Durumu: Medine No : 5587 Üyelik T.:
05 Aralık 2008 Arkadaşları:14 Cinsiyet: Memleket:İstanbul Yaş:35 Mesaj:
2.537 Konular:
2038 Beğenildi:116 Beğendi:0 Takdirleri:270 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! | Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri CİHADI AĞIRDAN ALANLAR "İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' der." Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' der." Düzenli birlikler halinde ya da hep birlikte çıkın, kiminiz savaşa çıkarken -şu anda olduğu gibi- kiminiz de ağır davranmasın. Her zaman hazırlıklı olun. Sadece dış düşmanlara karşı değil, aynı şekilde oyalanan, ağır davranan ve geride kalan kişilere karşı da uyanık olun. Bunlar ister kendilerini oyalasınlar -yani oturup ağır davransınlar- ister başkalarını da beraberlerinde oyalasınlar fark etmez. Geride kalıp ağır davrananların yapa geldikleri şey hep budur.. Buradaki "Leyebtıenne" kelimesi, ağırlığı ve telafuzu zor olması bakımından seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini ve vurgusunu sonuna kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü kelimenin zorluğu sona doğru daha bir artmaktadır. Kuşkusuz bu kelime vurgusundaki bu zorluk ve ağırlık beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz bir şekilde tasvir etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün durumu çizen Kur'an'ın edebi tasvirinin eşsiz örneklerindendir.' "İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var." cümlesinin yapısı, "sizden" ağır davranan -müslüman sayılan- bu kişilerin, ağırdan alma işini eksiksiz yerine getirdikleri, bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf ettiklerini göstermektedir. Bu da cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu durumun müslüman safta olumsuz etki bıraktığını ve müslümanlara çok çektirdiğini göstermektedir. Bu yüzden ayet, özelliklerini ortaya çıkaran projektörünü onların üzerine ve ruhlarının içlerine tutmakta ve`Kur'an'ın olağanüstü tasvir yöntemiyle iğrenç hakikatlerini çizmektedir. İşte bütün sebepleri, özellikleri, davranış ve sözleriyle onlar... İşte onlar, bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişlerdir. Mikroskop altına konulmuş gibi niyet ve sırlar, sebep ve etkenler birer birer ortaya çıkarılmıştır. İşte onlar Resulullah döneminde ve her zaman ve mekandaki durumlarıyla. İşte onlar, zayıf ve renkten renge giren münafıklar... Aynı zamanda küçük değerlerin adamı... Doğrudan kişisel çıkarlarından daha üstün bir gaye, sınırlı ve küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar bunlar. Bütün dünyayı bir tek eksen etrafında döndürürler. Bu eksen de bir an bile unutmadıkları kendi kişilikleridir. Onlar. ağırdan alırlar, son derece yavaş davranırlar. Meşhur deyimiyle "değneği ortasından tutmak" için niyetlerini de açıklamazlar. Kâr ve zarara ilişkin düşünceleri, tam da zayıf ve zelîl münafıklara yakışır bir düşüncedir. Savaştan geri kalırlar... Şayet mücahidler bir sıkıntıya uğrasa, ya da bir imtihandan geçseler, geride kalanlar sevinmeye başlarlar. Cihaddan kaçışlarını ve imtihandan kurtuluşlarını bir nimet sayarlar. "Eğer bir musibetle karşılaşırsanız, `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım' derler." Geride kalıp kurtulmalarını emrinden çıkıp oturdukları Allah'ın, kendilerine bahşettiği dini bir nimet saymaktan utanmazlar. Oysa böyle durumlarda kurtuluş hiç bir zaman Allah'ın nimeti sayılamaz. Çünkü emrinden çıkmakla, Allah'ın nimetine ulaşılmaz, görünürde bu durum kurtuluş gözükse de... Evet, bu hâl bir nimettir Allah ile ilişkileri bulunmayanların yanında... Yüce Allah'ın kendilerini niçin yarattığı kavrayamayanların ve emrine itaat etmek ve hayat metodunu yeryüzünde gerçekleştirmek suretiyle Allah'a kullukta bulunmayanların yanında. Karınca gibi ayaklarının altındaki şeyden yüce ufuklara kadar hiçbir şeyi algılamayanların yanında nimettir kaçış. Allah yolunda, O'nun hayat metodunun gerçekleşmesi ve O'nun sözünün yücelmesi için cihad anında başa gelen musibetin bir üstünlük ve Allah'ın seçmesiyle olduğunu algılamayanların yanında nimettir. Kuşkusuz bu üstünlüğü yüce Allah, onları dünya hayatında beşerî zaafların üzerine çıkarmak ve yüce bir hayatla onurlandırarak dünyaya bağımlılıklarından kurtarmak için kullarından dilediğine özgü kılar. Çünkü hayat onlara değil, onlar hayata hükmederler. Bu kurtuluş ve yükselme ile yüce Allah, onları ahiret günü şehidlerin makamında kendi yakınında bulunmaya lâyık görmektedir. Kuşkusuz bütün insanlar ölürler; Ancak, şehidler sadece Allah yolunda şehadete ererler. Bu da Allah'ın büyük bir lütfudur. Ancak diğer durum söz konusu olursa... Allah'tan gelecek herşeyi kabullenmeye hazır bir şekilde savaşa çıkan mücahidler galip gelirlerse... Zafer ve ganimet elde ederek Allah'ın diğer lütfuna nail olurlarsa... İşte pişmanlık duyarlar. Tabii ki, kâr ve zarara ilişkin kısır ve küçük anlayışlarına göre kârlı... "Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' derler." Onlar, ganimet ve sağ salim dönüş gibi küçük başarıları "büyük başarı" olarak değerlendirirler. Mü'min ise, ganimet ve sağ salım dönüşü kötü karşılamaz, aksine bunları Allah'ın takdiri olarak algılar. Mü'min bela istemez, ancak Allah'tan sağlık-afiyet nasip etmesi dilenir. Bununla beraber mü'minin genel düşüncesi, Kur'anî ifadenin kötüleyici ve nefret ettirici bir şekilde ortaya koyduğu, cihaddan kaçan insanların düşüncesinden farklıdır. Kuşkusuz mü'min belâ istemez, aksine Allah'tan sağlık ve esenlik ister. Ancak cihada çağrıldığında -ağırdan almadan- cihada çıkar. Allah'tan iki sonuçtan birini isteyerek çıkar: Zafer ya da şehadet. Her ikisi de Allah'ın lütfudur. Her ikisi de büyük başarıdır. Ya Allah ona şehidlik nasip eder. O da Allah'ın kendisine verdiğini hoşnutlukla kabul eder ve Allah'ın katındaki şehitlik makamıyla sevinir. Ya da ganime; ve sağ salim geri dönüşü nasip eder. O zaman da Allah'ın lütfuna karşı şükreder v°e Allah';n yardımıyla sevinir. Bu sevinç ölmeden döndüğü için değil... İşte bu, yüce Allah'ın müslümanların yükselmesini istediği ufuktur. İçlerinde yaşayan ve cihada karşı ağır davranan grubun nefret ettirici tablosunu çizip,safta üslenen oyalayıcı kişileri ortaya çıkarırken onlara karşı uyanık olmalarını sağlamaktadır, düşmanlarına karşı uyanık olmaları gerektiği gibi... O zaman müslüman kitleye yönelik bu sakındırma ve uyarının ötesinde, Kur'an'ın bu birkaç kelimesinde her zaman ve mekanda görüle gelen bir insan tipi çizilmektedir. Müslüman kitle, bu gerçeği sürekli bünyesinde barındıracaktır. Buna göre safta her zaman benzeri kişiler bulunacaktır. Ancak ümitsizliğe düşmemek lazım, hazırlıklı olup yola devam etmek gerekir. Eksiklikleri tamamlamak, zaafları tedavi etmek, adımlar, duygu ve hareketler arasında uyum sağlamak için sürekli bir eğitim, direktif ve çaba zorunludur. DÜNYAYI AHİRET KARŞILIĞINDA SATANLAR Daha sonra ayetlerin akışı, ağırdan alıp toprağa bağlananları bu bataklıktan çıkarıp kurtarmakla sürüyor. En iyiye ve en kalıcıya yani ahirete yönelme duygularını canlandırıyor. Dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almaya yöneltiyor. Her iki durumda da onlara Allah'ın lütfunu ve iki sonuçtan biri vaad ediliyor: Zafer ve Şehadet... 74- Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz. " Allah yolunda savaşsınlar. Çünkü İslâm bu yolun dışında bir başka savaş tanımaz. Ganimet ve egemenlik uğrunda yapılan savaşı kabul etmez. Kişisel ya da ulusal üstünlük için yapılan savaşı onaylamaz. İslâm, toprak işgal etmek ve ahaliyi baskı altında tutmak için savaşmaz. Sanayi hammaddesi bulmak, ürünleri için pazarlar elde etmek, sömürge ve yarı sömürgelerde kapital elde etmek uğruna savaşmaz. Herhangi bir kişinin, ailenin, sınıfın, devletin, milletin veya ırkın üstünlüğü için savaşmaz, sadece Allah yolunda, yeryüzünde O'nun sözünü yüceltmek uğruna, O'nun sistemini hayata yerleştirmek için insanlığı bu sistemin iyiliklerinden ve "insanlar arasında" uyguladığı mutlak adaletinden yararlandırmak sonra da bu Rabbanî ve insanî, evrensel ve kapsamlı sistemin gölgesinde her kişiyi dilediği inancı seçmede özgür bırakmak için savaşır. Müslüman; Allah'ın sözünü yüceltmek, O'nun sistemini hayata egemen kılmak için Allah yolunda savaşa çıkıp öldürülse şehid olur. Şehitlerin Allah katındaki makamına kavuşur. Ancak -bu hedefin dışında- diğer bir hedef için çıkmışsa "şehid" olarak adlandırılmaz. Mükâfatını da Allah'tan beklememelidir. Uğruna savaştığı hedefin sahibinden beklemelidir. Onu "şehit" olarak nitelendirenler Allah'a yalan iftirada bulunuyorlardır. Yüce Allah'ın insanları temize çıkardığı yolun dışında kendilerini ve başkalarını temize çıkarmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz bu Allah'a büyük bir iftiradır. O halde dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almak isteyenler -bu anlamda- Allah yolunda savaşsınlar. O zaman her iki durumda da Allah'tan büyük bir lutfa nail olacaklardır. Allah yolunda öldürülenle bu uğurda galip gelen eşittir. "Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz." Bu ifade ile Kur'an'ın sunuş metodu ruhları, yüceltmeyi ve her iki durumda da Allah'ın büyük lütfuna bağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, korktukları ölüm ve arzuladıkları ganimet gözlerinde değerini kaybeder. Çünkü hayatın ya da ganimetin Allah'ın büyük lütfunun yanında hiçbir değeri olamaz. Nitekim ahiret karşılığında dünyayı satın alıp, dünya karşılığında ahireti satın almamak suretiyle yaptıkları zararlı alış-verişten de nefret ettiriyor. "İşterâ" kelimesi zıt anlamlara gelir. Genellikle "Bey"' salmak anlamında kullanılır. Böyle bir alış-veriş yaptıklarında, savaş alanında ganimet elde etseler de etmeseler de her halukârda zarardadırlar. Ahiretin yanında dünyanın ne değeri var? Allah'ın lütfunun yanında ganimet malının lâfı mı olur? Çünkü Allah'ın lütfu malla beraber başka şeyleri de kapsar. Sonra ayetlerin akışı müslümanlara yönelmektedir. Cihada çıkmada ağır davrananlara yönelik anlatım ve tasvir üslubunu bırakan bütün müslüman kitleye yönelik hitap üslûbunu kullanmaya başlıyor. Kurtulmayı istedikleri zulüm ve düşmanlık yurdundan kendilerine bir çıkar yol göstermesi için Allah'a yalvardıkları halde dinlerinden ve inançlarından dolayı kaçıp İslam ülkesine hicret edemeyen ve bu yüzden Mekke'de Müşriklerin elinde büyük zorluklar çeken ezilmiş erkek, kadın ve çocuklar karşısında ruhların insancıllığını ve kalplerin duyarlılığını harekete geçirmek amacıyla onlara yönelmektedir. Onlara bu şekilde yönelmesinin bir diğer gerekçesi de, oyalanmadan ve ağırdan almadan koşmalarını istediği savaşta gözetecekleri en üstün amacı, en onurlu gayeyi ve en güzel hedefi göstermektir. ALLAH YOLUNDA SAVAŞMAYANLAR 75- Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz, bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize katından bir kurtarıcı, kendi katından bir destek i gönder' diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz. Allah yolunda savaşmaktan ve durumları ile müslümanın hami etini mü'minin onurunu ve genel anlamda insanlığın acıma duygusunu etkileyecek bir tabloda sunulan bu ezilmiş erkek, kadın ve çocukları kurtarmaktan nasıl geri kalabilirsiniz? Bu zavallılar çok ağır imtihan ve fitnelere maruz kalıyorlar. Çünkü onlar, inançları ve dinleri yüzünden bunca eziyete uğratılıyorlar. İnanç konusunda eziyet çekmek mal, toprak, can ve ırz konusunda mihnet çekmekten çok daha ağırdır. Burada insan, varlığının en başta gelen özelliğinde çile çekmektedir. İzzet-i nefs, namus, mal ve topraktaki hak bundan sonra gelir. Mazlum kadının ve zayıf çocuğun tablosu son derece etkileyici bir tablodur. Kendilerini savunamayan -özellikle bu savunma din ve inanç uğruna olursa- yaşlıların tablosu da bundan az etkileyici değildir. İşte bu tablo bütünüyle Cihad çağrısı esnasında gözler önüne serilmektedir. Bu da yeterli oluyor. Bunun için bu feryatlara karşılık vermekten çekinmek kınanmaktadır. Bu üslûp, derin etkili, duygu ve bilinçte uzun süre silinmeyen izler bırakan bir üslûptur. Burada İslâm'ın, memleket, toprak ve vatan düşüncesine biraz değinelim. "Zalimlerin yaşadığı belde..." olarak nitelendirilen ve İslâm'ın oradaki ezilmiş müslümanları kurtarmak için savaşı zorunlu gördüğü yer. bu konumuyla "Dâru'l-harp" -savaş ülkesi- sayılan Mekke'ydi. Bu derece hararetle oradaki müşriklerle savaşmaya çağrılan yurdu. Ayrıca ezilmiş müslümanlar da ordan çıkmak için bu denli içten dua ediyorlardı. Orada Allah'ın şeriatı ve hayat metodu egemen olmadığı, müminler dinlerinden dolayı eziyete, inançlarından ötürü işkenceye uğradıkları sürece oranın memleketleri olması İslâm açısından durumunu değiştirmez. Orası bizzat kendileri açısından "Savaş ülkesi"dir. Onu savunmak cihad anlamındaki bir savaş değildir elbette. Oradaki müslüman kardeşlerini kurtarmak için savaşabilirler ancak. Çünkü müslümanın koruyacağı sancak inancıdır. Uğruna savaşacağı toprak parçası ise, İslâm düzenini hayat metodu edinen "İslam ülkesi"dir. Bunun dışındaki tüm vatan anlayışları İslâm dışı cahiliye anlayışlarıdır. Bu tür düşünceleri İslâm tanımaz. MÜMİNLER ALLAH YOLUNDA CİHAD EDER Sonra, ilgileri uyandırmak, gayretleri harekete geçirmek, yolu aydınlatmak ve her grubun uğruna ortaya koyacakları çabaları, değerleri, gaye ve hedefleri açıklamak için diğer bir psikolojik yönlendirme yer almaktadır. 76- Müminler Allah yolunda, kafirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır. İlk dokunuşta insanlar yol ayrımında duruyorlar. Bir anda hedefler çiziliyor, çizgiler açığa çıkarılıyor, insanlar, iki ayrı sancağın altında, iki ayrı gruba bölünüveriyor. "Mü'minler Allah yolunda savaşırlar..." "Kâfirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar." Müminler Allah yolunda, O'nun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını yerleştirmek ve Allah adına "insanlar arasında" adaleti uygulamak için savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allah'ın tek başına ilah olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek... Kafirlerse Tağut uğrunda Allah'ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek, -Allah'ın izin vermediği- değişik şeriatleri yerleştirmek ve yine -Allah'ın izin vermediği- değişik değerleri oturtmak ve Allah'ın mizanı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar. İman edenler, Allah'ın dostluğuna, korumasına ve gözetimine dayanarak dururlar. Farklı sancakları, hayat metodları, şeriatları, yolları, değer ve ölçütleriyle kafirler, şeytanın dostluğuna dayanıp dururlar. Onlar bütün farklılıklarına rağmen şeytanın dostlarıdırlar. Yüce Allah, müminlere şeytanın dostlarıyla savaşmalarını, onların ve şeytanın hilesinden korkmamalarını emretmektedir. "... O halde, şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır." Böylece müslümanlar sarp bir arazide sırtlarını sağlam bir temele dayıyorlar. Allah için savaşmanın vicdan rahatlığı içindedirler. Bu savaşta herhangi bir çıkarları söz konusu değildir. Şahıslarına bir pay ayırmazlar. Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef gütmezler. Bu savaş tek başına Allah içindir. O'nun hayat metodu ve şeriatı uğrunadır. Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için savaşan batıl ehli bir kavimle karşılaşıyorlar. Çünkü batıl ehli, beşerin uydurduğu cahiliye sistemlerinin -zaten insanların koyduğu her sistem cahiliyedir- Allah'ın sistemine galebe etmesi için savaşırlar. İnsanların koyduğu cahiliye kanunlarının -zaten insanların koyduğu tüm kanunlar cahiliyedir- hükümran olması için savaşırlar. Yine batıl ehli kendi uydurdukları hükümlerin -Halbuki kendilerinin verdikleri tüm hükümler zulümdür- hükümran olması için savaşırlar. İnsanlar arasında uygulamakla yükümlü oldukları Allah'ın adaletinin galip gelmesi için savaşırlar. İşte müminler, yüce Allah'ın kendilerini koruyacağına ve karşılaştıkları kavmin dostunun şeytan olduğuna ve böylece son derece zayıf olduklarına inanarak savaşa girişiyorlar. Onlar bunun yanında şeytanın hilesinin zayıf olduğunu da biliyorlar. Bu yüzden, daha savaşa başlamadan, müminin duygusunda savaşın gidişi ve sonucu bellidir. Savaşta şehit düşse de o, sonuca güvenmektedir. Galip gelse, gözleriyle zaferi görse de görmese de büyük mükâfattan emindir. Her iki durum da eşittir kendi nazarında. İşte bu her iki duruma ilişkin gerçek düşünceden ilk müslüman toplumun hayatında meydana gelen ve Allah yolunda cihad tarihinin kaydettiği bir çok olağan üstlükler gerçekleşmiştir. Tarih boyunca birçok nesillerde bunun örnekleri görüle gelmiştir. Bunları burada sıralamamız mümkün değildir. Çünkü o kadar çok ve yaygındır ki... Tarihte bilinen kısa bir dönemde İslâm'ın olağanüstü yayılışı bu düşünceden kaynaklanmıştır. Kuşkusuz bu düşünce, İlahi metodun, düşman kamplara karşı müslümanlara kazandırdığı üstünlüğün bir yönünü oluşturmaktadır. Nitekim bu cüzde daha önce bu üstünlüğe işaret etmiştik. Bu düşüncenin oluşması da, Kur'an'ın mümin ruhlarda giriştiği eksiksiz ve kapsamlı savaşın bir yönünü oluşturmaktadır. Kur'an, müminlerle birlikte sayı, hazırlık ve malca üstün düşmanlarla da savaşa girişmektedir. Böylece düşmanlar bu yönden de geride kalırlar, yenilmeleri de kaçınılmaz oluyor. Biz bu düşüncenin oluşması ve sağlamlaşması için Kur'anï eğitim metodunun sarf ettiği çabayı görebiliyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Sadece dille söylenen kelimelerden ibaret değildir bu çaba. Aksine ruhun cimriliğini -ne pahasına olursa olsun- hayata düşkünlüğünü ve kâr-zarara ilişkin kötü düşüncesini tedavi etmek için sürekli bir çabadır bu. İşte aşağıdaki derste bu tedavinin ve sürekli çabanın devamı yer almaktadır. MÜSLÜMANLAR İÇİNDE BİR GRUP İNSAN Bundan sonra ayetlerin akışı, müslümanlardan bir grubun veya bir çoklarının -bir kısmının Mekke'deyken savaşmaya izin verilmediği dönemlerde işkence ve zulme uğratıldıkları zaman Müşriklerle savaşmak için izin isteyen Muhacirler olduğu rivayet edilmektedir. Ki o zaman kesin olarak yalnız Allah'ın bildiği nedenlerden dolayı savaşa izin verilmemişti. Ancak daha sonra değinileceği gibi bu hikmetin bir yönünü bilmekte yarar vardır. -Medine'de İslâm'ın bir devlet olduğunda ve yüce Allah, savaş izninin hem müslümanların hem de tüm insanlığın yararına olduğunu bilip savaş emrini verdiğinde -Kur'an'ın tasvir ettiği gibi- bu adamların "Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkup "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" dedikleri durumlarını hayretle karşılamak suretiyle sürmektedir. Bunlar; bir iyilik gördüklerinde "Bu Allah'tandır" bir kötülük gördüklerinde ise Resulullah'a "Bu senin yüzündendir" diyenlerdir. Yanından çıkana kadar Resulullah'a itaat ettiklerini belirtip ondan sonra da söylediklerinden farklı şeyler kuranlardırlar. Sır ya da tedbir hususunda bir emir aldıklarında hemen yayan kişilerdir bunlar. Evet bunların durum ve ruhsal hareketlerini, görülen ve algılanan bir sahne gibi tasvir eden Kur'an'ın ifade tarzı ile son derece hayret verici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Nitekim Kur'an hem bunların, hem de başkalarının, ölüm-hayat, ecel-kader, hayır-şer, kâr-zarar, kazanç-kayıp, ölçü ve değerlere ilişkin düşünce ve algılayışlarını düzeltmekte, bunların gerçek mahiyet ve hakikatlerini canlı ve etkili bir şekilde tasvir eden kendine özgü ifade tarzıyla açıklamaktadır. 77- Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler. Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız. 78- Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur. Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `bu Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki; Hepsi Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar? 79- Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter. 80- Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim ona sırt çevirirse bilsin ki biz seni onların başına korucu olarak göndermiş değiliz. Şu dört ayetlik grupta sözü edilen kişiler, bu dersin başında: "Sizden bu görevi ağırdan alanlar var" diye sözü edilen kişilerdir. Buna göre bütün konu bu davranışların ve bu sözlerin kaynağını oluşturan münafıklardan bu grubun etrafında odaklaşmaktadır. Bu görüşü tercih edebiliriz. Çünkü, bu ayetler grubunda münafıklık belirtileri açıkça görülmektedir. Müslüman safta yer alan münafık gruplardan bu tür söz ve davranışların çıkmış olması da hem tabiatlarına hem de geçmişlerine uygun düşmektedir. Nitekim Kur'an' n akışı, ayetler demeti arasında sağlam bir kaynaşma meydana getirmektedir. Ancak, "... Daha önce, `Savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca..." diye tanımlanan kişilerden söz eden ayetlerden birincisi -Münafıkların sıfatlarını belirtir konunun yakınlığı ve akış benzerliği açıkça görülse de- bütün ayetlerin münafıklardan söz ettiğine itibar emekte tereddüt etmemize neden oldu. Bunların -münafıkların dışında zayıf imanlı- muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu görüşünü kabul etme eğilimindeyiz. Çünkü zayıflık münafıklığın yakın belirtisidir. Bununla beraber, bu dört grubun dışındaki ayetler demeti, gerek bizzat müslüman safta üslenen münafık gruplardan birini ve gerek genel anlamda tüm münafıkları nitelendirsin, onlardan kaynaklanan söz ve davranışları ortaya koymaktadır. Bu noktada, birinci ayetler grubunun üzerinde durmamızın ve bunların zayıf imanlı veya henüz imani düşünceleri olgunlaşmamış ve inancın işaretleri kalplerinde ve akıllarında iyice açığa kavuşmamış kişileri vasf ettiğini kabul etmemizin nedenine gelince... Bunun nedeni, Mekke'deyken kendilerine savaş izni verilmeyip "...Savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin..." dendiği dönemde müşriklerin eziyetlerini savmak için yiğitlik gösterip heyecana kapılanların muhacirlerden bir grup olmasıdır. Bir an için Akabe biatında -şayet emrederse- münafıklarla savaşmak istediklerini Resulullah'a bildiren ve "biz savaşmakla emr olunduk" karşılığını alan yetmiş iki kişinin bu durumunu göz önünde bulundursak bile, Akabe biatına katılmış Ensar'dan. bu gurubu ne geri kalan ayetlerde sözü edilen münafıklar, ne de ilk ayetler grubunun tanımladığı zayıf imanlılarla bir tutmamızı gerektirmez. Çünkü bu örnek insanlarda hiçbir zaman bir münafıklık veya zayıflık belirtisi görülmemiştir. Allah tümünden razı olsun. Bu durumda en yakın ihtimal, bu ayetler grubunun -Medine'de kendilerini güvencede hissedip eziyetlerden kurtulan- savaş sorumluluğu karşısında ruhlarında zayıflık baş gösteren muhacirler hakkında olması geri kalan sıfatlar ise onlardan çok münafıklarla ilgili olmasıdır. Çünkü -beşeri zaaflarını kabul etsek bile- bu Muhacirlerden herhangi birinin iyilikten başka Resulullah'a kötülük isnat ettiğini veya huzurunda itaat ettiğini söyleyip geceleyin söylediklerinin dışında şeyler planladığını söylemek ağır gelmektedir bize. Bununla beraber, güvenlik veya korkuya ilişkin haberleri yaymak gibi bir sıfatlarının olmasını da uzak görmüyoruz. Bu ise düzenli bir eğitim olmayışını gösterir, münafıklığı değil. Doğrusu... -Bütün bu ayetler karşısında- kesin bir şey söylemeyecek bir konumdayız. Hatta, muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu söylendiği gibi münafıklardan bir grup hakkında da indiği söylenen ilk ayetler grubuna ilişkin de kesin bir şey söylemediğimiz gibi. Bu yüzden, muhacirleri, cihad karşısında oyalanmak ve geçen ayetlerde sözü edilen müminlerin başına gelen iyilik ve kötülükten kaçınmak gibi özelliklerden, iyiliği değil de kötülüğü Resulullah'a isnad etmek ve sadece iyiliği Allah'a havale etmek gibi bir tutumdan ve Resulullah'ın emrine uymayıp geceleyin komplolar düzenlemek gibi davranışlardan uzak görmek suretiyle ihtiyatlı davranıyoruz. Ayetlerin akışını bu şekilde bölmek, Kur'an'ın üslûbunu takip eden ve -uzun bir beraberlikten dolayı- Kur'an'ın ifade tarzını kavrayanlara zor gelse de... Yardım Allah'tandır. CİHAD KAÇKINLARI "Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan, bir grubu `Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı haksızlığa uğramazsınız." "Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur..." Yüce Allah, bu insanların durumunu hayret ettirici bir şekilde ifade ediyor. Mekke de müşriklerden işkence, zulüm ve fitne gören bu insanlar, Allah'ın dilediği bir hikmetten dolayı savaş izni verilmemişken yiğitlik gösterip savaş konusunda acele ediyorlardı. Allah'ın takdir ettiği uygun zamanda uygun şartlar oluşup -Allah yolunda- savaş emri verildiğinde ise bunlardan bir grubu şiddetli bir panik ve korku alıyor. Öyle ki savaşmakla emr olundukları insanlardan -oysa onlar da insandırlar- zâtı gibi hiç kimsenin azab edemediğini, O'nun gibi hiç kimsenin bağ vuramadığı Kahhar ve Cebbar olan Allah'tan korkar gibi "ya da bundan bile daha fazla korkuyorlar". Üzüntü, korku ve panik içinde "Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın?" diyorlar. Bir müminin böyle bir soru sorması çok gariptir. Bu onun bu dinin yükümlülükleri ve görevleri hakkındaki düşüncesinin açıklığa kavuşmadığını gösterip, bu isteklerinin ardından bitkin ve düşkün bir güvence istiyorlar. "Bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" Bu ağır ve korkunç yükümlülükle karşılaşmadan önce bir süre daha bekletseydin?. ' İnsanlar arasında aşırı yiğitlik gösterenler, çabucak heyecanlanıp ortaya atılanlar, iş ciddiyete binip olay karşısına geldiğinde ise en çabuk paniğe kapılan ve korkup hezimete uğrayanlardır. Hatta bu bir kuraldır da. Çünkü heyecan, öne atılma ve aşırı yiğitlik çoğu zaman sorumluluğun hakikatini değerlendirmemekten kaynaklanır; cesaret, dayanıklılık ve dirençten değil. Dayanma gücünün azlığından kaynaklanır. Sıkıntı, işkence ve yenilgiye dayanamamaktan... Bu dayanıksızlık, yükümlülüklerini değerlendirmeksizin onları hareket, savunma ve galibiyet arzusuna yöneltir. Bu yükümlülüklerin; değerlendirdiklerinden daha ağır, düşündüklerinden daha zor olduğunu görünce de paniğe kapılan, kaçıp dağılan ilk grubu oluştururlar bunlar. Bu arada, kendilerini tutanlar, zaman zaman uğradıkları sıkıntı ve işkencelere dayananlar işin gerektirdiği hazırlığı yapıp hareketin doğurduğu yükümlülüklerin hakikatini ve ruhların bu yükümlülükleri yerine getirme gücünü bilenler dayanırken, sabrederken, işin gerektirdiği hazırlığı yapıp acele etmezken; hemen öne atılanlar ve heyecanlanıp yiğitlik gösterenler onları zayıf sanırlar. Acele etmemeleri ve işleri ölçüp biçmeleri hoşlarına gitmez. Tabii ki hangi grubun daha dayanıklı olduğu ve hangisinin uzak görüşlü olduğu savaş alanında açığa kavuşur. Genel kanıya göre ayetlerin kastettiği grup; Mekke'de dayanılmaz işkencelerin yaktığı ve bu işkenceleri onurlarına yediremeyen zümredir. Bu yüzden gayrete gelip Resulullah'tan kendilerini savunmak ve onurlarını korumak için savaş izni vermesini istemişler. Ancak Resulullah bu konuda; yavaş yavaş, bekleyerek, eğitim, hazırlık ve uygun zamanı gözetmek şeklinde Rabbinin emrine uyuyordu. Daha sonra bu grup Medine'de kendilerini güvencede hissedip artık işkence ve horlanma ile karşılaşmayıp olaylardan şahıslarına bir zarar dokunmaz olunca savaşın gereğine inanmaz veya en azından savaşın zorunluluğuna bir neden görmez oldular. " . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler." Bu grup bizzat mü'minler de olabilir. üzüntü ve yakarışla Allah'a yönelmeleri bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunu da hesaba katmamız gerekir. Çünkü henüz olgunlaşmamış bir düşünceye sahip biri, bu dinin yeryüzündeki görevini algılayamaz ve cihadın kişilerin, ulusların ve ülkelerin korunmasından daha önemli olduğunu bilemez. Bu dinin fonksiyonlarının arasında; Allah'ın insanlar için seçtiği hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek vardır. O'nun adil düzenini dünyanın dört bir yanında kurmak ve Allah'ın davasının karşısında hudutların kapanmasını engellemek veya yeryüzünün herhangi bir yerinde fertlerle dâvâ arasında engel olmaya çalışanları bertaraf etmek gerekir. Yine kendi isteğiyle dinini seçenin bundan dolayı -ne şekilde olursa olsun rızkını temin edip yaşamını sürdürmesini sağlamak için yeryüzünde otorite sahibi etkin bir güç oluşturmak da gerekir. İşte bütün bunlar kişilerin işkenceye uğratılıp uğratılmamasından çok daha önemli şeylerdir. O halde -hatta hiçbir tehditle karşılaşmadan varlıklarını sürdürdüklerini farz etsek bile- Medine'deki güvenli ortam müslümanların oradaki görevlerinin bitmesine ve cihattan el çekmelerine neden olamazdı. Henüz olgunlaşmamış iman, kişinin kendini işin dışında görmesine neden olabilir. Sadece Allah'ın emrine kulak vermek, onun illet (neden) ve maul (bağ), sebep ve müsebbib (var eden) -sorumlusu hikmetini bilsin veya henüz algılamamış olsun- onun son söz olduğunu kabul etmek ve belirtileri henüz açığa kavuşmamış bir düşünce mümine bu dinin yeryüzündeki fonksiyonunu ve -mümin olarak- kendi görevini ve kendisinin yüce Allah'ın bu hayatta dilediği şeyi onunla uyguladığı kaderinden bir parça olduğunu öğretebilir. Bu yüzden Kur'anî akışın tasvir ettiği böyle bir tutum kendisinden kaynaklanınca bu şekilde hayret ve bu denli nefretle karşılanması zorunludur. Ancak yüce Allah -Mekke'de- zalimleri yenmek, düşmanı püskürtmek ve güç kullanarak işkenceleri bertaraf etmek için müslümanlara niçin izin vermemişti. Birçokları bunu yapabilirdi. Zayıf veya ezilmiş kişiler değillerdi. O zaman azınlıkta olmalarına rağmen kendilerine yönelik saldırılara karşı koymaktan aciz değillerdi. Bazı müslümanların çekilmez işkence ve azaba uğratılmasına, bu işkencelerin kiminin gücünü aşmasına, kimisini dininden bile döndürmesine ve kimisinin de uzun süren işkencelere dayanamayıp baskılar altında can vermesine rağmen; savaştan uzak durmanın, namaz kılıp zekât vermenin ve sabredip dayanmanın hikmetine gelince... Bunun hikmetini kesin bir şekilde belirleyecek değiliz. Böyle bir durumda Allah'ın bize açıklamadığı bir hikmeti uydurmuş oluruz. Allah'ın emirlerine birtakım sebep ve illetler farz etmiş oluruz. Bunlar gerçek sebep ve illetler olmayabilir de olabilir de. Ancak bunların ötesinde yüce Allah'ın, içinde bizim için hayır ve iyilik olduğunu bildiği, fakat bize açıklamadığı başka sebep ve illetler de olabilir. Müminin herhangi bir yükümlülük veya yüce Allah'ın açık, kesin ve kat'î bir sebebini bildirmediği Allah'ın şeriatından herhangi bir hüküm karşısındaki tavrı budur. Bu hükmün veya yükümlülüğün yerine getiriliş hikmetine ilişkin aklının algıladığı ve güzel gördüğü tüm düşünceleri birer ihtimal olarak değerlendirmek gerekir. Bir kişinin Allah'ın koyduğu hükümlere ilişkin bilgisi, aklı ve düşüncesi ne kadar güvenilir olursa olsun, gördüğü şey için "hikmeti budur", nass olarak Allah'ın dilediği hikmet bundan ibarettir, "Bunun ötesinde ve bundan başka birşey söz konusu değildir" diye kestirip atması doğru değildir. Bu titizlik, Allah'a karşı takınılması gereken edebin gereğidir. Bu bir şeyin tabiatı ve hakikatını ilişkin Allah'ın ilmi ile insanların bilgisi arasındaki farklılığın zorunlu bir sonucudur. İşte biz, cihadın Mekke'de farz edilmeyip Medine'de farz edilmesinin hikmetini bu zorunlu edep tavrı çerçevesinde ele alıyoruz. Görebildiğimiz hikmet ve sebepleri zikrediyoruz. Ancak bunların sırf birer ihtimal olduğunu biliyoruz. Bunun ötesini Allah'a bırakıyoruz. Ondan başka kimsenin bilmediği ve açık bïr nassla belirleyip haber vermediği sebep ve illetleri, emrinin zorunlu bir sebebi olarak görmüyoruz. Bunlar, bir çalışmanın sonucu ortaya konan sebeplerdir. Yanlış ta olabilir doğru da. Bunları azaltmak mümkün olduğu gibi çoğaltmak da mümkündür. Ancak zamanın akışıyla birlikte meydana gelen olayların bize gösterdiği sonuçlara uygun olarak Allah'ın hükümlerini düşünmekten başka bir şey yapamayız. |