Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri İNSANLIIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah'ın tek taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah'tır, müslümanların bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok! Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine, başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı. Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri okuyoruz: "Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi. Yoksa Allah'ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık." Aman Allah'ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah'ın herhangi bir kuluna kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa- yüce Allah'ın ortakları mı? Yoksa O'nun mülkünde, varlığında payları mı var? Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını, bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar pintidirler. Ayette geçen "nukre (çekirdek kırıntısı)" çekirdeğin sırtındaki cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah'ın mülkünde, varlığında payı olsa pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü bile vermeye eli varamazdı. Allah'a hamdolsun ki O'nun, bu mülkte payı yok. Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile verilmeyecektir. Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru, öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar? Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere! Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki, egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz: "Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık. Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine sırt çevirdi." Yüce Allah'ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir. Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani. Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı olan cezadır. Okuyoruz: "Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir." Hz. İbrahim'in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. Ayetleri okuyalım: 56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir. , 57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde ebedi olarak kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada el değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler altına alınacaklardır. Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız. Sürekli yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir daha kaybolmuyor, bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin hakim imajı korkudur, dehşettir. Fakat sürükleyici, esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu. Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor ve yineleniyor; ...dukça (kullema) kelimesi ile. Tabloya ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade "Derileri kavruldukça" yan cümleciğidir. Tabloya şaşırtıcılığı ve alışılmış manzaralarla çelişen olağan dışılığı katan ifade de cümlenin öbür yarısı, yani "kendilerine başka deriler giydireceğiz" temel cümleciğidir. Bu ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde odaklaşıyor. Bu kafirlerin cezasıdır. Bütün iman etme sebepleri varken bile bile seçilen kâfirliğin cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O halde davranışa denk düşen bir ceza. Okuyoruz: "Azabın acısını duysunlar diye.." Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde ve hikmete dayalıdır. Okuyoruz: "Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir." Şimdi bu sahnenin her noktada karşılığı, karşıtı olan bir sahneye çevirelim bakışlarımızı. Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde kıvranan, kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı yeniden yaşasın, çekilen acı yeniden tadılsın diye yerini başkasına bırakan derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin karşılığında "İman edip iyi ameller işleyenler"i gönül okşayıcı, serin meltemli bahçelerde gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin; "Altlarından nehirler akıyor:" Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik ve kalıcılık buluyoruz: "Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır." Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş eşler çıkıyor karşımıza: "Onlara orada el değmemiş eşler verilecek." Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında titreştiklerini fark ediyoruz: "Onları koyu gölgelerin altına alacağız." Burada Kur'an'ın "Kıyamet sahneleri"ne ilişkin güçlü, imajlı, etkileyici, derin boyutlu üslûbu uyarınca karşılığın niteliğinde, görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir karşıtlık ile yüz yüzeyiz." (Al-i İmran Suresi, 110) Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin temel düzenini oluşturan son derece önemli bir konuyu içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel düzeninde somutlaşmış olarak imanın şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel düzeni ile arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin biçiminden kaynaklanıyor. Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi, varlık alemine çıkarıcısı Kur'an-ı Kerim'dir. Yüce Allah "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz" buyururken bu gerçeği tam olduğu gibi ifade etmiştir."°' Evet, Kur'an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu insanlık tarihinin eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin deyimi ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet" yapmak üzere geliştiren kaynaktır. Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu gerçeği, yani Kur'an'ın bu ümmeti yoktan var edip geliştirdiği gerçeğini açıklığa kavuşturmalı, üstüne basa basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur'an'ın bu ümmete yönelik fonksiyonu bir yoktan var etme ve geliştirme fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden doğuşu, hatta "insan"ın bambaşka bir kişilikle yeniden doğuşu anlamına gelir. Bu olay sosyal gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda atılmış bir adım, hatta devrimci bir sıçrama değildi. Olay hem arap milleti için ve hem insanlığın tümü için kelimenin tam anlamı ile bir "yoktan varoluş", bir "yeniden doğuş" mucizesi idi. Bu sözlerimizin ışığında cahiliye şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün diğer kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde "Arap Divanı" adını veriyoruz. Bu kaynak arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata, varlık bütününe, evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına ilişkin bütün görüşlerine rastlarız. Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce ürünleri, kültürel özleri, uygarlık kazanımları, kısacası tüm varoluşları bu divanı oluşturan eserlere yansımıştır. İşte bu divanın içerdiği kültür birikimini, düşünceleri, değer yargılarını, varlık ve hayat görüşünü, evren ve insana ilişkin bakış açısını, hayat ve insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme kurallarını, insan varlığının varlığına ilişkin bakış açısını, bu düşünceye dayanan pratik yasal düzenlemeleri Kur'an'ın ışığında düşünce süzgecinden geçirelim. Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap pratiğine bakalım. İslâm öncesi dönemin değerlendirmesini sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan cahiliye düşüncelerinin ışığı altında, İslâm dönemi pratiğinin değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur'an kaynaklı düşüncelerin ışığında yapalım. Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını ve gerekse Arap milletinin eski sosyal pratiğini Kur'an-ı Kerim'in ve İslâm dönemine ilişkin sosyal pratiğin ışığı altında incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız: İslâm ümmetinin tarih sahnesine çıkışı ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve ne de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay Kur'an-ı Kerim'in yukardaki ayetinde belirtildiği gibi gerçekten bir "ortaya koyma" olayıdır, Allah yapısı bir "ortaya koyma". Son derece şaşırtıcı bir "yoktan var etme", son derece orijinal ve eşi görülmemiş bir "ortaya çıkarma" olayı karşısındayız burada. Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte ilk ve son defa bir kitabın sayfalarından somut bir ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa kelimelerin arasından hayat "ortaya çıkıyor. Ama aslında ortada şaşılacak bir şey yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler, cümleler, yüce Allah'ın kelimeleri, cümleleri! Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık yapmak isteyenler bize söylesinler bakalım: Bu ümmet, yüce Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile "ortaya çıkarmadan" önce, Kur'an-ı Kerim aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce nerede idi? Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. Mesele şu: İnsanlık ailesi içindeki yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki konumu, insanlık tarihindeki yeri neresi idi? Milletlerarası insanlık masasının neresinde oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını taşıyan ne gibi bir değer sunabilmişti? Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı. Bu doğru sistem sayesinde oluşumunu gerçekleştirdi. Sonra elindeki yüce Allah'ın kitabı ile ve hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce kendine çeki-düzen verdi, arkasından bütün insanlığa önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu sistem ile. Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte. Yüce Allah, araplara "Gerçekten size nam sağlayan, öğüt veren bir kitap indirdik size, buna aklınız ermiyor mu?" (Enbiya Suresi, 10) buyurmuştu. Yüce Allah'ın bu vaadi gerçekleşti. Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını dünyaya duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce "insana yaraşır" bir kişiliği, varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar yüce Allah'ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı nankörlük etmek istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa seslenen son sözünü, sonuncu mesajını araplar ve arapça aracılığı ile insanlığa sundu. Bu yolla araplara kişilik, nam, tarih ve uygarlık bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz bazı budalalar yüce Allah'ın bu bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce Allah'ın sırtlarına giydirdiği bu kaftanı üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama, şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan İslâm ümmeti sayesinde kèndilerini varolma düzeyine yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak yırtmak istiyorlar. Evet, dediğimiz gibi, Kur'an bu ümmeti varlık sahnesine çıkardı ve oluşumunu sağladı. Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunun bünyesine tasarladığı yeni değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve fertlerin vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve tortularını silip ortadan kaldırdı. Bu toplumun yapısını bu "yeniden doğuş"un esasına göre düzenledi, ya da gerek duyunca yeniden kurdu. Yine Kur'an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında gerek fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal kurumlarında tortular bırakarak göçüp giden eski cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel cahiliye ile iki yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş aynı zamanda ve aynı alanda cereyan ediyordu. Kur'an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman cemaate doğru bir düşünce temeli kazandırarak işe başlıyor. Bunun için imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklığa kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına bağlıyor. O temel düzen ki bu toplumun kişiliğini çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden ayırıyor, ona insanlar için ortaya çıkarılmış seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor, ona insanlara mesaj verme, onları yüce Allah'a iletme, ilâhi sistemle bütünleştirme konumu sağlıyor. İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız ayetler bu temel düzeni, imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ilişkin düşünceden kaynaklanan ve bu düşünce üzerine oturan alt yapıyı ele alıp açıklıyorlar. Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları belikliyorlar, şu sorulara kesin cevaplar veriyorlar: Müslüman ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan alacaktır? Bu almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir? Başvuru kaynağından alacağı ilkeleri nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır? İnsanlar tarafından farklı biçimde yorumlanan ve haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni problemler bu kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman ümmet hangi otorite mercilerine niçin itaat edecektir? Bu mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü nereden kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu soruların ortaya çıkaracağı ilkelerin "imanın şartı ve İslâm'ın tanımı" olduklarını belirtiyorlar. Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı ile inancı, parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük içinde kaynaşmış olur. İşte aşağıda okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu, kuşkunun gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa kavuşturuyor. Ayetleri okuyunca bu problemin ne kadar kesin bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve kendi kendimize "Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma konusu yapabilir?" diyerek bu konuda tereddüde düşenlere şaşacağız. Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete diyor ki: Peygamberler, insanlara -Allah'ın izni çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa sırf aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna etmek için gelmediler Okuyalım: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine itaat edilsin diye gönderdik." Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki: İnsanlar -ilke olarak- yüce Allah'ın sistemini hakem, yargı mercii olarak kabul etmedikçe mümin olamazlar. Bu sistem, ilk önce Peygamberin verdiği kararlarda somutlaşır, O'ndan sonrada Kur'an ve sünnet kaynakları halinde varlığını devam ettirir. İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin hakemliğine başvurmaları da tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu kaynağın vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu ile benimsemelidirler. Okuyoruz: "Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." İşte imanın şartı ve İslâm'ın tanımı budur. Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate şu mesajı veriyor: Tağut'un, yani yüce Allah'ın dışındaki herhangi bir yargı merciinin hakemliğine başvurmaya kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve gerekse daha önceki peygambere inandıkları biçimindeki iddiaları geçersizdir, makbul değildir. Bu iddiaları asılsızdır, Tağutun hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz: "Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor." Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah'ın indirdiği hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine sırt çevirmenin bir münafıklık belirtisi olduğu söyleniyor. Okuyalım: "Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygambere geliniz' dendiğinde o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj veriliyor: Kur'an-ı Kerim'e uyarak Allah'a, sünnete uyarak Peygambere" iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel yasasını oluşturur. Okuyoruz: "Ey müminler Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz." Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen direktif şudur: Sosyal şartların değişmesi sonucu önüne çıkan tartışmalı konuları ve haklarında kesin delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an'a ve sünnete havale ediniz. Okuyalım: "Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale ediniz." Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli egemenliği, hayatın yeni ve tartışmalı meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman ümmetin temel yasasını, siyasî altyapısını oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe müslüman olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara bağlı bir itaati, İslâm toplumunun ileri ve farklı aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni problemlerin yüce Allah'a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve tartışma götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm'ın tanımı saymaktadır. Okuyalım: "Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..." Yukarda "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar" (Nisa Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış olduğumuz açıklamayı tekrar hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak ?u nokta üzerinde durmuştuk. Yahudiler, yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri gerekçesi ile Allah'a ortak koşmakla, müşrik olma damgasını yiyorlar. Oysa onlar bildiğimiz somut anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar. Yaptıkları şu: Hahamların bazı şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak egemenliğin kaynağı olma, yasa koyma yetkisini tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah'a ortak koşmuş sayılıyorlar. O Allah'a ortak koşma ki, yüce Allah onun dışında kalan bütün günahları affediyor. İşlenen günah "zina, hırsızlık, içki içmek" gibi büyük günahlardan biri bile,olsa af kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin özü önce yüce Allah'ı tek ilâh bilmeye, arkasından O'nun egemenliğini ortaksızlığını tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini yüce Allah'ın tekelinde görmeye dayandırılmış oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın müslüman kalması, müminin müminlik niteliğini taşımaya devam etmesi mümkündür; ancak bu çerçeve içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı ise yüce Allah'ın kesinlikle affetmeyeceğini bildirdiği müşrikliktir, Allah'a ortak koşma suçudur. Çünkü yüce Allah'ı ilâhlıkta tek bilmek ve egemenlikteki yetkisinin sınırsızlığını tanımak imanın şartı ve İslâm'ın tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu gerekçe ile "Eğer Allah'a ve Ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..." buyuruyor. Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana eksenini bu hayati konu oluşturur. Ayetlerin bunun yanısıra işledikleri diğer önemli konu müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin doğru ve tutarlı esasları uyarınca yeryüzüne egemen kılmak hususundaki görevleridir. Okuyoruz: "Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir." Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin ana hatlarına kısaca değinmiş olduk. Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak ayrıntılı biçimde incelemeye çalışalım: 58-Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir. Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve "insan"lar arasında adalete uygun, yüce Allah'ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek. Emanetler, "en büyük emanet"le başlar. Yüce Allah'ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, "göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri"ne rağmen "insan"ın omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah'ı bulma, bilme ve O'na inanma emaneti. Bu insan fıtratına özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah'a ulaşma görevini yüklemiştir. "Allah'ın yardımı ile" diyoruz. Çünkü yüce Allah "Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz" buyuruyor." (Ankebut Suresi, 69) İşte bu emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet budur. Yüce Allah'ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu "en büyük emanet"in dalları olarak karşımıza çıkar. Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek "Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!" demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur. Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm'ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanısıra insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine getirmiş sayılamaz. "En büyük emanet" ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde, verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emaneti. Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah'ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır. "İnsanlar" arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm "insanları" içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam'ın istediği adalet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir. İslâm'a göre adalet, her insanın, sırf "insan" olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın "insan" olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz. Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce ve İslâm'ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan "insan"likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez. İslâm'da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet oluşturur. Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah'ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O'nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz: "Allah size ne güzel öğüt veriyor!" Bu ilahi cümle üzerinde birazcık durarak onun üslubundaki incelikleri, anlatımının içerdiği esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen sözdizimi kurallarına göre bu cümle "Ne güzeldir size Allah'ın verdiği öğüt!" şeklinde olur. Fakat ayetteki cümle yapısında "Allah" kelimesi başa alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer kelimeleri yüklem konumunda bu özneye bağlanıyor. Böylece verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece güçlü bir bağ olduğu mesajı veriliyor. Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor. Burada "öğüt" değil, "emir" söz konusudur. Fakat "emir" denmiyor da onun yerine "öğüt" deniyor. Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen; gönüllü, arzulu ve saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli bir mesaj türüdür. Bu cümleyi ayetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu cümle ayetin içeriğini yüce Allah'a, O'nun yönetimine, O'nun korkusuna ve O'na yöneltilen umuda bağlıyor. Okuyoruz: "Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir." Ayette emanetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar arasında adalete uygun hükümler verme yükümlülükleri dile getirilmişti. Bu yükümlülükler ile yüce Allah'ın "işitici ve görücü" oluşu arasında hem açık, dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine gelince, yüce Allah, adalete ve emanete ilişkin meseleleri "işitir" ve "görür". Ayrıca adalete ilişkin uygulamalar titiz bir "dinleme" ve görme duyarlığım, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı, bunların yanısıra şartların ve dış olguların derinine inen bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu iki emir, herşeyi "bilen" ve "gören" yüce Allah'tan geliyor. İmdi, emanetin ve adaletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak, tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır`? Acaba emanet ve adalet kavramlarının belirlenmesini, uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının yargılarına ya da keyfi isteklerine mi bırakacağız? Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından biridir. Bu niteliği ile önemli bir ağırlığı ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan aklı, pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve gurupların, çeşitli faktörlerin etkisi altında olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir kavram olarak "insan aklı" diye adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur. Bunun yerine "benim aklım", "senin aklın", "falancanın ya da filâncanın aklı", belirli yerlerde ve dönemlerde yaşayan "belirli insan guruplarının akılları" vardır. Bu ayrı ayrı akıllar da çeşitli faktörlerin etkisi alımda kimi zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru eğilim göstermekle yakınlaşmaktadırlar. Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda aklın hakemliğine başvuracağı, hükümlerinde ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve tasarımlarındaki saçmalıkları, taşkınlıkları, yanılgıları ve yetersizlikleri miheng taşına göre tespit edeceği ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın değeri, fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim değiştirmeyen, değişik faktörlerin etkisi altında yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan göreceli ağırlıklarını bilecek olan araç yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır. Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya konacak ölçülere, kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız. Çünkü bu ölçülerin kendileri de bozuk olabilir. O zaman bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka dediğimiz nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe başvurmak zorundadırlar. İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için ortaya konan bu ilâhi ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin faaliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırır. Okuyoruz: 59- Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur. Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir. İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede "egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır. Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor: "Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..." Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine (Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor. Okuyalım: "... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz." Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri içerir: Yüce Allah'a itaat etmek, Peygambere itaat etmek, ilke olarak egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak, çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı bilmek; bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek. Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce "İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir daha vurgulanmaktadır. Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor. "sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile, haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde belirliyor. Nitekim sahabilerden Ameşin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "İtaat, İslâm'a uygun emirler içindir." (Buhari, Müslim) Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı emre -hoşuna gitse de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu değildir." (Buhari, Müslim) Bu arada sahabilerden Ümm-ü Husayn'ın bildirdiğine göre Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor: "Başınıza bir köle bile geçirilse, sizleri Allah'ın kitabı uyarınca yönettiği sürece, sözünü dinleyiniz, kendisine itaat ediniz." (Müslim) Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin koruyucusu, nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin geleceğinin denetleyicisidir. İslâm, müslümanı çobanı tarafından ne tarafa sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin sınırları bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir; birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi tereddütler içinde bocalatması söz konusu değildir. Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler ve yeni meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler konusunda akıllar, görüşler ve yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve yordamsız bırakmamıştır, tersine bu ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi içinde nasıl çözüleceğini sisteme bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa bir cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya konmuştur. Okuyoruz: "Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz." Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını okuyoruz: |