Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 18:57   Mesaj No:24

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:116
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri

Yüce Allah'ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür gerçeğine tamamen uygun düşmektedir.
Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü birbirinden ayırd etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların değişmezliği gibi değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına uygun ve imkanları dahilinde hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu "gerçek" küfür, "görüntü"de iman olsa yine durum değişmeyecektir.
Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o zaman hak ile batıl arasındaki savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu batıl, aldatıcı ve kabarık bir görünüme sahip olabilir.
Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız da onu darmadağın eder. Bir de bakarsınız batıl yok oluvermiş. (En'am Suresi, 18)
"... Allah kafirlere; müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Müminleri güvene sevk eden, yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kafirleri dost edinen münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin akışı münafıkların aşağılayıcı bir portrelerini daha çizerek devam ediyor. Bunun yanında durumlarının ne kadar iğrenç olduğu ve yüce Allah'ın onlara yönelik tehdidi de ifade edilmektedir:
"Münafıklar Allah'ı aldatmaya yelteniyorlar, ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah'ın adını pek az anarlar."
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın."
Bu da ilahî hayat sisteminin mümin gönülleri okşayıcı bir diğer atağıdır. Çünkü bu gönüllerin Allah'ı aldatmaya kalkışan bir toplumdan nefret etmesi kaçınılmazdır. Sonra bu gönüller, gizli, kapalı her şeyi bilen yüce Allah'ın aldatamayacağını çok iyi bilirler. Allah'ı aldatmaya kalkışan birinin kötülük, bilgisizlik ve büyük bir gaflet içinde olmasının zorunlu olduğunu çok iyi kavrarlar. Bu yüzden Allah'ı aldatmaya yeltenen bu adamlardan nefret ederler. onları hor görürler, küçümserler.
Bu ataktan sonra, onların yüce Allah'ı aldatmaya kalkıştıkları anlatılmaktadır. Oysa "Asıl Allah onları aldatır." Yani onlara süre tanır, sapıklıklarıyla baş başa bırakır. Kendilerine gelmelerini sağlayacak bir musibetle onları uyarmaz. Gözlerini açacak bir felaketle onları uyandırmaz. Uçurumdan aşağı düşene kadar kendi hallerinde bırakır. İşte yüce Allah'ın onları aldatması budur. Çoğu zaman felakettir ve sıkıntılar yüce Allah'tan birer rahmettir; kulların başına gelince çabucak hatadan dönmelerini sağlayan veya daha önce bilmediklerini öğreten... Aynı şekilde sapık günahkarların sağlıklı bir şekilde bolluk içinde hayat sürdürmeleri, yüce Allah'ın onlara süre tanıması anlamındadır çoğu zaman. Çünkü onlar, günah ve sapıklıkta öyle bir noktaya gelmişler ki, bir musibet, bir uyarı almaksızın en kötü sonuca ulaşıncaya kadar öylece bırakılmayı hakketmişlerdir.
Ardından ayetlerin akışı, mümin gönüllerde, nefret ve horlamadan başka hiçbir etki bırakmayan ayıplayıcı ve aşağılık bir portrelerini çizmektedir.
"Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah'ın adını pek az anarlar."
Onlar Allah ile buluşmanın onun huzurunda durmanın, ona bağlanmanın, ondan yardım istemenin arzu ve hararetiyle namaza durmuyorlar. İnsanlara gösteriş yapmak için namaz kılıyorlar. Bu yüzden, ağır bir işi yapan ya da sıkıntılı bir işe koşturulan biri gibi ciddiyetsiz ve isteksiz ayakta dikilirler. Aynı şekilde Allah'ı da pek az anarlar. Onlar bir şey yaparken Allah'a yönelmezler, amaçları insanlara gösteriş yapmaktır.
Bu, hiç kuşkusuz müminin zihninde nefret uyandıran bir tablodur. Gönüllerinde küçümseme ve tiksinti duygularını harekete geçirir. Bu bilincin bir gereği olarak, münafıklara mesafeli davranmalıdırlar. Kişisel ve çıkara dayalı ilişkilere önem vermemelidirler. Müminlerle münafıkların ilişkilerini kesmede, hikmetli eğitim metodunun bir aşamasıdır bu.
Ayetin akışı, ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı tabloyu çizmeye devam ediyor:
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen yol bulamazsın."
Yalpalayıp duran, kararsız, sallantılı, istikrarsız ve dayanaksız bir konum. İki saftan birine; mümin ya da kafir saffa yar olmama... Böyle bir konum mümin gönüllerde, aynı şekilde küçümseme ve tiksintiden başka bir etki bırakmaz. Aynı zamanda münafıkların kişilik bakımından da zayıf olduklarını göstermektedir. Bu tarafta ya da o tarafta, kesin bir konum edinememelerine neden olan, bu kişilik zayıflığıdır. Gerek bu tarafta gerek o tarafta yer alıp, açıkça bir görüş, bir inanç ya da konum belirlemelerine engel teşkil etmektedir bu zayıflık.
Bu aşağılayıcı portrelerin ve bu kararsız konumların ardından, yüce Allah'ın azabını hakketmelerine, hidayete ermeleri için yardım edilmeye layık olmadıklarına, bu yüzden kimsenin onları doğru yola iletemeyeceğini ve esasında doğru bir yolda bulunmalarının mümkün olmayacağına ilişkin bir ifade yer almaktadır:
"Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın."
Buraya kadar ayetlerin akışı, münafıklardan tiksinmeleri, onları küçümsemeleri ve onları kişilik bakımından oldukça zayıf görmeleri konusunda mümin gönüllerde, büyük bir etki bırakmaktadır. Şimdi de münafıkların yoluna uymamaları konusunda uyarmak için, hitap müminlere yönelmektedir.
Münafıkların yolu ise -daha önce söylendiği gibi- müminleri bırakıp kafirleri dost edinmektir. Ayet-i kerime, onları Allah'ın yakalayıp intikam almasından sakındırıyor. Bu arada ahirette münafıkların varacağı yer de tasvir etmektedir. Bu, dehşet verici, korkunç bir yerdir. Küçültücü olduğu kadar aşağılık bir yerdir de.


144- Ey müminler, sakın müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeyiniz. Yoksa Allah'a, aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. Onlara yardım edecek hiç birini bulamazsınız.
146- Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'ın ipine sarılanlar, sırf Allah'a bağlananlar bir dindarlığı benimseyenler işte bunlar, müminlerle beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.
Burada, müminleri, çevrelerinde bulunan insanlardan ayıran, onları farklı kılan sıfatlarıyla yapılan çağrı tekrarlanmaktadır. Bununla hayat sistemleri, davranış biçimleri ve realiteleri iyice belirginleşmektedir. Bu sıfatla çağrıya karşılık vermektedirler, direktiflere bununla uymaktadırlar.
Münafıkların yoluna uymaktan, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmekten sakındırılmaları konusunda, bu sıfatla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz o günkü müslüman toplum da böyle bir çağrıya ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü müslüman toplum içinde yer alan kimi müslümanlarla; Medine'deki yahudiler, duygusal yönden de olsa kimisiyle de; Kureyşliler arasındaki bağlar henüz devam ediyordu. Kimi müslümanlar diyoruz, çünkü cahiliye toplumuyla -babaları, oğulları dahi olsa- tüm bağlarını koparan başka müslümanlar da vardı. Etrafında birleştirecek tek bağ, korunacak tek ilgi, yüce Allah'ın öğrettiği gibi sadece inançtı onların yanında.
İşte nifak ve münafıkların o aşağılayıcı, nefret uyandırıcı ve iğrendirici tabloları çizildikten ve Allah'ın gazabından, yakalayıp intikam almasından sakındırıldıktan sonra, nifak ve münafıkların yolu budur, uyarısına sürekli ihtiyaç duyan bu kimi müslümanlardı:
"Yoksa Allah'a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?"
Allah'ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman yeterlidir çünkü.
Mümin gönüllere doğru uzanan bir yola daha başvuruluyor. Ancak doğrudan onlara yönelmiyor, sadece ima ederek yöneliyor. Münafıkları bekleyen korkunç, dehşet verici ve aşağılayıcı sonucu açıklamaktan ibarettir bu yol:
" . Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. onlara yardım edecek hiç birini bulamazsın."
En alt kat... Kendilerini kurtaramadıkları, üzerine çıkamadıkları, toprağın üzerlerine yapıştırdığı, yeryüzü ağırlığına uygun bir dönüş yeridir bu. Arzu ve isteklerin, ihtiras ve korkunun, zaaf ve aşağılığın ağırlığıdır. Bu ağırlık onları, müminleri oyalayıp kafirleri dost edinme çukuruna yuvarlatmıştır. Böylece hayatta bu aşağılık konumu benimsemişlerdir. "İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar."
Onlar daha dünya hayatındayken kendilerini bu aşağılık yere hazırlayıp alıştırıyorlardı: "Cehennemin en alt katı..." Burada ne bir yardımcıları ne de bir kurtarıcıları söz konusudur. Onlar dünyadayken kafirleri dost edinmişlerdi. Şimdi kafirler onlara yardım etseler ya?
Bu korkunç sahneden sonra kurtuluş kapısı açılıyor onlar için. Kurtulmak isteyenlere tevbe kapısı açık tutuluyor:
"Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'ın ipine sarılanlar, sırf Allah'a bağlanan bir dindarlığı benimseyenler, işte bunlar, müminler ile beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir."
Başka yerlerde "Tevbe edenler, durumlarını düzeltenler bu hükmün dışındadırlar.' denmektedir. Çünkü tevbe ve durumu düzeltmek; Allah'a bağlanmak ve dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak da belirtilmektedir. Çünkü bu ayet, yalpalayıp duran, münafıklık yapan ve Allah'tan başkasını dost edinen ruhlarla karşılaşıyordu. Bu yüzden, tevbe ve durumu düzeltmenin yanında, Allah için her şeyden soyutlanmanın, sadece ona bağlanmanın ve bu ruhların şu kararsız duygulardan, kaypak huylardan kurtulmalarının da belirtilmesi son derece uygun düşmektedir. Böylece sadece Allah'ı bağlamakla, güç ve birlik sağlayabilirler. Allah için her şeyden kurtulmakla, samimi ve arınmış olabilirler.
Bununla, münafıkları dünya hayatında yere yapıştıran, ahiret hayatında da cehennemin en alt tabakasına yuvarlatan ağırlık hafiflemiş oluyor.
Bununla, tevbe eden münafıklar, sadece Allah'ın ,şerefi ile şereflenen, imanla yücelen, iman gücüyle yeryüzü ağırlığından kurtulan müminlerin saffına yükselirler. Müminlerin -ve onlarla birlikte olanların- mükafatı ise bellidir.
"Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir."
Bu çeşitli mesajlarla; müslüman toplumda yer alan münafıkların gerçek durumları ortaya çıkarılmış, etkileri azaltılmış, müminler, nifak dönemeçlerine sapmaktan uyarılmış ve onları bekleyen sonuçtan sakındırılmış oluyor. Bu arada, içinde iyilik bulunanların kendini kurtarmaya, sadakatle, isteklice ve içtenlikle müslüman saffa katılmaya çalışması için, münafıklara da tevbe kapısı açık tutuluyor.
Son olarak şu olağanüstü, duygulandırıcı ve derin etkili ifade yer almaktadır. O, korkunç cezayı ve büyük mükafatı bildirdikten sonra. Bununla, yüce Allah'ın, kullarına azap etmeye ihtiyaç duymadığını, insanlara kavratma amacı güdülmektedir. Yüce Allah'ın onlara şahsi bir kinimi var ki, bunun için üzerlerine azap yağdırsın? Yüce Allah'ın, gücünü ve otoritesini bu yolla göstermeye ihtiyacı yoktur. Aynı şekilde, insanları cezalandırmak için de bir arzusu söz konusu değildir. Nitekim putperest efsaneleri, bu tür düşüncelerle doludur. Aksine, Allah'a iman edip, O'na şükretmek insanların çıkarınadır. İman ve Allah'a şükür atmosferinde birbirlerini sevmeleridir istenen. Kuşkusuz yüce Allah, salih amel işleyenlere karşılığını verir ve O ruhların gizliliklerini çok iyi bilir:

147- Eğer Allah'a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz Allah, şükre karşılık verir ve her şeyi bilir.
Evet, şayet şükreder ve inanırsanız, Allah sizi niye cezalandırsın? O, inkar ve nankörlüğün karşılığı olarak azap verir. Belki şükretmeye ve inanmaya yöneltir diye, bir tehdit olarak kullanır azabını. Azap etmek istediği, işkenceye arzusu, acı çektirmekten zevk almak, güç ve otorite gösterisinde bulunmak, söz konusu değildir. Yüce Allah, bütün bunlardan yücedir, uludur. Ne zaman şükür ve iman ile korunursanız, Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu ile karşılaşacaksınız. Allah'ın, kuluna karşılık verişini ve kullarından haberdar oluşunu göreceksiniz.
Yüce Allah'ın, kuluna teşekkürle karşılık vermesi, göçüle derin şefkat duygularını akıtmaktadır. Yüce Allah'ın teşekkür etmesinin hoşnutluk anlamında olduğu bilinmektedir. Hoşnutluğun gerektirdiği sebep anlamı da vardır. Ancak yüce Allah'ın teşekkür etmesi, ifade olarak derin etkileri söz konusudur.
Yoktan var eden, lütfedip nimetler veren, alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı... İyi davranışları, imanları ve iyilikleri karşısında kullara teşekkür ediyorsa... Onlara, imanlarına, şükür ve iyiliklerine ihtiyacı olmadığı halde yoktan var eden, lütfedip nimetler veren ve alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı teşekkür ediyorsa... Rızıkları veren, lütfedip nimet bahşeden, yaratıcı karşısında, yaratılmış, sonradan var edilmiş ve Allah'ın nimetleri içinde yüzen kulların ne yapması gerekir?
Dikkat edin, bu kalpleri harekete geçiren, utandıran ve karşılık vermesini sağlayan, derin olduğu kadar şefkatli bir ifadedir.
Dikkat edin bu, yolun belirtilerine yönelik aydınlatıcı bir işarettir. Bahşeden, nimetler veren, kullarına teşekkür eden ve herşeyi bilen yüce Allah'a giden yolun..
Kur'an'ın otuz cüzünden biri olan bu cüz, müslüman toplum hayatında girişilen uygulama, inşa, onarım, arındırma ve sağlamlaştırma faaliyetlerinin şu olağanüstü kısmını içermektedir. Böylece ruhsal alanda, toplum pratiğinde ve sosyal düzende şu muazzam, uyumlu ve geniş yapıyı meydana getirmektedir. Yeni bir insanın doğuşunu ilan etmektedir. İdealistlik ve realistlik her alanda beşeri enerjisini sarf etmesine yardımcı olmakla beraber arınmışlık ve temizlik bakımından, bundan önce ve sonra, insanlık bu doğuşun bir benzerini görmemiştir. İlahî hayat sisteminin cahiliye bataklığından çıkardığı; yavaş, yavaş daha yükseğe, erişilmez zirveye kolaylık, şefkat ve yumuşaklıkla çıkarttığı insanın...
6. CÜZ
Bu cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm dördüncü cüzün sonlarında başlayan beşinci cüzün tümünü kapsayan son kısmı da, şu cüzde yer alan Nisa sûresini bütünlemektedir. İkinci bölüm ise -kalan cüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır- Maide sûresinin başlangıcıdır.
Burada birinci bölüm hakkında sözü kısa tutacağız. Amacımız Maide sûresinin "kişiliğini" ve konularını bu kitapta uyguladığımız yöntem uyarınca bir bütün olarak sunmaktadır, Allah'ın yardımı ile...
Nisa sûresinin geri kalan kısmı da dördüncü cüzde yer alan girişinde açıkladığımız sûrenin genel metodu doğrultusunda devam etmektedir. Ancak çok özel bir şekilde de olsa burada sûrenin sunuş metoduna değinmemiz yerinde olacaktır.
Kuşkusuz bu sûre, İslâm'ın, daha yükseğe, erişilmez zirveye çıkarmak için cahiliye bataklığından çekip çıkardığı insanların oluşturduğu müslüman toplumun vicdanında, İslâm düşüncesinin tutarlı yapısını kurmaktadır. Aynı şekilde bu vicdanlarda çöreklenen cahiliye kalıntılarını gidermektedir. Yada daha önce dediğimiz gibi cahiliyenin izlerini silip yerine İslâm'ın belirtilerini yerleştirmektedir.
Sonra bu sûre, -yeni düşüncenin ışığında- müslüman ümmetin vicdanını, ahlâki yapısını ve toplumsal geleneklerini; yeni baştan düzenlemek, gerek ahlâk, gerekse gelenek bakımından cahiliye kalıntılarından kurtarmaktadır. Düşünce ve inanç noktasında cahiliye tortularını giderdiği gibi, sağlam yapılı ilahi sistem uyarınca toplumsal hayatını ve ailesel ilişkilerini de düzenlemektedir.
Sûre, -bunların yanında- bozuk inançları ve bu inançları benimseyen müşrikleri, yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab'ı karşılamaktadır. Bu inançları düzeltme yönüne gitmekte ve bu inançların bozulmasına neden olan sapıklıkları giderip, doğrusunu yerleştirmektedir.
Ardından sûre, müslüman toplumla birlikte genelde Ehl-i Kitab, özelde yahudilere karşı, şiddetli bir savaşa tutuşmaktadır. Çünkü Rasulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'ın Medine'ye varmasından beri, bu yeni çağrıya karşı çıkan onlardır. Yahudiler, bu yeni çağrının, Medine'deki varlıklarına ve seçkin konumlarına, Allah'a yakınlık bakımından öncelikli olma iddialarına ve kendilerini Allah'ın seçkin halkı olarak kabul etmelerine karşı bir tehlike oluşturduğunu anladıkları andan itibaren karşı koymuşlardı. Her türlü silaha başvurarak, yeni çağrıya karşı başlattıkları savaşın nedeni budur. Bu arada sûre, onların gerçek özelliklerini, başvurdukları yöntemleri ve kendi peygamberleriyle geçirdikleri tarihi gözler önüne sermektedir. Temsilcisi kim olursa olsun, kendilerinden olan bir peygamber, bir komutan bir uyarıcı dahi olsa, hak çağrısı karşısındaki tutumlarını ortaya çıkarmaktadır.
Ayrıca sûre -bütün bunlardan sonra- müslüman ümmete omuzlarına yüklenen sorumluluğun büyüklüğünü, kendisine takdir edilen rolün önemini açıklamaktadır. Bu arada, hazırlanmalarının, arındırılmalarının, vicdanlarında ve hayatlarında cahiliye kalıntılarının giderilmesinin hikmetini, bu işin gerektirdiği uyanıklık ve güç hazırlama zorunluluğunun nedenini ve bu önemli rolün istediği yükümlülükleri yerine getirmesinin kaçınılmazlığının sebebini açıklamaktadır. Ruh aleminde, realite dünyasında verilen cihad ve katlanılan ağır fedakarlıklar bu yükümlülükler karşısında yer almaktadır.
Tüm bölümleriyle sûre bu doğrultuda devam ediyor. Sûrenin bu cüzde yer alan kısmı da aynı yöntemin bir parçası olarak yoluna devam etmektedir.
Bu cüz, vicdan ve toplum temizliğinin bir yönüyle başlamaktadır. Müslüman toplum atmosferinde, güven duygusunu yaygınlaştırmakta, haksızlığa misillemede bulunurken adaletli olmayı, affetmeye ve hoşgörülü davranmaya teşvik etmenin yanında, toplum içinde dedikodu çıkarmayı da önlemektedir. Bu arada zulme uğramış birinin misillemede bulunmasının dışında, yüce Allah'ın kötülüğün yaygınlaşmasından hoşnut olmadığını açıklamakla birlikte, yüce Allah'ın kötülüğü affetmeyi sevdiğini de açıklamaktadır. Çünkü O, bağışlayıcıdır, herşeye gücü yetendir.
Sonra İslâm düşüncesinin mahiyeti açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre, Allah'ın dini tektir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberler de bu tek dinin taşıyıcıları ve sürekli bir kafile konumundadırlar. Peygamberler arasına bir ayırım koymanın, getirdiklerine farklı gözle bakmanın açık küfür olduğunu açıklamaktadır cüz. Bu açıklama, kendi peygamberleri dışında ırkçılık ve kindarlık nedeniyle peygamberliği inkar eden -Ehl-i Kitap'tan- yahudilerin eleştirildiği bir sırada yapılmaktadır.
Bu noktada; yahudilerin kendi peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları olan Musa (a.s)'ya verdikleri eziyetleri ortaya çıkaran bir gezinti başlıyor. Bu sayede kötü hareketleri, en büyük peygamberleri Musa (a.s) da dahil olmak üzere hakka ve hak davetçilerine karşı tutumları, ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa (a.s)'ya ve annesine karşı tutumları -Allah'ın yasakladığı ve sevmediği dedikoduları çıkarmaları- da gözler önüne serilmektedir. Bu arada peygamberimize İslam'a ve görünüm olarak hakkın son davetine karşı takındıkları tavır da gün yüzüne çıkmaktadır. Yahudilerin Mesih (a.s)'e attıkları iftiralar ve O'nu öldürmekle övünmeleri münasebetiyle, Kur'an-ı Kerim, bu iddianın mahiyetini bildirmektedir. Haksızlık yapmaları, insanları Allah'ın yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını gayr-i meşru yollarla yemeleri nedeniyle yüce Allah'ın yahudileri nasıl cezalandırdığını, dünyada kendilerine daha önce helal kılınan bazı şeylerin haram kılındığını ve ahirette kendilerine bekleyen acıklı azabı hatırlatmaktadır. Bu arada ilimde derinleşenler ve hakkı öğrendikten sonra iman edip hakka uyanlar bu hükmün dışında tutulmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, yahudilerin Hz. Peygamberin peygamberliğini inkar etmelerine cevap verirken, bunun son derece tabii ve alışılmış bir şey olduğunu hayret edilecek, garipsenecek ya da inkar etmeyi gerektirecek birşey olmadığını bildirmektedir. Çünkü Hz. Peygamberimiz Nuh (a.s)'dan sonra İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman ve Davud (selâm üzerlerine olsun) gibi yahudilerin kimini kabul ettikleri kimini de taassub ve kinlerinden dolayı kabul etmedikleri peygamberlerden buyana, yüce Allah'ın insanlara elçi gönderme kanunu uyarınca gelmişti Resulullah. Yüce Allah'ın kullarına müjdeleyici ve korkutucu peygamberler göndermesi de son derece doğaldır.
"Peygamberlerden sonra insanların ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri olmaması için." (Nisa Suresi, 165) Bu doğallığın ötesinde zorunlu bir iştir de.
Ancak yahudilerin inkarı karşısında, yüce Allah'ın ve meleklerin şahitliği yer almaktadır ayet-i kerimede. Allah'ın şahitliği yeterlidir kuşkusuz. Bunun yanında kafir olanlar ve Allah'ın yolundan insanları alıkoyanlar; kafir ve zalimler, tehdit edilmektedirler. Yüce Allah'ın onları bağışlamayacağı, içinde sürekli kalacakları cehennemin yolundan başka bir yola hidayet etmeyeceği bildirilmektedir. Bunun ardından tüm insanlara yönelik bir çağrı yer almaktadır. Onlara bu peygamberin hak üzere Rableri tarafından gönderildiği bildirilmektedir. Ayrıca bu peygambere inanmaları istenmektedir, aksi takdirde göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah'a ait olduğu gerçeği ilan edilmektedir. Kuşkusuz insanlar bu peygamberliğin doğruluğunu gözleriyle gördüler ve bu çağrıyla da muhatap oldular. O halde, göklerin ve yerin sahibinin çağrısı karşısında takındıkları tavrın sonucuna da katlanacaklardır.
Böylece Ehl-i Kitab'tan yahudilerle yapılan gezinti de sona ermiş oluyor. Bu sayede özellikleri, başvurdukları yöntemleri, eskiden beri alışkanlık haline getirdikleri kötülükleri ortaya çıkarılmış oluyor. Bu şekilde hile ve tuzakları etkisiz hale getirilmiş ve Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in peygamberliği hakkında gerçek söz söylenmiş oluyor. Bu konuda yüce Allah'ın şahitliği insanlara bir delil olarak sunuluyor. Bunun yanında peygamberlerin ve hak davetçilerin büyük sorumlulukları da bildirilmektedir. Bir taraftan insanlar için kanıt oluşturmak, öte taraftan tüm insanların sorumluluğunun peygamberlerin ve müminlerin boynunda olması, bu sorumluluk içinde yer almaktadır. Bunun nedeni, insanları Allah'ın azabından kurtarmak ya da cezayı hakk edenin, bir delilden sonra hakketmesini sağlamaktır. Kuşkusuz bu son derece önemli ve ağır bir sorumluluktur.
Yahudilerle yapılan bu gezinti sona erdikten, yüce Allah, Meryem oğlu İsa (selâm üzerine olsun) ve annesi hakkında çıkardıkları söylentileri yalanladıktan sonra, İsa (selâm üzerine olsun)'ya uyan hıristiyanlarla yapılan ikinci bir gezinti başlamaktadır. Bununla, Allah'ın kulu ve peygamberi olan Mesih'e ilişkin aşırılıklarını düzeltmek, onları bu aşırılıklardan el çektirmek ve bu konuda gerçeği yerleştirmek amaçlanmaktadır. Kuşkusuz Mesih (a.s) Allah'ın kuludur ve ona kul olmaktan da kaçınmaz. Melekler de öyle. Böylece Ruhul Kudüs'e ilişkin iddiaları düzeltilmiş, teslis inancı ve yüce Allah'ın baba olduğu savı reddedilmiş oluyor.
Bu düzeltme işlemi esnasında, dosdoğru İslam düşüncesi de yerleştirilmiş oluyor. Böylece sorun tamamıyle ilahlık ve kulluk çerçevesinde ele alınıyor. Yüce Allah'ın, ilahlığı, O'ndan başka herkesin ve herşeyin kulluğu... Kuşkusuz bu İslâm inancın büyük bir kuralı, açık bir özelliği ve temel bir ilkesidir.
Bunun için müminlere yönelik müjdeleme yer alırken, Allah'a kul olmaktan kaçınan kafirlere yönelik de bir korkutma yer almaktadır. Yahudilerle birlikte çıkılan birinci gezintinin sonunda olduğu gibi burada da Rabbleri tarafından bir kanıt, apaçık bir nur geldiğine, bundan sonra karşı çıkanların ileri sürebilecekleri bir bahanenin, kuşku ve mazeretin olmadığına ilişkin, tüm insanlara yönelik bir duyuru yer almaktadır.
Sure (Kalale: Babası ve çocuğu olmayan ölü) konusunda, mirasın geri kalan hükümlerini içeren bir ayetle son bulmaktadır. Kalale'nin bazı durumları daha önce sûrede açıklanmıştı. Bu ayet Kalaleye ilişkin hükümlerin geri kalan kısmını oluşturmaktadır. Bununla İslâm, müslüman toplumu -sûrenin başlarında dediğimiz gibi- kendine özgü belirgin özellikleri ve bağımsız bir düzeni olan bir ümmete dönüştürmüştür. Böylece beşer hayatında, insanlık aleminde üstlendiği önemli rolü yerine getirmiş oluyor. İnsanlığa öncülük, önderlik ve yol göstericilik yapmak...
Sûrenin bütününde ve ondan bir parça olan şu kısımdan, toplumsal ve ekonomik düzenleme ile ahlâkı güzelleştirme, inanç ve düşünceyi düzeltme, müslüman cemaate pusu kuran düşmanlarla savaşa tutuşmak, bu toplumun yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluk ve rolün önemini vurgulamak bir arada yürütebileceği anlaşılmaktadır. Bir de -bu davanın kitabı ve bu ümmetin anayasası olan- Kur'an'ın, bütün bunları son derece kapsamlı, eksiksiz, dengeli ve özenli bir şekilde yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Kur'an'ın uyguladığı bu yöntem, yeni baştan sorumluluğunu ve rolünü yüklenmesi için bu ümmeti, yeniden inşa etmek, yaşatmak ve diriltmek isteyen herkesin, davet metodunu ve hareket metodunu, Kur'an'dan almasını zorunlu kılmaktadır. Kur'an, ilk defa olduğu gibi şimdi de rolünü yerine getirmeye hazırdır. O, her zaman aşamasında, insan ruhuna yönelik Allah'ın kitabıdır. Onu en iyi anlayan, onunla kafirlere, münafıklara, sapık Ehl-i Kitab'a karşı cihad eden ve insanlık tarihinde onunla eşine rastlanılmayan bir ümmet meydana getiren zatın dediği gibi, tekrarlamakla olağan üstünlükleri tükenmez, yıpranmaz, Kur'an'ın.
Bu Kur'an, yeni bir ümmet meydana getiriyordu. İslâm, içinde, yüzdükleri cahiliye bataklığından çekip çıkardığı müslüman toplumlardan, bir ümmet oluşturuyordu. Böylece elinden tutup daha yükseğe, erişilmez, zirveye çıkarmayı, -oluşumunu tamamladıktan sonra- insanlığın önderliğini teslim etmeyi ve bu önderlikle birlikte üstlendiği önemli rolü açıklamayı amaçlıyordu.
Bu inşa sürecinin başka etkenlerinin arasında, toplum vicdanlarının arındırılması, içinde yaşanılan toplumsal atmosferin temizlenmesi ve ahlâksal, ruhsal düzeyin olgunlaşacak bir noktaya çıkarılması yer almaktadır.
Bu toplum, bu düzeye ulaştığı zaman, itikadî düşüncesinin üstünlüğü oranında, yeryüzünün diğer sakinlerine karşı, bireysel ve toplumsal ahlak bakımından da üstünlük sağlamıştır. O zaman yüce Allah, yapabildikleri kadar yeryüzünde onlarla dilediğini yapmıştır. Onları, dininin ve hayat metodunun koruyucuları, sapık insanlığı aydınlığa ve hidayete götüren önderler; insanlığın önderleri ve doğru yolu bulması için güvenilir kişiler kılmıştır.
Bu toplum, bu özellikleriyle sivrildiği sürece, bütün yeryüzüne üstünlük sağlamıştır. Artık bunun insanlığa önderlik yapması son derece tabii, fıtrî ve düzgün temellerine dayanan bir işti. Bu seçkin konumu nedeniyle de bilim, uygarlık, ekonomi ve siyaset alanında da üstünlük sağlamıştır. Bu son üstünlüğü de inanç ve ahlâksal düzey noktasındaki üstünlüğünün ürünüdür. Yüce Allah'ın fert ve toplumlara ilişkin değişmez yasası işte budur.
Fert ve toplumun, arındırılmasının bir yönü, şu iki ayette söz konusu edilmektedir.

148- Allah zulme uğrayanların dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
149- Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.
Toplum oldukça duyarlı olur ve bu yüzden bu duyarlığına uygun toplumsal davranış kurallarına ihtiyaç duyar. Kimi sözler vardır ki, söyleyen ötesini hiç hesaplamaz. Çoğu söylentiler de onu çıkaran sadece bir insanı kastetmiştir. Ancak bu toplumun kişiliği, ahlâkı, gelenek ve atmosferi üzerinde öldürücü etkiler bırakır. Artık olay hedeflenen bireyi aşmış toplumun alanına girmiştir.
Her ne şekilde olursa olsun dille kötü söz söylemek, vicdanda sakınma ve Allah korkusu yoksa, dile kolay gelir. Bu kötülüğün yaygınlık kazanması, toplum vicdanında derin etkiler bırakır. Bu toplumda çoğu zaman karşılıklı güven yok olur. İnsanlar gittikçe kötülüğün her tarafı kapladığını düşünürler. İçlerinde kötülük işleme isteği bulunmasına rağmen, bunu yapmaktan çekinen çoğu kimsenin, kötülüğün toplumun alışkanlığı haline geldiğini ve yaygınlaştığını görmesi onu işlemesine neden olur. Artık böyle bir durumda çekinmelerine ve saklamalarına gerek yoktur. İlk defa onları yapmıyorlar ki! Çoğu zaman kötülükten tiksinti duymanın nedeni kötülükle, fazlaca içiçe yaşamaktır. Çünkü insan, ilk karşılaştığında kötülükten şiddetli bir şekilde iğrenir. Ancak yapılması ya da söylenmesi sıklaştıkça iğrenmenin ve tiksinmenin oranı düşer. Giderek kötülüğü işitmek -hatta görmek bile- basit gelir kalplere. Artık kötülüğü değiştirmek için harekete geçmez olurlar.
Bütün bunlar, -kötülükten uzak oldukları halde- kötülükle itham edilen ve haklarında dedikodu çıkarılan insanlara yapılan haksızlığın yanında olmaktadır. Ancak kötülük yaygınlık kazandığı zaman, kötülüğü açıklamak kolay ve alışılmış bir şey olduğu zaman, iyilerin de kötüler gibi haklarında dedikodu çıkarılır. İftira ve ithamdan çekinmeksizin, kötülüğe karışır iyiler de. Dilleri kötü söz söylemekten alıkoyan ve çoğu kimsenin kötülük yapmasına engel olan kişisel ve toplumsal utanma duygusu kaybolup gider.
Alıntı ile Cevapla