı iman etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım: "...Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz." "Yüzleri çarpıtmak (tams)" deyimi, yüzlerin insana ait olduklarını kanıtlayan özellikleri silmek, onları "ense taraflarına döndürmek" ise insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına gelir. Ayetin içerdiği tehdit, herkesin anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya bakacağı için yürürken gerisin geri gideceklerdir. Cumartesi gününe ilişkin balık evlama yasağını çiğnemiş olan yahudilere verilen lânetlenme cezası da bu adamların fiilen maymun ve hayvan kılığına sokulmaları şeklinde gerçekleşmiş olabilir. Bunun yanında burada sözü edilen "çarpıtma"dan maksat bu adamların vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini silmek; kendilerini Tevrat'ın inişinden önceki kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir. İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan sonra yeniden sapıklığa düşmek öylesine dehşetli bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine acı bir geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve döndürülmeler onun yanında hiç kalır. Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun; seslendirdiği tehdit gerek katı kalpli donuk yahudi karakterine, gerekse onların aşağılık ve iğrenç davranışlarına uygun, sert ve korkunç bir tehdittir. Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan yahudiler vardır. Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr'dır. Nitekim İbn-i Ebu Hatem'in İbn-i Nufeyl ve Amr b. Vakıd kanalı ile Yunus b. Celîs'e dayanarak bildirdiğine göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; "Ebu Müslim Halîlî, Kaâb-ul Ahbar'ın hocası idi. Neden bir an önce gidip Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini sık sık ayıplardı. Sonunda onu Peygamberimize gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti" (Olayın bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle anlatır "Binek hayvanımın sırtına atlayıp Medine'ye vardım. O sırada biri Kur'an okuyordu, okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden... elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz'. Hemen suya koşup yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?' korkusu ile sık sık elimi yüzümün üzerinde gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. " (Yaygın rivayete göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. İbn-i Cerir'e dayanan ve daha güvenilir olduğu belirtilen bu rivayette de Kâab'ın müslüman oluşu bu ayeti işitmesine bağlanıyor.) Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor: "Yoksa Allah'ın emri, her zaman kesinlikle yerine gelir." Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir. Ayrıca yahudinin karakterine de uygundur! Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce Allah'a ortak koşma suçu dışında kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu açıklıyor. Okuyoruz: "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur." Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve Tevhide çağıran üslubûndan O'nun yahudileri yüce Allah'a ortak koşmakla suçladığı anlaşılıyor. Gerçi burada onların Allah'a ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat Kur'an'ın başka ayetlerinde bu konuda ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dedikleri anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" demeleri gibi. Hiç kuşkusuz bu söz Allah'a ortak koşmak(şirk)'tir." (Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur'an'da bize gerek yahudilerin gerekse hristiyanların "Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını ilâh edindikleri" anlatılıyor." (Tevbe Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne yahudiler hahamlarına ve ne de hristiyanlar papazlarına tapınıyorlardı. Yalnız her iki kesim de kendi din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu yetki sırf yüce Allah'ın tekelindedir, ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden biridir. İşte Kur'an, bu yüzden onları putperest (müşrik) saymıştır. İlerde ayrıntılı biçimde anlatacağımız gibi, bu ilke İslâm'ın tanımına ve imanın şartına ilişkin tutarlı düşünce açısından son derece önemlidir. Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin zamanında Arap yarımadasında yaşayan yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile karışık ve dolayısı ile tek ilâh inancından uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan Allah'ın, kendisine ortak koşma günahı dışındaki günahları dilediklerine bağışlayabileceği, buna karşılık kendine ortak koşma günahını kesinlikle hoşgörü ile karşılamayacağı, eğer bir insan dünyada Allah'a ortak koşar da, bu inancından vazgeçmeksizin yüce Allah'ın huzuruna çıkarsa affedilmesinin asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki vurgulamalı açıklama, yahudilere yöneltilmiştir. Allah'a ortak koşma ((şirk)' Allah ile kul arasındaki ilişkiyi keser. Buna göre yüce Allah'a ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca bağlı olarak', başka bir deyimle Allah ile ilişkileri kesik olarak dünyadan ayrılırlar ise hiçbir affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki, yüce Allah'a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında ve gerekse peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah'ın tekliğini kanıtlayan bunca delil, karşısında dururken bu sapık inançta ısrar ederek öylece ahirete göçüyor. Eğer o insanın yapısında iyilik ve yapıcılık unsurlarından bir teki bile varsa böyle bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı geri dönülmez biçimde bozulmuş, Allah'ın lekesiz biçimde kendisine sunduğu fıtratı mahvolmuş, aşağıların aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli ile kendini cehennem hayatına hazırlamıştır. Yüce Allah'a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz bir günah; çirkin, küstahça ve son derece ağır bir zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği kullarına bağışlar. Bunlar tümü ile af kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli rivayetlerin bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir. Yeter ki, günahkâr kul, yüce Allah'ın bilincinde olsun O'nun affını umsun, O'nun kendisini affedebilecek güçte olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa da günah işlemiş olmasının yine de bir kusur olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce Allah'ın rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne bir kapı ve ne de bir kapıcı tarafından engellenemeyeceğini son derece somut olarak gözlerimizin önüne serer. Nitekim Kuteybe'nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile Zeyd b. Vehb'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu Zerr (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor: Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında bir başkasının olmasını istemediğini düşünerek ay ışığı altında yürümeye koyuldum. Peygamberimiz birden dönerek beni gördü. `Kim o' dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr' diye cevap verdim. Bana `Gel, ya Ebu Zerr' dedi. Birazcık yanında yürüdüm. Bir ara bana şöyle buyurdu: "Dünyada zengin olanlar Kıyamet günü fakir olacaklardır. Yalnız yüce Allah'ın hayırlı mal bağışladığı ve bu malı sağlarına, sollarına, önlerine, arkalarına dağıtarak onunla hayırlı işler yapan kimseler müstesna." Biraz daha yanında yürüdükten sonra bana dönerek `Burada otur' dedi ve beni etrafı taşlarla çevrili bir düzlüğe oturttu. Arkasından `Ben geri gelinceye kadar burada otur' dedi. Sonra önümüzde uzanan tek araziye doğru yürüdü ve gözümden kayboldu. Bir süre görünmedi. Bu süre oldukça uzamıştı. Sonunda onun `Zina etmiş, hırsızlık yapmış da olsa..." diye diye bana doğru geldiğini gördüm. Yanıma gelince dayanamadım, `Yä Resulullah, kurbanın olayım, alanın bir kenarında kiminle konuşuyordun. Ben bir ara sana doğru birinïn geldiğini duydum' dedim. Peygamberimiz bana şu cevabı verdi: "O Cebrail'di, alanın kenarında karşıma çıkarak bana "Ümmetine şu müjdeyi ver ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kimse cennete girecektir.' Kendisine "Ey Cebrail, hırsızlık yapmış ve zina işlemiş olsa da mı?" diye sordum, `Evet' dedi. Tekrar `Hırsızlık yapmış, zina işlemiş olsa da mı?' diye sordum. Bana `Evet, hatta içki içmiş bile olsa' diye cevap verdi." (Buhari, Müslim) Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Cabir b. Abdullah'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın ölen kimse affedilmeye hak kazanır. Allah onu dilerse azaba çarptırır, dilerse affeder. `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar." Öte yandan yine İbn-i Ebu Hâtem'in bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle diyor; "Bizler -Peygamberimizin sahabileri- adam öldürenlerin, yetim malı yiyenlerin, namuslu kadınları zina yapmakla suçlayanların ve yalancı şahitlerin hakkında şüphe etmiyorduk. Fakat `Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar' ayeti inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten vazgeçtiler." Öte yandan İkrime'nin, Abdullah b. Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor: "Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor: `Kim benim günahları affetmeye muktedir olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş değil ise günahlarına aldırış etmeden kendisini affederim." (Taberanî) Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır. Demek ki, her şeyden önce kalplerin, yüce Allah'ın, gerçek anlamı ile bilincinde olmaları gerekir. Bunun arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer gerisinde bu özellikler varsa günahkâr kul, takva ve af kapsamında olduğundan emin olmalıdır. ŞAŞKIN İNSANLAR Daha sonraki ayette, Kur'an-ı Kerim, müslümanların safında Medine yahudileri ile savaşa giriyor. Yüce Allah'ın "seçilmiş halkı" olduklarını sanan, kendi kendilerine övünen ve bir yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal kitaplarını tahrif eder, Allah'a ve Peygamberimize dil uzatırken, öte yandan ilerde anlatacağımız üzere "Putlara ve Tağut'a" taparken kendilerini kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların halı hayretle karşılanıyor. Onların kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler ise işlesinler, yine de yüce Allah'ın yakınları olduklarını sanmalarının asılsız olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz: 49- Şu kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Oysa Allah dilediği kimseyi arındırır, fakat hiç kimseye kıl payı kadar haksızlık yapılmaz. 50- Baksana Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır. Yahudilerin "Allah'ın seçilmiş halkı" oldukları şeklindeki iddiaları eskidir. Gerçekten yüce Allah, onları kutsal emaneti taşımak ve bu emanetin gerektirdiği misyonu yerine getirmek için seçti. Onları o dönemde yaşayan diğer milletlere üstün tuttu. Mısır Firavun'u ile adamlarını onların hatırı için helâk etti ve kendilerini "kutsal topraklar"a mirasçı yaptı. Fakat yahudiler bir süre sonra yüce Allah'ın sisteminden saptılar, dünyanın amansız zorbaları kesildiler. Yeryüzü, onların kötülüklerini kaldıramaz oldu. Hahamları onlara yüce Allah'ın helâllerini yasaklamaya ve yasaklarını serbest saymaya girişti. Onlar da bu konuda hahamlarına uydular. Yüce Allah'ın tekelinde olan yasaklama ve helâl kılma yetkisinin, çizmeyi aşan hahamları tarafından kullanılmasına karşı çıkmadılar. Yine bu yahudi hahamları yüce Allah'ın şeriatında değişiklik yaptılar. Bu değişiklikleri bir yandan iktidardakilerin ve seçkin azınlığın gönlünü yapmak ve bir yandan da halk yığınlarının isteklerini ve arzularını tatmin etmek için yaptılar. Böylece yahudiler yüce Allah'ı bir yana bırakarak bu şımarık din adamlarını ilâh edindiler. Faiz yemekten kaçınmadılar. Sonunda Allah'ın dini ile ve Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu kutsal kitap ile aralarındaki bağlar zayıfladı. Bütün bunlara -ve daha birçok marifetlerine- rağmen tarihleri boyunca yüce Allah'ın evlâtları ve sevdikleri olduklarını, birkaç sayılı gün dışında Cehennem ateşinin kendilerine değmeyeceğini, sadece yahudi olanların doğru yolda olduklarını ve yüce Allah tarafından beğenildiklerini ileri sürmeye devam ettiler. Sanki yüce Allah ile aralarındaki ilişki; akrabalık, soy ortaklığı ve kayırmacılık ilişkisi imiş gibi. Haşa! Yüce Allah bu tür yakışıksız isnadlardan uzaktır, kuşkusuz. Yüce Allah ile O'nun hiç bir kulu arasında akrabalık ve soy ortaklığı ilişkisi söz konusu değildir. O'nun ile kullar arasındaki bağı doğru inanç, iyi amel ve İlâhî sisteme kararlı bağlılık oluşturur. Kim bu bağı, bu ilişkiyi sarsıntıya uğratırsa yüce Allah'ın öfkesine çarpılır. Sapıklık dönemlerinde yüce Allah'ın hidayetine muhatap olan kimseler eğer tekrar eğri yola saparlarsa yüce Allah'ın kendilerine yönelik bu öfkesi, bu gazabı daha ağır olur. Sözünü ettiğimiz yahudilerin, günümüzde, sözde müslüman olan bazı benzerleri var. Bunlar müslüman olduklarını ileri sürüyorlar, kendilerini Peygamberimizin ümmetinden sayıyorlar. Yüce Allah'ın mutlaka kendilerini destekleyerek işgalci yahudileri yurtlarından çıkaracağını bekliyorlar. Ama buna karşılık yüce Allah'ın önerdiği hayat sistemi olan Hak Din'den tamamen kopmuşlar, bu dini hayatlarının dışına atmışlar. Ne aralarındaki anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasında ne ekonomik kararlarında, ne sosyal hayatlarını düzenlemede ne ahlâklarında ve ne de geleneklerinde Allah'ın kitabının hakemliğine başvurmuyorlar. Tek müslümanlık kanıtları, taşıdıkları İslâmî isimler ile bir zamanlar gerçek müslümanların doğdukları, Allah'ın dinini uygulamaya geçirdikleri ve hayat sistemini egemen kıldıkları topraklarda yaşıyor olmalarıdır! Okuduğumuz ayette yüce Allah, Peygamberimize kendi kendilerini temize çıkaran yahudilerin durumunun hayret verici olduğunu ifade ediyor. Oysa günümüz "müslümanlar"ının durumu daha hayret verici, daha gülünç ve daha şaşırtıcıdır! Sebebine gelince kendilerini aklama, temize çıkarma, iyiliği Allah'a yakınlığı ve O'nun seçilmiş kulu olmayı kendine mal etme yetkisi insanların yetkisinde değildir. Ancak Allah dilediklerini temize çıkarabilir, aklayabilir. Çünkü O, kalpleri ve davranışları herkesten iyi bilir. Eğer insanlar bu değerlendirme yetkisini Allah'a bırakarak iyi ameller işlemeye yönelirlerse, kof iddialardan uzak dururlarsa yüce Allah (celle celâluhu) insanlara zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer insanlar hiç kendilerini övmeden, alçakgönüllülükle, Allah'tan utanarak, kendilerini aklama ve şişirme iddialarından kaçınarak iyi ameller işleyecek olurlarsa Allah katında aldatılacak, herhangi bir iyi amelleri unutulacak ya da hakları yenecek değildir. Yüce Allah kendi kendilerini aklayan, Allah'ın rızasını kazanmış olduklarını ileri süren yahudilerin yalan söylediklerini, kendisine iftira attıklarını açıkça belirtiyor ve onların bu çirkin marifetini kınıyor. Ayrıca bu davranışın iğrençliğine dikkatleri çekiyor. Okuyoruz: "Baksana, Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir apaçık günahtır." Burada yine kendimize dönelim. Bizler İslâm kaynaklı isimler taşıyoruz diye ve bir zamanlar gerçek müslümanların yaşadığı topraklarda oturuyoruz diye müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Oysa İslâm, hayatımızın hiçbir kesimine egemen değildir. Sosyal hayatımızın hiçbir alanında İslâm'a bu yetkiyi tanımıyoruz. Müslüman olduğumuzu ileri sürüyoruz, ama görüntümüz ile, realitemiz ile İslâm'ı lekeliyoruz. yabancılara İslâm'ı antipatik gösteren somut örnekler oluyoruz. Hz. Muhammed'in ümmetinden olduğumuzu söyleyerek yüce Allah'ın seçkin kulları olduğumuzu ileri sürüyoruz. Oysa Hz. Muhammed'in öğrettiği din, Hz. Muhammed'in uyguladığı sistem, hayatımızdan bütün-bütüne kovulmuş ve soyutlanmıştır. Bana kalırsa biz bu halimiz ile aynen yüce Allah'ın tutumlarını şaşırtıcı bulduğunu Peygamberimize anlattığı, Allah adına yalan söylemekle suçladığı ve büyük günah yükü altına girdiklerini belirttiği o yahudilere benziyoruz. Allah yardımcımız olsun! Yüce Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Allah'a itaat etmek demek, bu sistemi hayata egemen kılmak dèmektir. Allah'a itaat etmedikçe O'na yakın olunamaz. Şimdi bir bakalım, yüce Allah, O'nun dini ve sistemi nerede, biz neredeyiz? Sonra bir bakalım ki, acaba yüce Allah'ın hallerini hayretle anlattığı, kendi kendilerini aklamakla yüce şahsına iftira atma günahı altına girdiklerini belirttiği o şaşkın yahudiler ile aramızda ne fark var? İlke aynı ilkedir, durum da aynı durum. Hiçbir kul ile yüce Allah arasında soy ortaklığı, akrabalık ve kayırmacılık ilgisi yoktur! KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce Allah'ın şeriatine dayanmayan, O'nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile "puta ve Tağut'a" inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka çıkıyor, onlara yüce Allah'ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar. Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar. Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim'in dinine sırt çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası "Öylelerine alevli cehennem yaraşır" cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım: 51- Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler. 52- Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın. 53- Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi. 54- Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık. 55- Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir. Kendilerine "Kitaptan bir pay verilenler"den şunlar beklenirdi: Bunlar herkesten önce Kitaba (Kur'an'a) inanmalıydılar, yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe karşı çıkmalıydılar, yüce Allah'ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen herhangi bir hüküm demektir. Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah'ın sevdikleri olmakla övünen yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah'ın onayına dayanmaksızın yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda "tağut"a inanıyorlar. Tağut, yüce Allah'ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük anlamı ile "azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma" demektir. Sözünü ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü yüce Allah'ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'ın hakka ve adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya Allah'a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır. Bu şaşkınlar sadece "puta ve Tağut'a" inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra yüce Allah'ın kitab verdiği, kendilerine Kur'an'ı gönderdiği müslümanlara karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar. Tekrarlıyoruz: "Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur' derler." İbn-i İshak'ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b. Cubeyr'e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki: "Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık, Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh, Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari kabilesinden idi. Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz mi, yoksa Muhammed'in dini mi üstündür?' Kureyşlilerin bu yoldaki soruları üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha üstündür. Sizin yolunuz Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin yolundan daha doğrudur' diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun...' diye başlayan ve "... kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık" diye biten ayetler gurubunu indirdi. Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi. Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek (Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler. Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir. Gerçi yahudilerin "Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce Allah'ın kitabına (Kur'an'a) ve Peygamberine inananların yolundan daha doğrudur" demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine tanıklık etmelerinin sebebi budur. Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir. Bu yüzden onların "Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur" demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir. Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç birliği yaptıkları gibi. Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler. Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir! Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır. Fakat asla İslâm'ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara vermezler. Çünkü İslâm'a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki, en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun varlığına katlanamazlar. Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor, kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce Allah'ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz: "Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek birini bulamazsın." Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad etmişti? Hani Allah'ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi bulamazlardı? Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir, devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah'tır, iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler bulunan kullar da kim oluyorlar? Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize "Allah dinini destekleyenleri kesinlikle destekler." buyuruyor." (Hacc Suresi, 40) Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir. Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının, yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir. O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat aynı zamanda Allah'ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah'ın yardım vaadi ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek müslüman oldukları gün gerçekleşir. Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin yahudiye bir yararı olacak mı? |