Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Maide Suresi Tefsiri İşte İslâm sisteminde bu farz ibadetlerin değeri bu noktadan kaynaklanır. Bu ibadetler kulun, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileme ve tazeleme girişimleridirler; yüce Allah'ın hayata ilişkin kapsamlı sistemine karşı, kulun bağlılığını pekiştirirler. Bunlar, hayatın bütün kesimlerini düzenleyen; maddi çalışmayı, üretimi, servet bölüşümünü, insanlar arası ilişkileri ve halifeliğe ilişkin görevlerini disipline bağlayan bu sistemin yükümlülüklerini yerine getirme azmini bileyen Allah'a yaklaştırıcı faaliyetlerdir. Ayrıca bu ibadetler, yüce Allah'ın yardımı ve desteği sayesinde, bu kapsamlı ve eksiksiz sistemi hayata yansıtmanın gerektirdiği fedakarlıklara katlanma bilincini geliştirirler. İnsanların, yolları üzerine dikilen ihtiraslarını, inatlarım, sapık eğilimlerini ve keyfî arzularını bertaraf ederler. Bu farz ibadetler maddi çalışma, üretim, servet bölüşümü, insanlar arasında hüküm verme, yargılama, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde yerleştirme ve bu sistemin insan hayatındaki egemenliğini pekiştirme amacı ile girişilecek cihad gibi faaliyetlerden kopuk görevler değildirler. Tersine iman, takva ve farz ibadetler, bu sistemin ilk yarısını oluşturur ve bu ilk yarı; sistemin öbür yarısının gereğinin yerine getirilmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Böylece, yüce Allah'ın, yukarda okuduğumuz iki ayette insanlara vaadettiği gibi iman, takva ve ilahî sistemin pratik hayata yansıtılması, maddi refaha ve rızık bolluğuna ulaştıran bir yol oluşturur. İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi ne ahireti, dünya hayatının ve ne de dünyayı, ahiret hayatının alternatifi olarak sunmaz. Bunun yerine dünyayı da ahireti de, aynı yoldan gidilerek ulaşılacak ve aynı çaba ile kazanılacak hedefler olarak sunar. Fakat insan hayatında dünya ile ahiretin birleşebilmesi için insanın mutlaka yüce Allah'ın hayat metoduna uyması gerekir. Bunun yanısıra insan hayatına ilahî sistemden kaynaklanmayan herhangi bir yabancı unsur karıştırmamalı ya da ilahî sistemle bağdaşmayan her bir şahsî düşünce kırıntısının bu hayatın ahengini bozmasına meydan verilmemelidir. Çünkü dünya ile ahiret arasında ancak, bu sistem sayesinde uyumlu bir bütünlük kurulabilir. İslâm düşüncesi ve bu düşüncenin ürünü olan İslâm sistemi imanı, ibadeti, iyi ahlâklılığı ve takvayı maddi çalışmanın, emeğin, üretimin, kalkınmanın ve pratik hayat düzeyini geliştirmenin alternatifi olarak sunmaz. Bu sistem, günümüzün bazı sığ akıllarının sandıkları gibi, insanlara sadece ahiret cenneti vaad ederek bu cennete nasıl varılacağını belirlemekle yetinen ve bunun yanısıra, dünya cennetine nasıl varılacağı konusunda hiçbir şey söylemeyerek bu cennete götürecek yolu benimseme işini insanlara bırakan bir sistem değildir. Tersine, İslâm düşüncesine ve bu düşünceden kaynaklanan İslâm sistemine göre maddi çalışma, emek, üretim, kalkınma ve pratik hayat düzeyini geliştirme faaliyeti, yeryüzü halifeliğinin kaçınılmaz gereğini oluşturur. Bunun yanısıra iman, ibadet, iyi ahlâklılık ve takva, söz konusu ilâhi sistemi pratik insan hayatına yansıtmanın beslenme kanallarını, zorunlu kurallarını, itici gücünü ve hızlandırıcı enerjisini oluştururlar. Bu iki nitelik gruplarının her ikisi, hem yeryüzü cennetini ve hem de ahiret cennetini birlikte kazandırırlar. Her iki cennete giden yol aynı yoldur. Günümüzde yeryüzüne egemen olan tüm cahiliye sistemlerinde görüldüğü gibi, din ile pratik maddi hayat arasında bir kopukluk bir bağdaşmazlık yoktur. Bu kopukluk günümüz dünyasına egemen olan cahiliye sistemlerinde vardır. Bu sistemlerin çoğu kafalara yerleştirdiği asılsız saplantıya göre insanlar, ya dünyayı ya da ahireti seçmelidirler, bu ikisini ne düşüncede ve ne de pratik hayatta biraraya getirmek mümkün değildir. Çünkü bunlar, birbirleri ile bağdaşamazlar! Evet cahiliye toplumlarında ve cahiliye zihniyetlerinde insanların hayatında dünya yolu ve ahiret yolu arasında, dünya işi ile ahiret işi arasında, insan ruhunu besleyen ibadet ile maddi buluşlar arasında, dünya hayatına ilişkin başarı ile ahiret hayatına ilişkin başarı arasında çelişki ve kopukluk görülür. Fakat bu uğursuz bedel, insanlığa yüklenmiş kaçınılmaz bir kader hükmünün gereği değildir. Bu uğursuz ve ağır ceremeyi, yüce Allah'ın sistemine sırt çevirerek, temelde ve amaçta bu sisteme zıt başka uydurma sistemler benimsemekle insanlık, kendi kendine yüklenmiştir. . İnsanlar bu ağır ceremeyi, dünya hayatında kanlarından ve sinirlerinden ödüyorlar. Tabii ki, asıl ceremeyi daha ağır ve daha bel bükücü biçimde ahirette ödemek zorunda kalacaklardır. İnsanlar maddi çalışmanın, üretimin, bilimin, deneysel işlemler yapmanın, gerek fert ve gerekse toplum olarak hayat mücadelesinde başarılı olmanın tek yolu budur, saplantısına kapılarak dini tümü ile bir yana bıraktıklarında kalpleri, iman güveninden, iman huzurundan, iman besininden ve iman doyumundan yana bomboş kalır. Bu boşluğun sonucu olarak, sözünü ettiğimiz uğursuz kopukluğun faturasını, ceremesini endişe, şaşkınlık, bunalım, gönül bedbahtlığı ve duygu kargaşalığı olarak ödüyorlar. Bu durumda insanlar, kendi fıtratları ile boğuşuyorlar, kalplerinin inanç sistemine karşı duyduğu fıtrî açlıkla boğuşuyorlar, insan kalbi bu boşluğa, bu yoksunluğa katlanamaz. Öte yandan bu öyle bir açlıktır ki, onu hiçbir sosyal akım, hiçbir felsefî doktrin, hiçbir bilimsel teori asla gideremez. Çünkü bu açlık, ilahını arayan insanoğlunun içgüdüsel açlığıdır. Bir yandan insanlar, bir yandan sosyal düzeni, kurumları, düşünceleri, maddi kazanç yöntemleri, başarılı olma metodları tümü ile yüce Allah'ın sistemi ile çatışan günümüz toplumlarının hayat anlayışına göre yaşamayı benimserken öte yandan, Allah inancını gönüllerin bir köşesinde korumaya çalışınca da bu yüklü faturayı, bu ağır ceremeyi yine endişe, bunalım, şaşkınlık, gönül mutsuzluğu ve duygusal anarşi olarak ödemek zorunda kalıyorlar. Çünkü içinde yaşadıkları bu uğursuz toplumlarda dini inanç, dine dayalı ahlâk ve dine bağlı davranış sistemi ile egemen kurumlar, yasalar, değer yargıları ve ahlâkî normlar karşılıklı bir çatışma halindedirler. Gerek yüce Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateist-komünist ideolojilerin gölgesi altında ve gerekse dine pratik hayatın düzeninden kopuk basit bir inanç olarak yer tanıyan, diğer maddi ideolojilerin gölgesi altında yaşayan insanlar dinin Allah'a ve hayatın insanlara ait olduğunu, dinin; inanç, duygu, ibadet ve ahlâk, buna karşılık hayatın; düzen, yasal mevzuat, üretim ve çalışma olduğunu düşünen zavallı insanlar, tümü ile bu mutsuzluğun ızdırabını yaşıyorlar. İnsanlık bu ağır faturayı; bu mutsuzluk, bu bunalım, bu şaşkınlık, bu ruh boşluğu faturasını ödemek zorunda kalıyor. Çünkü dünya ile ahireti birbirinden ayırmayıp her ikisini bir kabul eden, dünya refahı ile ahiret mutluluğu arasına çatışma koymayıp, bunların her ikisi arasında uyum kuran ilahî sistemi benimseyip uygulamaya koymaya girişmiyorlar. Allah'a inanmadıkları, kalplerinde Allah korkusu taşımadıkları ve hayatlarına yüce Allah'ın sistemini egemen kılmadıkları halde bolluk içinde yüzen, bol maddi üretim gerçekleştiren ve yüksek bir refah düzeyine erişen milletleri görünce, geçici bir zaman dilimine özgü bu yalancı görüntülere aldanmamalıyız. Bu geçici bir refah dönemidir. Ancak değişmez ilahî yasalar etkilerini gösterinceye kadar varlığını sürdürebilir. Maddi üretim ve gelişme ile ilahî sistem arasındaki kopukluk eninde-sonunda, tüm sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu sonuçların bazıları, değişik biçimlerde, daha şimdiden ortaya çıkmıştır bile. Bu sonuçlar bu toplumlarda, dengesiz gelir dağılımı biçiminde ortaya çıkıyor. Bu durum, bu toplumları mutsuzluklara ve kinlere boğuyor. Toplumun iliklerine işleyen bu kinler sarsıcı devrim beklentilerine ve kaygılarına yol açıyor. Bu durum, yüksek refah düzeyine rağmen gündeme getirilmiş bir sosyal beladır. Yine bu sonuçlar, belirli bir oranda gelir dağılımı dengesi kurmak isteyen bazı toplumlarda baskı, terör ve yıldırma biçiminde ortaya çıkıyor. Çünkü bu toplumlarda egemen olan siyasi iktidarlar, milli gelirin nisbeten dengeli bölüşümünü sağlayabilmek için zorlamacı, ezici, yıldırıcı ve sindirici yöntemlere başvuruyorlar. Bu da insanları can güvenliğinden, huzurdan ve hatta gece olunca korkusuzca yatağa girip rahat bir uyku uyuma garantisinden bile yoksun bırakan bir sosyal belâdır. Öte yandan bu sonuçlar psikolojik ve ahlâkî çöküntüler biçiminde ortaya çıkıyor. Bu çöküntüler er ya da geç, maddi hayatın da yıkımına yol açacaklardır. Çünkü çalışmak, üretmek ve servet bölüşümü; bunların hepsi ahlâkî bir yaptırımın teminatına muhtaçtır. Tek başına yeryüzü kaynaklı yasalar çalışma düzeninin güvenliğini sağlamakta kesinlikle yetersizdir. Günümüz dünyasının her tarafında bu gerçeği açıkça görüyoruz. Yine bu sonuçlar sinirsel gerginlikler, stresler ve şimdiye kadar adları duyulmamış değişik hastalıklar biçiminde ortaya çıkıyorlar. Bu hastalıklar ve gerginlikler, başta en kalkınmış toplumları olmak üzere günümüzün bütün milletlerini kasıp kavuruyorlar; önce insandaki zekâyı ve dayanma gücünü zayıflatıyorlar, arkasından da çalışma ve üretme düzeyini düşürüyorlar. Bu gidişin sonunda ekonomik bunalımın ve refah düzeyi düşüklüğünün gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu belirtiler günümüz toplumlarında her gözlemcinin dikkatini çekecek oranda net ve belirgindir. Yine bu sonuçlar, günümüzün bunalımlı dünyasında her an beklenen top yekün yok oluş kaygısında ortaya çıkıyor. İnsanlık tümü ile soyunu yeryüzünden tamamen silebilecek bir dünya savaşı çılgınlığının tehlike çemberi içinde yaşıyor. Bu kavganın sonucunda, sinirleri yay gibi gerilen insanlar; olur-olmaz her şeyden korkuya kapılır, paniğe tutulur hale gelmiştir. Bu panik çeşitli sinir hastalıklarına zemin hazırlıyor. Öyle ki, günümüzün ekonomide kalkınmış ülkelerinde kalp sektesinden, beyin kanamasından ya da intihar ederek ölenlerin oranı şimdiye kadar hiçbir dönemde ve hiçbir toplumda rastlanmamış derecede yüksektir. Öte yandan bu uğursuz sonuçlar bir bütün olarak, bazı milletlerde görülen dağılma, soy kuruması ve günden güne sayıca azalma eğiliminde, daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu eğilimin en çarpıcı örneğini Fransız milleti oluşturuyor. Fakat Fransa, bu alanda diğer milletlerin akıbetini önceden gösteren somut bir örnektir sadece. Bu tehlikeli gidiş maddi faaliyetler ile ilahî sistemi, dünya ile ahireti, din ile pratik hayatı birbirinden ayırma cürmünün ya da ahirete ilişkin sistemi ilahî kaynağa, dünyaya ilişkin sistemi insanların keyfi arzularına dayandırarak ilahî sistem ile insanların hayatı arasında uğursuz bir uçurum açan sapıklığın doğal bir cezasıdır. Yukardaki ayette dile gelen büyük gerçeğe ilişkin bu açıklamamızı noktalamadan önce ilahî sistemde iman, takva ve bu sistemi pratik hayata yansıtma işlemi ile maddi çalışma, üretim ve yeryüzü halifeliği görevini yerine getirme arasındaki umumun önemini bir kere daha vurgulamak istiyoruz. Bu uyum yüce Allah'ın gerek Kitap Ehli'ne ve gerekse bütün diğer toplumlara koştuğu bir şarttır. İnsanlar ancak bu temel şartı yerine getirmekle dünyada, "Başları üzerinden ve ayakları altından kaynaklanan nimetler" yeme imkânına kavuşabilirler, ancak bu temel şartın gereğine uymakla ahirette, "Günahlarından arındırılarak bol nimetli cennetlere girme" bahtiyarlığına erebilirler; ancak bu şartın gereğine sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bolluk, yeterlik, barış ve güven içeren dünya cenneti ile insana sayısız nimetler ve Allah rızası kazandıran ahiret cennetine birlikte kavuşabilirler. Fakat bu gerçeği vurgularken asla akıldan çıkarılmaması gerektiğini istediğimiz şu temel kuralı, şu ana prensibi de bir kere daha hatırlatmayı yerinde görüyoruz: İnsanın ana görevi ve hayatın temel ekseni iman, takva ve ilahi sistemi pratik hayata yansıtma işlevidir. Bu işlev maddi çalışmayı, üretimi, kalkınmayı ve hayatı geliştirme sürecini de beraberinde taşır. Üstelik kulun yüce Allah ile sıkı ilişki içinde olması, hayatın bütün değerlerine değer katan, bütün kriterlere anlam kazandıran ve bütün hazların çeşnilerini değiştiren bambaşka bir haz, eşsiz bir tad içerir. Bu ilke İslâm düşüncesinin ve İslâm sisteminin en temelli prensibini oluşturur. Arkasından diğer her şey, bu temelli ilkeye bağlı olarak, ondan kaynaklanarak ve onun doğal uzantısı olarak çorap sökülüşü gibi ortaya çıkar. Böylece hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin herşey uyum ve koordinasyon içinde yerine oturur. Şunu hatırlatmalıyız ki, iman, Allah korkusu, ibadet, yüce Allah ile ilişki halinde olmak ve yüce Allah'ın şeriatını hayata egemen kılmak gibi nitelik ve faaliyetlerin meyvaları insanlar içindir, insanların hayatlarına yansıyacaktır. Yoksa yüce Allah tüm varlıklara karşı ihtiyaçsızdır, onların hiç birine ihtiyacı yoktur. Buna göre eğer İslâm sistemi, bu temel nitelikler ve faaliyetler üzerinde ısrarla duruyor, onları diğer bütün eylem ve faaliyetin ekseni sayıyorsa, bu ana eksene bağlanmayan her tür eylem ve faaliyeti reddediyorsa; onu kabul edilmeyecek bir batıl, yaşamaya hakkı olmayan bir siliklik ve havaya giden sonuçsuz bir çaba olarak kabul ediyorsa bu demek değildir ki, kulların ibadetlerinden, takvalarından, imanlarından ya da ilahî sistemi yeryüzünde egemen kılma girişimlerinden yüce Allah'a bir pay gidiyor. Asla. Yüce Allah, kulların iyilikleri ve kurtuluşa ermeleri bu yolda olduğu için, onları bu niteliklere ve faaliyetlere sarılmaya çağırıyor. Nitekim Hz. Ebu Hureyre'nin Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) dayanarak naklettiği bir kutsi hadise göre yüce Allah kullarına şöyle buyuruyor: "Ey kullarım! Ben zulmü kendime nasıl haram kıldım ise onu sizin aranızda da haram kıldım. Sakın birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Hepiniz sapıksınız, sadece benim doğru yola ilettiklerim müstesna. Buna göre benden dileyiniz ki, sizi doğru yola ileteyim. Ey kullarım! Hepiniz açsınız, sadece benim doyurduklarım müstesna. O halde dileyiniz ki, sizi doyurayım. Ey kullarım! Hepiniz çıplaksınız, sadece benim giyindirdiklerim müstesna. O halde dileyiniz de sizi giyindireyim. Ey kullarım! Siz gece-gündüz günah işlersiniz, ben ise tüm günahları affederim. O halde dileyiniz de günahlarınızı affediyim. Ey kullarım! Sizin gücünüz yetmez ki, bana zarar dokundurasınız, yine gücünüz yetmez ki, bana fayda sağlayasınız. Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınız ve cinninizin tüm kalpleri, aranızdaki en iyi kulun kalbi kadar takvalı olsa bu benim şanıma birşey katmaz. Ey kullarım! Eğer sizin ilkinizin ve sonuncunuzun, insanınızın ve cinninizin tüm kalpleri aranızdaki en günahkar insanın kalbi kadar bozuk olsa bu durum da benim şanımdan bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Eğer sizin ilkiniz ve sonuncunuz, insanınız ve cinniniz bir meydanda toplanarak bana dileklerinizi sunsanız da, ben her birinizin dileğini tek tek karşılasam hazinemden hiçbir şey eksiltmez. Bu durum benim hazinem için, denize daldırılan bir iğnenin boşaltabileceği deniz suyu gibi bir şeydir. Ey kullarım! Bunlar tek tek hesabınıza yazıp sonra eksiksiz karşılıklarını biçtiğim kendi amellerinizdir. Bana göre kim iyilik bulursa Allah'a hamd etsin. Kim de bunun dışında bir karşılık bulursa sadece kendini kınasın." (Sahih-i Müslim) İşte iman, takva, ibadet, yüce Allah'ın sistemini hayata egemen kılmak ve şeriata göre hüküm vermek gibi temel görevlerimizi bu bakış açısının ışığı altında kavramalı, değerlendirmeliyiz. Bu temel görevlerin sonuçları gerek dünyada gerekse ahirette bizim, yani tüm insanlığın hesabına geçiyor ve bunlar insanlığın hem dünyaya hem de ahirete ilişkin iyiliğinin vazgeçilmez gerekleri oldukları için bize emredilmişlerdir. Öyle umuyorum ki, bu ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şartın sadece Kitap Ehli'ne özgü olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Okuduğumuz ayette yüce Allah'ın Kitap Ehli'ne koştuğu şart şu maddeleri içeriyor: Allah'a inanmak, O'nun yasaklarından sakınmak, yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat'ta, İncil'de, doğal olarak son Peygamberlik misyonu öncesinde kendilerine ulaşan kutsal mesajlarda somutlaşan ilahî sistemi hayata yansıtmak. Buna göre bu şart, kendilerine Kur'an indirilenler için haydi haydi geçerlidir. Bu şart müslüman olduklarını söyleyenler için öncelikle geçerlidir. Çünkü oların dini gerek kendilerine indirilen Kur'an'a ve gerekse daha önceki peygamberlere indirilmiş tüm 'kutsal kitaplara inanmayı, gerek kendilerine indirilen Kur'an'ı ve gerekse daha önceki şeriatlardan kalan ve yüce Allah tarafından kendi şeriatlerinin kapsamına alınarak yürürlükte tutulan eski hükümleri uygulamayı açık bir dille emrediyor. Onlar öyle bir dinin bağlılarıdırlar ki, yüce Allah ondan başkasını din kabul etmiyor. Daha önceki bütün dinler ona düğümlenmiştir. Yüce Allah'ın kabul edebileceği başka bir din yok artık ortada. Buna göre yüce Allah'ın yukardaki şartı ve taahhüdü, bu son dinin bağlıları için öncelikle geçerlidir. Başka bir deyimle bu dinin bağlıları yüce Allah'ın tek hoşlandığı din olan dinlerine herkesten coşkun bir sevgi ile sarılmalı ve bunun sonucu olarak yüce Allah'ın ahirete ilişkin, "günahlardan arındırarak cennete yerleştirme" ve dünyaya ilişkin, "başları üzerinden ve ayakları altından nimetleri yeme" vaadlerinden yararlanmayı öncelikle hakketmektedirler. Evet, bu dinin bağlıları, günümüzde İslâm aleminin -ya da daha doğru bir deyimle, bir zamanlar müslümanların yaşadığı ülkelerin- her köşesinde egemen olan açlığın, hastalıkların, korkunun, güvensizliğin ve perişanlığın yerine, yüce Allah'ın bu vaadinden öncelikle yararlanan kimseler olmalıdırlar. Yüce Allah'ın şartı ve vaadi her zaman olduğu gibi şimdi de geçerlidir ve bu şarta, bu vaade giden yol bellidir. Ama eğer müslümanlar akıllarını başlarına toplayabilseler! .. Önümüzdeki derste yine Kitap Ehli'nin, yani yahudiler ile hristiyanların tutumu ele alınıyor; onların inançlarının sapıklıkları vurgulanıyor; özellikle yahudilerin tarihleri boyunca ortaya koydukları çirkin davranışlar sergileniyor; arkasından Kitap Ehli ile Peygamberimiz ve müslüman toplum arasındaki ilişkilerin bir yönüne ışık tutuluyor; bu arada Peygamberimiz ile müslümanların onlara karşı nasıl davranmaları gerektiği anlatılıyor. Bunların yanısıra sapık inançlara ve bu sapık inançların taraftarlarına karşı müslüman toplumun nasıl bir hareket stratejisi izleyeceği, İslâm düşüncesinin ilkeleri uyarınca nasıl bir tavır takınacağı sorularına cevap veriliyor. Yüce Allah, okuyacağımız dersin ayetlerinde Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenerek; O'nu, kendisine indirilen kutsal mesajı, hiçbir noktasını atlamadan tümü ile ve olduğu gibi insanlara duyurmakla yükümlü tutuyor. Bu duyuru görevini yaparken karşılaştığı şartların özelliklerine aldırış etmemesini, "insanların keyfi arzularına ya da toplumun pratiğine ters düşerim" endişesi ile duyurma görevini ertelememesini, yoksa duyurma görevini yerine getirmemiş sayılacağını tembihliyor. Bu duyuru görevinin bir parçası olarak Peygamberimizin Kitap Ehli'nin yüzlerine karşı şunları açık açık söylemesi isteniyor: "Sizler Tevrat'ı, İncil'i ve yüce Allah'tan gelen mesajları hayatlarınızda uygulamadığınız sürece birer hiçsiniz, anılmaya değer bir varlığınız yoktur." Evet, bu gerçek onların yüzlerine karşı böylesine kesin ve net bir dille, dobra dobra haykırılacaktır. Ayrıca Peygamberimiz şu gerçekleri de ilân etmeye çağrılıyor: yahudiler, yüce Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri ve peygamberlerini sebepsiz yere öldürdükleri için kafir olmuşlardır. Bunun yanısıra hristiyanlar da "Allah, Meryemoğlu Mesih'tir" ve "Allah, üçün üçüncüsüdür." dedikleri için aynı şekilde kâfir olmuşlardır. Ayrıca Hz. İsa'nın, yahudileri müşrikliğin kötü akıbeti konusunda uyardığı, yüce Allah'ın, müşriklere cenneti haram kıldığı, isyankarlıkları ve taşkınlıkları yüzünden yahudilerin Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın dillerinden lânetlendikleri ilan ediliyor. Dersin sonunda Kitap Ehli'nin, müslümanlara karşı müşriklerle (putperestlerle) işbirliği yaptıkları belirtiliyor ve bu tutumun onların yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmadıklarından kaynaklandığı açıklanıyor, bunların Peygamberimizin getirdiği ilahî mesaja çağrılı olduklarını ve eğer bu çağrıya olumlu karşılık vermedikleri takdirde mümin sayılamayacakları ilan ediliyor. İSLÂM'A İNANMANIN GEREĞİ Bu kısa özetlemenin arkasından şimdi bu dersin ayetlerinin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. Okuyalım: 67- Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kafirleri doğru yola iletmez. 68- De ki; "Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz. " Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme. 69- Yahudilerden sabiilerden (yıldızlara tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir. Burada Peygamberimize kesin ve kararlı bir emir verildiğini görüyoruz. Ondan Rabbinin kendisine indirdiği mesajı olduğu gibi duyurması, bu sırada doğru sözü haykırırken hiçbir yan endişenin hesabını yapmaması isteniyor. Mesele bu kadar yalın ve kesin. Yoksa Peygamber duyurma görevini gerektiği gibi yapmamış, iyilik yükümlülüğünün gereğini yerine getirmemiş olur. O'nu insanlardan koruyacak olan, insanlara karşı sakındıracak olan bizzat yüce Allah'tır. Koruyucusu Allah olana, zavallı insanlar ne yapabilirler ki? İnanca ilişkin doğru söz kekelenerek söylenmemeli, evelenip gevelenmemelidir. Tersine açık açık, dobra dobra söylenip duyurulmalıdır. Bu sözün karşıtları varsınlar, ne isterlerse söylesinler. Bu sözün düşmanları varsınlar, ne dilerlerse yapsınlar. İnanca ilişkin doğru söz, insanların keyiflerini pohpohlamayı, insanların arzularını, hatırlarını gözetmeyi amaçlamaz. Onun tek gözettiği şey, haykırılmak ve böylece tüm gücü ile kalplere işleyerek oralarda etkili olmaktır. İnanca ilişkin doğru söz haykırılınca, hidayete yatkın kalplerin en ücra köşelerine kadar işler. Fakat eğer kekelenerek, kem-küm edilerek söylenirse iman etme yeteneği taşımayan katı kalpleri yumuşatamaz. Oysa kimi zaman hak davetçisi, gerçeği yumuşatarak, ya da allandırıp pullandırarak bu katı kalplerden olumlu karşılık alabileceğini umar. Okuyoruz: "Allah, kâfirleri doğru yola iletmez." O halde doğru söz kesin, kestirip atıcı, kapsamlı ve eksiksiz söylenmelidir. Hidayet ve sapıklık, kalplerin bu doğru söze açık olup olmamasına, bu sözü içlerine sindirmeye yetenekli olup olmamalarına bağlıdır; yoksa hak sözün zararına ya da hak söz konusunda yapılacak olan yumuşatmalara, yağcılıklara bağlı değildir. İnanca ilişkin gerçeği kesin ve dobra dobra haykırmak, sertlik ve kabalık anlamına gelmez. Bilindiği gibi Peygamberimize, insanları Rabbinin yoluna çağırırken düşündürücü, etkileyici ve tatlı öğüt verici bir dil kullanması emrediliyor. Kur'an-ı Kerim'in farklı direktifleri arasında çelişki olmaz. Gerçeği açık ve kesin bir dille haykırmak ile, etkileyici ve tatlı öğüt verici bir üslup kullanmak, birbirleri ile bağdaşmaz şeyler değildir. Çünkü duyurma ve tanıtmanın yolu ve yöntemi ile içeriği ve konusu ayrı ayrı şeylerdir. Amaç inanca ilişkin gerçeği söylerken yağcılığa sapmamak, gerçeğin ortalarında buluşmaya razı olan bir uzlaşmacılığa yeltenmemektir. Çünkü inanca ilişkin gerçekler ortalamacı çözümlere elverişli değildirler. Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) çağrı ve duyurma çalışmalarının ilk günlerinden itibaren, her zaman etkileyici ve öğüt verici bir dil kullanmayı prensip edinmişti. Bununla birlikte inanç konusunda açık ve net konuşmayı da hiç ihmal etmemişti. Nitekim kendisine karşısındakilere, "Ey kâfirler, ben sizin taptığınız ilahlara tapmam" demesi emredilmişti (Kadirun Suresi, 1) Böylelikle kafirlere gerçek sıfatları ile seslenme netliğini gösteriyor, inancını açık-seçik bir dille ortaya koyuyor, kendisine önerilen uzlaşmacı çözümü peşinen reddediyor, karşısındakilerin istediği gibi bir yağcılığa girişip onların yağcı reaksiyonlarına muhatap olmaya tenezzül etmemiş oluyordu. Onlara, "Eğer yolunuzda, inanç sisteminizde bir takım ufak-tefek değişiklikler yaparsanız aramızda mesele kalmaz" demiyordu. Tersine onlara yollarının katışıksız bir eğri yol olduğunu, kendisinin ise tam doğru yolu temsil ettiğini söylüyordu. Başka bir deyimle gerçeği yüksek perdeden, olduğu gibi ve kesinkes haykırıyor, fakat konuşurken kaba, kırıcı bir dil kullanmaktan özenle kaçınıyordu. İşte bu sûrede dile gelen ilahî sesleniş ve ilahî emir. Okuyalım: ' "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola iletmez." Bu seslenişin öncesi ve sonrası açıkça gösteriyor ki, amaç, Kitap Ehli'ne inanç sistemlerinin gerçek mahiyetini, bu inanç sistemleri sebebi ile hak etmiş oldukları sıfatın ne olduğunu açıkça duyurmaktır, din, inanç sistemi ve iman bakımından boşluğa yuvarlanmış birer hiç olduklarını yüzlerine vurmaktır. Çünkü onlar, "Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan Kur'an'ı benimseyip pratik hayatlarına yansıtmıyorlar. Bundan dolayı Kitap Ehli oldukları, belirli bir inanç sistemine, belirli bir dine sahip oldukları biçimindeki iddiaları, realite ile çelişen kuru bir davadan ibarettir. Okuyoruz: "De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiç bir temele dayanmış değilsiniz." Burada Peygamberimiz, Kitap Ehli'nin din, iman, inanç sistemi bakımından boşlukta olduklarını, hiçbir güvenilir temele dayanmadıklarını yüzlerine vurmakla yükümlü tutuluyor. Oysa Peygamberimize bu kesin ve yüzcülükten uzak direktif verilirken, bu adamlar kendi kutsal kitaplarını okuyorlar, kendilerine yahudilik ve hristiyanlık yaftalarını yakıştırarak aslında "mümin" kimseler olduklarını söylüyorlardı. Fakat Peygamberimizin yüzlerine vurmakla yükümlü tutulduğu ilahî tebliğ, onların kendilerine yakıştırdıkları bu sıfatların hiçbirini onaylamaya yanaşmıyordu. Çünkü "din" dille söylenen birtakım kuru sözler, okunan ve törenlere çeşni katan kitaplar, miras olarak devralınan ya da yakıştırma yolu ile sahip çıkılan bir takım sıfatlar ve yaftalar demek değildir. Din, hayat sistemidir, yaşama biçimidir. Kalplere işlemiş inancı, ibadetlerde somutlaşmış bir kulluk yaklaşımını ve hayatın tüm yönlerine yansıyan bir uygulama çabasını içeren bir hayat sistemidir. İşte Kitap Ehli, dini, bu temel tabana oturtmamış oldukları için, Peygamberimize, herhangi bir dine dayanmadıklarını, bu yönden tamamen boşlukta olduklarını yüzlerine karşı haykırması direktifi verilmiştir. Çünkü "Tevrat'a, İncil'e ve yüce Allah tarafından indirilen diğer mesajlara uymanın başta gelen gereği Kitap Ehli'nin, Peygamberimiz tarafından getirilen dine girmeleri idi. Sebebine gelince, bütün peygamberlere inanacaklarına, onları tutup destekleyeceklerine dair kendilerinden söz alınmıştı. Peygamberimiz ile müslümanlar hakkında, hem Tevrat'ta hem de İncil'de onlara tanıtıcı bilgiler verilmişti. Bu gerçeği bize, en doğru sözlerin söyleyicisi olan yüce Allah haber veriyor. Buna göre Kitap Ehli "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi uymamış" oluyorlardı. Acaba buradaki, "Rabbleri tarafından kendilerine indirilmiş diğer mesajlar" ifadesinden maksat nedir? Bu ifade ile ister bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Kur'an-ı Kerim kasdedilmiş olsun, isterse Davud'a indirilen Zebur gibi daha önce gelen diğer kutsal kitaplar kasdedilmiş olsun fark etmez. Her iki durumda da şu sözümüz geçerlidir. Onlar, ellerindeki kutsal kitabi onaylayan ve ana amacını bünyesinde içeren bu yeni dine girmedikçe, "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilen diğer mesajlara gereği gibi uymuş" olmayacaklardır. Onlar, bu son dine girmedikçe bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile temelsiz, dayanaksız kalacaklardır. Peygamberimiz burada onlar hakkındaki bu ilahî kararı yüzlerine vurmakla, gerçek niteliklerini ve konumlarını kendilerine net bir dille tebliğ etmekle yükümlü tutuluyor. Aksi halde Rabbinin elçisi olma görevini yerine getirmemiş sayılacaktır. Aman Allah'ım! Ne ağır tehdit! Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu gerçeğin yüzlerine vurulmasının, bu kesin söze muhatap olmalarının onların kâfirliklerini, azgınlıklarını, inatlarını ve olumsuz reaksiyonlarını artıracağını biliyordu. Fakat bu bilgisi peygamberimize, bu gerçeği yüzlerine vurmasını emretmesine engel oluşturmadı: Ayrıca Peygamberimize, bu açık bildirim sebebi ile, katmerleşecek olan kâfirlikleri, azgınlıkları, sapıklıkları, ilahî çağrıya kulak asmamazlıkları yüzünden esefe kapılmamasını, üzülmemesini telkin ediyor. çünkü yüce Allah'ın hikmeti, doğru sözü mertçe haykırılmasını ve insanların vicdanlarını etkileme şansına kavuşturulmasını gerektiriyor. Bundan sonra ise, doğru yola giren bile bile girsin ve sapıtan da bile bile sapıtsın. Yüce Allah'ın deyimi ile "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat bulan bile bile hayat bulsun" (Enfal Suresi, 42) Ayetin devamını okuyalım: "Allah tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun kâfirliğini ve azgınlığını arttıracaktır. Fakat sen kâfirler için üzülme." Yüce Allah bu direktifi ile İslâm davetçilerinin uygulayacakları yöntemin ana hatlarını çiziyor, onlara bu yöntemin içerdiği hikmeti açıklıyor, onlara doğru söz karşısında küplere binerek, kafirliklerinin ve azgınlıklarının dozunu daha da arttıracak nasipsizlerin içine düşecekleri çıkmazdan dolayı eseflememeleri teselli üslubu ile söylüyor. Bu nasipsizler sözü edilen bedbaht akıbete müstahaktırlar. Çünkü kalpleri doğru söze tahammül edemiyor. Bu kalplerin derinliklerinde hayrın ve samimiyetin kırıntısı bile yoktur. Buna göre bu kalpleri doğru sözle yüzyüze getirmek, yüce Allah'ın hikmetinin gereğidir. Doğru sözle yüzyüze gelsinler de içlerinde saklı duygular açığa çıksın, derinliklerinde barındırdıkları kâfirliği ve azgınlığı meydana vursunlar da azgınların ve kafirlerin çarpılacakları cezaya çarpılmayı hakketsinler! Şimdi yeniden müslümanlar ile Kitap Ehli arasında dostluk, işbirliği ve yardımlaşma meselesine dönüyoruz. Yalnız burada bu meseleyi, Peygamberimize yöneltilen yukardaki açık sözlü tebliğ yükümlülüğünün ve bu kesin tavır yüzünden çoğu Ehli Kitap bağlıları arasında görülen kâfirlik ve azgınlık tırmanmasının ışığı altında ele alacağız. Acaba ne görüyoruz? Gördüğümüz şu. Yüce Allah "Tevrat'a, İncil'e ve Rabbleri tarafından indirilmiş olan diğer mesajlara gereği gibi uymadıkça" ve bu uymuşluğun doğal sonucu olarak bu son dine girmedikçe, yahudiler ile hristiyanların hiçbir temelli inanca sahip sayılamayacaklarını belirtiyor. Onların yüce Allah tarafından böyle görüldükleri açık ve yalın bir gerçektir. Nitekim bu gerekçe ile onlar, Kur'an'ın birçok yerlerinde yüce Allah'a ve Peygamberimize inanmaya çağrılıyorlar. Demek ki onlar, "Allah'ın dini"nin çerçevesi içinde değildirler. Demek ki onlar, yüce Allah'ın onayladığı bir "din"in bağlıları sayılamazlar. Gördüğümüz bir başka realite de şudur: Yüce Allah, bu gerçeği onların yüzlerine vurulmasının, çoğunu daha koyu bir kâfirliğe ve azgınlığa sürükleyeceğini biliyor. Buna rağmen Peygamberimize, bu gerçeği hiç çekinmeden yüzlerine vurmayı emrediyor ve bu yüzden çoğunluğunda meydana gelecek olan sapıklık artışı karşısında üzüntüye kapılmamasını tembihliyor. Şimdi eğer biz, bu konudaki Allah'ın sözünü son söz olarak kabul edersek, -ki işin doğrusu ve olması gerekeni budur- yahudiler ile hristiyanları "din"li insanlar olarak kabul etmenin hiçbir gerekçesi kalmaz. Böyle olunca kimi aldanmışların ve aldatıcıların ileri sürdükleri gibi "müslüman" dinsiz-ateistlere ve komunistlere karşı mücadele etmek üzere onlar ile işbirliği yaparken hangi ortak temele dayanacaktır? Bu adamlar, Tevrat'a, İncil'e ve Allah tarafından indirilen diğer mesajlara uymadılar ki, müslüman, onları şu ya da bu oranda aslı-temeli olan bir inancın sahibi saysın. Müslüman, yüce Allah'ın kararından başka bir karar veremez ki! "Allah ve Peygamberi bu konuda kesin hüküm verdikten sonra mümin erkek ve kadınların artık o konuda hiçbir tercih yetkileri kalmaz." (Ahzab Suresi, 36) Yüce Allah'ın sözü her zaman geçerlidir. Konjonktürel şartlar onun hükmünü ortadan kaldırmaz. Eğer bu konuda yüce Allah'ın söylediği sözü, son söz olarak kabul edersek -ki işin doğrusu ve yapılması gerekeni budur- bu gerçeği yahudiler ile hristiyanların yüzlerine vurunca küplere bineceklerini, bize karşı daha saldırgan kesileceklerini hesap etmeye kalkışamayız. Bu tehlikeleri önlemek bahanesi ile sevgilerini, sempatilerini kazanalım diye, "sizin dininiz doğru bir dindir, biz sizin dininizin doğruluğunu onaylıyoruz. Geliniz, elele verelim de hem sizin dininizi hem de bizim dinimizi ortak düşmanımız olan Allah tanımazlığa karşı savunalım" diyemeyiz, böylece onların "asılsız" inançlarını, yüce Allah'ın tek kabul ettiği din olan, kendi hak dinimiz ile eşdeğer saymaya yeltenemeyiz. Yüce Allah, bize böyle bir direktif vermiyor, böyle bir onaylamaya kalkışmamızı kabul etmiyor, böyle bir işbirliğine girişmemizin günahını bize bağışlamıyor. Hatta böyle bir işbirliğine kaynaklık eden düşüncemizin suçunu bile affetmiyor. Çünkü o takdirde biz, yüce Allah'ın kararından başka bir karar vermiş, O'nun tercihine aykırı bir tercih ortaya koymuş oluruz; bunun sonucunda, sapık bir inanç sistemini "ilahî" bir din olarak tanıyarak onunla, ilahî din bazında ortak olduğumuzu söylemiş oluruz. Oysa yüce Allah, yahudiler ile hristiyanların "Tevrat'a, İncil'e ve Allah tarafından indirilmiş diğer mesajlara uymadıkça" hiçbir gerçek kırıntısına dayanmış sayılamayacaklarını söylüyor. Yahudiler ile hristiyanlar ise, Allah'ın bu şartını yerine getirmiyorlar. O'nun bu sözüne kulak asmıyorlar. Müslüman olduklarını söyledikleri halde yüce Allah'ın indirmiş olduğu mesajların gereğine uymayanlar da tıpkı bu yahudi ve hristiyanlar gibidirler, onlar da inanç bakımından boşluktadırlar, gerçeklik temelinden yoksundurlar. Yüce Allah'ın yukardaki sözü, kitaplarının hükümlerini benliklerinde ve hayatlarında uygulamaya koymayan bütün kutsal kitap taraftarları için geçerlidir. Müslüman olmak isteyen kimse, yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyduktan sonra bu kitabı uygulama dışı tutanlara karşı, bu kitabın hükümlerine uymadıkça hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını, dindar oldukları şeklindeki iddialarının bizzat dinin sahibi olan yüce Allah tarafından reddedildiğini açık açık haykırmakla görevlidir. Bu konuda net bir tavır ortaya koymak zorunludur. Yüce Allah'ın kitabını benliğinde ve hayatında uygulamaya koyan "müslüman"ın bundan sonraki görevi ilahî kitabın içeriğine yüz çevirmiş söz konusu kişileri yeni baştan "İslam"a çağırmaktır. Çünkü insanın, sadece kuru sözle ya da mirasçılık mantığı ile müslümanlık iddiasında bulunması onu, müslüman yapmaz, kalbini imanla doldurmaz, yüce Allah'ın dinine bağlılık sıfatı kazandırmaz. Böyle bir kimse hangi milletten olursa olsun, hangi zamanda yaşarsa yaşasın fark etmez. Gerek bu sözde müslümanlar ve gerekse öbürleri, yani yahudiler ile hristiyanlar, ne zaman yüce Allah'ın kitabını hayatlarında uygulamaya koyarlarsa işte o zaman, "müslüman" onlarla işbirliği yapabilir; ancak o zaman onlarla elele vererek, Allah tanımazlık-ateizm belâsına ve bu insanlık musibetinin taraftarlarına karşı "din"in ve "dindar"ların savunmasına girişebilir. Ama bu ortak noktada buluşulmadan önce böylesine bir işbirliği bos bir iştir, aldanmışların ya da aldatıcıların ileri sürdükleri bir yutturmaca, iki yüzlü bir kandırmacadır! Yüce Allah'ın dini, ne kuru bir yafta, ne içi boş bir slogan ve ne de atalardan geçen bir miras değildir. Yüce Allah'ın dini, vicdanlara yansıyan ve hayat tarzlarında, kalpleri donatan inanç sisteminde, Allah'a sunulan ibadet amaçlı davranışlarda ve hayata yön veren sosyal düzende somutlaşan bir realitedir. Yüce Allah'ın dini ancak, bu çok boyutlu bütünlük içinde varolabilir. İnsanlar bu çok boyutlu bütünlüğü vicdanlarında ve hayat tarzlarında gerçekleştirmedikçe, yüce Allah'ın dinine koyulmuş sayılamazlar. Bunun dışındaki her görüş tarzı, inanç sistemini sulandırmak ve gönül avutmaktır, dürüst bir "müslüman" böyle bir aldatmacaya asla girişmez. "Müslüman" bu gerçeği, sesinin olanca yüksekliği ile haykırmalı, insanlar ile arasındaki uzaklığın ve yakınlığın derecesini bu esasa göre ayarlamalıdır. Bu mesafe koyma işleminden doğacak sonuçları düşünmek, onun üzerine vazife değildir. Koruyucu Allah'tır ve "Allah kâfirleri doğru yola iletmez." İslâm davetçisi, insanları benimsemeye çağırdığı gerçeği bütün yönleri ile buyurmadıkça ve yağcılıksız, tavizsiz bir dille karşısındakilerin inanç sistemlerindeki bozuklukları olduğu gibi ortaya dökmedikçe, yüce Allah'ın mesajını insanlara duyurmuş ve böylece insanların Allah karşısında ileri sürebilecekleri gerçeklerden habersizlik bahanesinin yolunu tıkamış sayılamaz. Eğer davetçi, insanlara zarar dokundurmaktan gerçekten kaçınmak istiyorsa ve onlara yararlı kalmayı amaçlıyorsa şu yöntemi adım adım izlemelidir: Karşısındakilerin inanç açısından boşlukta olduklarını, inandıkları ve hayatlarına yansıttıkları yargıların kökten asılsız ve eğri olduğunu açık açık söylemelidir. Onları, bağlı oldukları ve hayatlarında uyguladıkları düşüncelerden tamamen farklı bir inanç ve düşünce sistemine çağırdığını belirtmelidir. Kendilerini köklü bir değişime, uzak amaçlı bir dönüşüme, uzun bir yolculuğa; düşüncelerinde, sosyal kurumlarında, düzenlerinde ve ahlâk sistemlerinde çok boyutlu bir başkalaşıma çağırdığını peşinen açıklamalıdır. Böylece insanlar davetçilerin aydınlatıcı açıklamaları sayesinde benimsemeye çağrıldıkları gerçekle aralarındaki mesafenin boyunu net olarak öğrenmelidir. Ta ki, bu bilginin ışığında, yüce Allah'ın deyimi ile: "Mahvolan bile bile mahvolsun, hayat bulan da bile bile hayat bulsun." Bazı davetçiler kimi zaman lâfı ağızlarında eveleyip geveleyerek ve kem-küm ederek insanların inandıkları ve pratik hayatlarında uyguladıkları batıl ile benimsenmesine çağırdıkları hak arasındaki köklü farklılığı, savundukları gerçek ile karşılarındakilerin uyduğu eğrinin arasındaki uçurumu belirtmekten kaçınırlar. Söz konusu davetçiler ya içinde bulundukları özel şartların baskısı ile ya da insanların hayat tarzlarının, düşüncelerinin ve inançlarının kendilerine dikte ettiği pratik realiteye ters düşmekten çekindikleri için, bu tavizci yola başvururlar. Fakat onlar iyi bilmelidirler ki, bu durumda karşılarındaki insanları aldatmış, kayba uğratmış olurlar. Çünkü onlara, kendilerinden ne yapmalarını istediklerini olduğu gibi anlatmamışlardır. Üstelik yüce Allah'ın, kendilerini duyurmakla görevlendirdiği gerçekleri insanlara duyurmamış olurlar. İnsanları yüce Allah'a çağırırken gösterilmesi gereken yumuşaklık davetçinin kullanacağı davet üslubunda bulunmalıdır, yoksa duyurduğu gerçeğin içeriğini yumuşatması düşünülmemelidir. Gerçek insanlara olduğu gibi, hiçbir kısıntıya yeltenilmeksizin, insanlara duyurulmalıdır. Duyurmanın ve tanıtmanın üslubuna gelince, temelde etkili olmaya ve tatlı öğüt vermeye önem vermesi gereken bu faaliyet, uygulamaya konduğu çevrenin ve zamanın özel şartlarına uyarlanarak yürütülür. Günümüzde bazılarımız, dünyaya bakınca yahudiler ile hristiyanlar (Kitap Ehli'nin) sayıca kalabalık ve maddi güç bakımından üstün olduklarını görüyor. Arkasından çeşit çeşit putlara tapan putperest toplumlara bakıyor, onların da sayıca, yüzlerce milyonlara vardıklarını ve devletlerarası konularda sözleri dinlenen bir konuma sahip olduklarını görüyor. Bu arada materyalist ideolojilerin taraftarlarına bakıyor, onların da kalabalık nüfuslar oluşturduklarını, bunun yanında ölüm kusan gelişmiş teknolojik silahlara sahip olduklarını görüyor. Bütün bunlardan sonra müslüman olduklarını söyleyenlere bakınca, dünya siyasetinde hiçbir ağırlıkları olmadığını görüyor. Çünkü bu kimseler yüce Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu kitabın hükümlerine göre yaşamıyorlar. Bu durum sözünü ettiğimiz gözlemcilerin ağırına gidiyor. Bu yüzden, şu sapık insanlığın tümü ile karşısına dikilip yüzlerine karşı kesin gerçeği yüksek sesle haykırmak kendilerine ağır geliyor. Bütün insanlığa yanlış yolda olduklarını, boş inançlara tutsak düştüklerini duyurmayı, arkasından insanlara "hak din"i anlatmayı yararsız görüyorlar. Oysa doğru yol bu değildir. Cahiliye, tüm yeryüzünü kaplamış olsa da, yine cahiliyedir. Tüm insanların pratikleri, yüce Allah'ın dinine dayanmadığı sürece hiçtir, temelsizdir. Davetçinin görevi aynıdır, bu görevi ne sapıkların kalabalıklığı ve ne de eğrilik (batıl) yanlılarının şişkin görünümü değiştiremez. Çünkü eğrilik kof bir sistir. Bu davanın ilk çağrısı, nasıl o günün tüm yeryüzü halkına inanç ve hayat biçimi bakımından bir hiç olduklarını haykırarak işe başladı ise, bugün de bu misyon sesinin olanca gürlüğü ile ortalığı çınlatmaya devam etmelidir. Zaman döndü dolaştı ve yüce Allah'ın Peygamberimizi duyurma görevi ile gönderdiği, O'na şöyle seslendiği günün benzerine gelip dayandı. Yüce Allah'ın bu çağrısını bir daha okuyoruz: "Ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı insanlara duyur. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirleri doğru yola iletmez." "De ki; `Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanıyor değilsiniz." Bu ayetlerin devamında yüce Allah'ın insanlardan kabul edeceği "din"in ne olduğu, son kez vurgulanıyor. Evet, insanların sıfatları, ünvanları ve Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizden önce bağlı oldukları inanç sistemleri ne olursa olsun, acaba yüce Allah onlardan hangi dini kabul ediyor? Tarihin karanlık dönemlerinden günümüze kadar ortaya çıkmış çeşitli dinlere ve mezheplere bölünen insanlık, acaba hangi dinin ortak platformunda buluşmalı, kaynaşmalıdır? Okuyalım: "Müminlerden, yahudilerden, sabiilerden (yıldıza tapanlardan) ve hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanarak iyi ameller işleyenler için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." Buradaki "müminler"den maksat, müslümanlardır; "yahudiler"den ise İsrailoğulları. "Sabiiler" ise çoğu tefsir bilginlerinin ileri sürdüklerine göre, Peygamberimizin peygamber olarak görevlendirilişinden önce, putperestliği bırakarak belirli bir dine ya da mezhebe bağlanmaksızın tek ilaha kulluk etmeye yönelen bir insan topluluğudur. Aralarında çok az sayıda Arap da vardır. "Hristiyanlar"dan maksat da bilindiği gibi Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) taraftarlarıdır. Okuduğumuz ayet şu ilkeyi ortaya koyuyor: Kim Allah'a, ahiret gününe inanır ve iyi ameller işlerse, kurtuluşa ermiştir. Yalnız bu ayetten dolaylı olarak bir diğer bazı ayetlerden doğrudan doğruya çıkardığımız anlama göre, kurtuluşa erecek bu kimseler burada söz konusu edilen şartları, yüce Allah'ın sonuncu elçisi olan Peygamberimizin getirdiği talimatlar uyarınca yerine getirmelidirler. Bu takdirde: "Onlar için korku söz konusu değildir, onlar biç üzülmeyeceklerdir." Bunun yanısıra bu kimseler, artık ne daha önceki sapık inançlarından dolayı ve ne de o güne kadar taşıdıkları çeşitli ünvanlar ve adlardan ötürü sorumlu tutulmayacaklardır. Çünkü önemli olan en son ünvandır. Bu ayetten dolaylı olarak çıkardığımız bu anlam aslında, "din" kavramının zaruri anlamıdır. Çünkü bu inanç sisteminin yalın ve tartışma kaldırmaz ilkesine göre Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur; O, bütün insanlığa gönderilmiştir; buna göre daha önceki dinleri, mezhepleri, inançları, milliyetleri ve yurtları ne olursa olsun, bütün insanlar O'nun getirdiği ilahi mesaja, bu mesajın hükümleri uyarınca inanmaya çağrılıdırlar. İnsanlar, bu mesajın hem bütününe ve hem de ayrıntılarına inanmakla yükümlüdürler. Kim Peygamberimizin peygamberliğine ve getirdiği mesajın bütününe ya da ayrıntılarına inanmazsa sapıktır, doğru yolun dışındadır. Yüce Allah, onun daha önceki dinini geçerli saymaz ve böyle bir kimse bu ayetteki, "Onlar için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." müjdesinin kapsamına girmez. Bu ilke, "din" kavramından zorunlu ve dolaysız olarak anlaşılan ve hiçbir gerçek müslümanın, günümüzün güçlü görünümlü cahiliye realitesinin baskısı altında ağzında eveleyip geveleyebileceği, kekemeli ve kem-kümlü ifadeler ile boğuntuya gelmesine meydan vermeye razı olamayacağı kesin bir gerçektir. Bu ilke aynı zamanda müslümanın, yeryüzünde yaşayan diğer insanlarla ilişki kurarken de ölçü olarak tutacağı ve asla gözden kaçırmayacağı bir prensiptir. Müslüman, her dinin ve her mezhebin taraftarına bu ilkenin ışığında not verecektir. Günümüz cahiliye uygarlığının baskısı, müslümanı bu konuda kaypaklığa zorlamamalı, onu söz konusu sapık dinlerin ve mezheplerin taraftarlarını aklamaya, sözde dinlerini yüce Allah'ın kabul edebileceği gerçek bir "din" saymaya; onları dost, yandaş ve müttefik edinmeye sürüklememelidir. "Kim Allah'ı, Peygamber'i ve müminleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın tarafını tutanların grubudur." (Maide Suresi, 56) Olayların görüntüsü ne olursa olsun, kesin gerçek budur. Kim bu tek hak dinin esasları uyarınca yüce Allah'a ve ahiret gününe inanır, aynı zamanda iyi ameller işlerse böyleleri için ne dünyada ve ne de ahirette korku söz konusu değildir. Onlar ne kof bir sis tabakasını andıran cahiliye uygarlığının batıl gücünden korkarlar ve ne de iyi ameller işleyen mümin nefislerinden yana kaygılı olurlar. Ayrıca onlar hiç üzülmeyeceklerdir de. Daha sonraki ayetlerde tekrar yahudilerin tarihlerine dönülüyor, onların inanç ve yaşama tarzı bakımından boşlukta oldukları vurgulanıyor, bu yüzden onların İslâm'a çağrılmaları gerektiği, bu dinin kendilerine duyurulmasının kaçınılmaz olduğu, ancak bu çağrıya uyunca yüce Allah'ın dinine sığınmış olacakları belirtiliyor. Bu arada onların değişmeyen karakterleri açığa vurgulanarak müslümanların gözleri önüne seriliyor. Böylece müslümanların gözünden düşmeleri sağlanarak kalplerinin onları dost edinmekten, kendileri ile işbirliği yapmaktan nefret etmesi sağlanmaya çalışılıyor. Çünkü yahudilerin gerçek ve din karşısındaki düşmanca tutumları eskiden olduğu gibi devam ediyor. Okuyoruz: YAHUDİLERİN KİRLİ TARİHLERİ 70- Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı. 71- Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldu. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görüyor. Yahudilerin tarihleri pek eski ve geçmişleri pek kirlidir. Başka bir deyimle, Peygamberimize karşı takınmış oldukları olumsuz tutum, bu türden tutumlarının ne ilki ve ne sonuncusudur. Onlar hakka karşı çıkmayı ve ona sırt dönmeyi, yüce Allah'a verdikleri sözlerden dönmeyi, yüce Allah'ın dinini bir yana bırakarak nefislerinin arzularını ilah edinmeyi, sürekli günah işlemeyi, hakka çağıranlara saldırmayı, hak çağrısına düşmanca karşılık vermeyi huy ve gelenek haline getirmişlerdir. İlk ayeti tekrarlıyoruz: "Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı." Yahudilerin Peygamberlerine karşı neler yaptıklarını içeren suç dosyası kabarıktır. Bu dosyanın sayfaları; yalanlamalarla, dönekliklerle, yüz çevirmelerle, öldürmelerle, saldırılarla, arzu ve ihtiras tutsaklıkları ile dopdoludur. Belki de yüce Allah bu yüzden, yahudilerin tarihini müslüman ümmete uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatıyor. Bu ümmet yahudiler gibi olmasın, onların durumuna düşmesin, yolunun tökezlenme noktalarında sürçmekten korunsun diye. Ya da bu tarihi anlatmanın amacı, yüce Allah ile sıkı ilişki halinde olan bilinçli müslümanların yoldaki tökezleme noktalarını önceden kavramalarıdır. Bir başka ihtimal de şu olabilir: İlerde bazı müslüman kuşaklar yahudilerin içine düşmüş oldukları sapıklığa düşebilirler. Uzun yıllar geçince onların da kalpleri kararıp, ihtiraslarına tutsak düşebilirler. O zaman da tıpkı yahudi zorbalarının uzun tarihleri boyunca yaptıkları gibi, bu sapık müslüman kuşaklar da gerçeğe yüz dönebilirler ve hak davetçilerinin kimisini yalanlayıp kimisini de öldürebilirler. İşte belki o zaman, bu bilinçli ve hakka bağlı müslümanların yahudilere gelen peygamberleri örnek almaları istenmiştir. Yahudiler bütün bu ağır suçları işlerken yüce Allah'ın başlarına hiçbir belâ vermeyeceğini, kendilerini hiçbir cezaya çarptırmayacağını sanıyorlardı. Bu yanılgıya kapılmalarının sebebi; yüce Allah'ın değişmez kanunlarından habersiz olmaları ve "Allah'ın seçkin halkı" oldukları şeklindeki asılsız iddialarına güvenmeleri idi. Okuyoruz: "Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu." Yüce Allah gözlerinin görme gücünü giderdi. Bu yüzden gördükleri şeylerden hiçbir şey anlayamıyorlardı. Yine Allah, kulaklarının işitme gücünü giderdi. Bu yüzden kulaklarına gelen seslerden hiçbir anlam çıkaramıyorlardı. Devam ediyoruz: "Sonra tevbelerini kabul etti." Yüce Allah onlara rahmetini eriştirdi. Fakat onlar bu fırsatı kullanmadılar, ondan yararlanmasını bilemediler. Devam ediyoruz: "Fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldular. Hiç şüphesiz Allah, onların ne yaptıklarını görüyor." Yüce Allah onları çok iyi gördüğü ve çok iyi bildiği durumlarına göre cezalandıracaktır. Onların yaptıkları yanlarında kalacak değildir. Eğer müslümanlar bu eski yahudi tarihini iyi bilirlerse, sırf bu yüzden bile yahudilere karşı nefret beslerler, bu bilgileri yahudilerden uzak durmaları için varolan diğer gerekçelere eklenmiş yeni bir itici faktör olur. Tıpkı sahabilerden Ubade b. Samit gibi, onlardan iyice soğurlar. Bu durumda onları, sadece Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi münafıklar dost edinebilirler! Kitap Ehli'nin iki kolundan birini oluşturan yahudilerin durumu bu. Kitap Ehli'nin öbür kolu olan hristiyanlara gelince Kur'an-ı Kerim, onların da durumunu gerek bu surenin özelliği ve gerekse sözün akışı ile uyuşacak bir kesinlikle vurgulayarak gözlerimizin önüne seriyor. Bu sûrenin daha önceki bir ayetinde, "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler, kâfirlikle nitelenmişlerdi. (Maide Suresi, 17) Şimdi ise bu nitelik, hem "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür" diyenlere ve hem de "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenlere yönelik olarak tekrarlanıyor. Daha sonra Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun) söz konusu kâfirlik hükmüne tanık olduğu, hristiyanları, yüce Allah'tan başka hiç kimseye ilahlık niteliğini yakıştırmaktan vaktiyle sakındırdığı, yüce Allah'ın hem kendisinin ve hem de hristiyanların Rabbi olduğunu vurguladığı bildiriliyor. Okuyacağımız ayetlerin sonunda bizzat yüce Allah'ın bir uyarısı yer alıyor. Bu uyarıda hristiyanlar, Allah'a ve Allah'ın hak dinine inanan hiçbir kimsenin ağzına bile alamayacağı bu tür saçma sözlerden tehdit içerikli bir dille sakındırılıyor. Şimdi ayetleri okuyoruz. |