Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 19:10   Mesaj No:10

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Maide Suresi Tefsiri

HRİSTİYANLARIN SAPIK GÖRÜŞLERİ
72- "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; "Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur. "
73- "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise onların içinde kafirleri başlarına acıklı bir azap gelecektir.
74- Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
75- Meryemoğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu ayetleri nerelerinden çarpıtıyorlar!
76- De ki; "Allah'ı bırakıp size ne zarar ve ne de yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir.
77- De ki; Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız, sizden önceki dönemlerde sapıtmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin keyfi arzularına uymayınız.
Daha önce, yüce Allah'ın bir peygamberi sıfatı ile Hz. İsa'nın Allah katından getirdiği inanç sistemine, bu sapık saçmalıkların Kilise konseyleri aracılığı ile nasıl sızdırıldıklarını kısaca anlatmıştık. Dediğimiz gibi Hz. İsa, diğer peygamber kardeşleri gibi, içine hiçbir müşriklik unsuru katılmamış, halis bir Tevhid inancı getirmişti. Çünkü bütün peygamberler, müşrikliğin kökünü kazıyarak Tevhid inancını yeryüzüne egemen kılmak üzere gelmişlerdir.
Şimdi de Teslis ve Hz. İsa'nın ilahlığı konularında söz konusu kilise konseylerinde oluşturulan görüş birliği ve bu görüş birliğinin arkasından meydana gelen düşünce farklılıklarına yine kısaca değineceğiz. Bilindiği gibi bu çelişkili duruma daha önce de parmak basmıştık.
Hristiyan yazar Nuvfel b. Nimetullah b. Serkis, "Sevsenetü Süleyman" adlı eserinde bu konuda şunları yazar:
"Değişik kiliselere göre farklılık göstermeyen ve İznik Konsülü tarafında belirlenen anayasada yeralan hristiyanlık inancının ilkeleri şunlardır: Bir tek ilaha, baba ilaha inanmak. Bu baba ilah herşeyi denetimi altında tutar, göklerin ve yerin, görünür-görünmez herşeyin yaratıcısıdır. Ayrıca bir başka tek ilah olarak Yasu(İsa)ya inanmak gerekir. Yasu, yüzyıllarca önce, Allah'ın nurundan, baba Allah'tan doğmuş tek oğuldur. Hak ilahtan gelmiş hak bir ilahtır. Doğurulmuş fakat yaratılmamıştır. Baba ilah ile aynı cevherdendir. Herşey onun aracılığı ile varolmuştur. O biz insanlar için, bizim günahlarımızdan ötürü gökten yere inerek cesede bürümüş bir Ruhul Kudüs olmuştur. Bakire Meryem'i yoldaş edinmiş, Platus zamanında bizden koparılarak çarmıha gerilmiş, ızdırap çektirilerek mezara konmuş ve kitapların yazdığına göre üçüncü gün ölüler arasından doğrularak göğe çıkmış ve Rabbin sağına oturmuştur. İlerde ölülere ve dirilere dinini aşılamak için şerefle geri gelecektir. Onun mülkü hiç sona ermez. Bir de Ruhul Kudüs'e inanmak gerekir. O baba ilahtan meydana gelmiştir. Oğul ilah ile birlikte baba ilaha secde eder, onu kutsar. O peygamberler aracılığı ile konuşandır."
Öte yandan Dr. R. Bosset "Kitaba Mukaddes Tarihi" adlı eserinde şunları yazar; "Allah'ın tabiatı üç kutsal unsurdan (uknumdan) oluşmuştur bunlar birbirlerine eşittirler: Baba ilah, oğul ilah ve Ruhul Kudüs ilah. Yaratma fonksiyonu oğul ilah aracılığı ile baba ilaha aittir. Fedakarlık oğul ilaha ve günahlardan arındırma da, Ruhul Kudüs'e aittir."
Üç kutsal unsuru bir tek ilahın yapısında düşünmek, Tevhid ile Teslis ilkelerini birbirleri ile bağdaştırmak akıl için son derece zordur. Bu yüzden hristiyan teologlar, aklın daha baştan reddettiği bu mesele üzerinde düşünmeyi erteleme, geriye atma yolunu seçmişlerdir. Nitekim Rahip Poertre'nin "İlkeler ve Ayrıntılar" adlı broşüründen aldığımız şu parağraf sözünü ettiğimiz aklî değerlendirmeyi geriye atma amacını dile getirir:
"Biz bu meseleyi aklımızın gücü oranında anladık. Gelecekte, göklerde ve yerde bulunan herşeyin üzerindeki perdeler kalktığı zaman, bu meseleyi daha iyi anlayabileceğimizi umuyoruz. Şimdi ise anladığımız kadarı bizim için yeterlidir."
İşte yüce Allah "Bu saçma sözler, tümü ile küfürdür" buyuruyor. Daha önce dediğimiz gibi hem Hz. İsa'nın Allah olduğu ve hem de Allah'ın, üç kutsal unsurun üçüncüsü olduğu biçimindeki sözlerin her ikisi bu kategoriye girer. Yüce Allah'ın sözünden sonra başka söz yoktur. O doğruyu söyler ve doğruyu iletir. Okuyoruz:
"Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dir" diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; `Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Görüldüğü gibi Hz. İsa, hristiyanları vaktiyle uyardı fakat, bu uyarıya kulak asmayarak peygamberlerinin aralarından ayrılışından sonra sakındırıldıkları sapıklığa düştüler. Hz. İsa'nın sözlerini unutarak cennetten mahrum olmalarına ve cehennemi boylamalarına yol açacak eğri bir yola girdiler. Okuyoruz:
"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz."
Görüldüğü gibi Hz. İsa hristiyanlara, hiçbir ortağı bulunmayan tek Allah'ın kulları olmaları bakımından kendisi ile onlar aynı düzeyde olduklarını aynı konumu paylaştıklarını açıkça ilan ediyor.
Kur'an-ı Kerim, hristiyanların diğer saçma ve inkarcı sözlerini de yukardaki hükmün kapsamına alıyor. Okuyoruz:
"Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır."
Arkasından bütün peygamberlerin Allah katından getirdikleri inanç sistemlerinin ortak dayanağını oluşturan temel gerçeği vurguluyor. Okuyoruz:
"Tek Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur."
Ayetin devamında hristiyanlar, sözlerine yansıyan ve inançlarına yerleşen bu kâfirliğin kötü akıbetine ilişkin olarak tehdit ediliyorlar. Okuyoruz:
"Eğer onlar dediklerinden vazgeçmezlerse içlerindeki kâfirlerin başlarına acıklı bir azap gelecektir."
Burada sözü edilen "kafirler"den maksat, yüce Allah tarafından açıkça kafirlik sebebi olarak ilan edilen bu saçma sözlerden vazgeçmeyenlerdir.
Bu tehdidi ve korkutucu ifadeyi, özendirici ve umut aşılayıcı bir ifade izliyor. Okuyoruz:
"Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler daha iyi olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
Böylece tevbe kapısı önlerinde açık tutuluyor. Henüz fırsat eldeyken, henüz iş işten geçmemişken yüce Allah'ın bağışlayıcılığına ve rahmetine umutla sığınsınlar diye.
Arkasından, bu adamlar, realitenin somut ve tutarlı mantığı ile karşı karşıya getiriliyorlar. Böylelikle fıtratlarının dumura uğramış sağduyusu tekrar canlandırılmak isteniyor. Aynı zamanda bunca ısrarlı açıklamalardan sonra yine de bu yalın mantıktan uzak kalmış olmalarına hayret ediliyor. Okuyoruz:
"Oysa Meryemoğlu Mesih(İsa) sadece bir peygamberdir. Ondan önce de birçok peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"
Yemek yemek, gerek Hz. İsa'nın ve gerekse özü-sözü doğru annesinin hayatlarında somut biçimde görülen bir realite idi. Bu olgu sonradan yaratılmış (hadis) canlıların karakteristik özelliklerinden biridir. Hz. İsa ile annesinin insan olduklarını, hristiyan teolojisinin deyimi ile O'nun "Nasuti" niteliğe sahip olduğunu kanıtlar. Yemek yemek, karşı konulmaz bir organik içgüdüye tatmin sağlar. Oysa yaşamak için yemek yemek zorunda olan bir canlı ilah olamaz. Yüce Allah, kendinden kaynaklanan öz bir güçle yaşıyor, varlığını sürdürüyor ve etkinliğini devam ettiriyor. Bunların hiçbiri için hiçbir şeye muhtaç değildir. Onun özüne ne dıştan birşey girer ve ne de ondan birşey dışarıya çıkar. Meselâ yemek gibi.
Burada yalın ve realist bir mantık sergileniyor. Öyle ki, hiçbir aklı başında insan ona karşı çıkamaz. Bu yüzden bu mantığın sergilenişinin ardından hristiyanların olumsuz tutumu yeriliyor, bu açık mantığa sırt çevirmeleri hayretle karşılanıyor. Tekrarlıyoruz:
"Bak biz onlara ayetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar bu ayetleri nasıl çarpıtıyorlar?"
Evet, Hz. İsa'nın hayatı somut bir insan hayatı idi. Bu durum, -O'nun aksi yöndeki bütün uyarılarına rağmen- kendisini ilahlaştırmaya yeltenenleri zor duruma düşürüyor, çıkmaza saplandırıyor. Bu yüzden yukarda kısaca anlattığımız gibi bu kimseler, O'nun ilahlığı ve insanlığı (nasutiliği) konusunda sonu gelmez tartışmalara dalmışlar, içinden çıkılmaz görüş ayrılıklarına gömülmüşlerdi. (Maide Suresi, 15-16 ayetlerinin tefsirine bakınız.)
Ayetlerin akışı içinde sergilenmesine devam edilen bu yalın Kur'an mantığı, başka bir açıdan kendini göstererek yine şaşkınlık duygularımızı harekete geçirmeyi amaçlıyor. Okuyalım:
"De ki; `Allah'ı bırakıp ne zarar ve ne de yarar dokundurmaya gücü yetmeyen nesnelere mi tapıyorsunuz?Oysa Allah herşeyi işitir ve o herşeyi bilir. "
Bu ayette, sapıkların tapınmaya yeltendikleri sahte ilâhlara değinilirken, kasıtlı bir şekilde akıl sahibi varlıklar için kullanılan "men(o)" zamiri yerine , "ma(o)" zamiri kullanılıyor. Böylece tapılan tüm "yaratıklar", akıl sahibi olanlar da dahil olmak üzere aynı kategoriye konuyor. Amaç bu sahte ilahların, ilahlık özünden uzak olan "sonradan yaratılmışlık" niteliklerine dikkatleri çekmektir. Bu ortak nitelik Hz. İsa'yı da, Ruhul Kudüs'ü de , Hz. Meryem'i de kapsamına alır. Çünkü bunların ortak özelliği yüce Allah'ın yaratıkları olmaları olgusudur.
Ayet bu noktada mesajının çapını daha da genişleterek yüce Allah tarafından yaratılmış herhangi bir varlığın ilah olma ihtimalinden asla söz edilemeyeceğini son derece kolay anlaşılır somut bir gerekçeye bağlıyor. Çünkü bu sahte ilahlar insanlara yarar ve zarar dokundurabilme gücünden yoksundurlar. Devam ediyoruz:
"Allah herşeyi işitir ve herşeyi bilir."
Yüce Allah işitir ve bilir, bu yüzden de hem yarar hem de zarar dokundurma gücüne sahiptir. O kullarının kendisine yönelttiği çağrıları ve ibadetleri işittiği gibi, bu duaların ve ibadetlerin gerisindeki kalplerde saklı tutulan, açığa vurulmayan duyguları da bilir. Onun dışındaki sahte ilahlar ise, böyle gizli sırları ne işitebilirler ne bilebilirler ve ne de kendilerine yöneltilen çağrılara karşılık verebilirler.
Yüce Allah bütün bu uyarıları ve direktifleri geniş kapsamlı bir çağrı ile noktalıyor. Peygamberimizi bu çağrıyı Kitap Ehli'ne yöneltmekle yükümlü tutuyor. Okuyoruz:
"De ki; `Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda gerçeğe aykırı aşırılıklara kapılmayınız; sizden önceki dönemlerde sapıtmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin keyfi arzularına uymayınız."
Nitekim yukardan beri sözünü ettiğimiz sapıklıklar Hz. İsa'ya saygı gösterme konusunda düşülen aşırılıktan kaynaklanmıştır. Bunun yanısıra putperestlikten kalma inançlarını hristiyanlığa aktaran Roma İmparatorlarının keyfi arzuları ile aslında birbirlerinin amansız rakipleri olan kilise konsüllerinin keyfi yorumları elele vererek, bu saçma sözleri yüce Allah'ın saf dinine sokuşturmuşlardır. Oysa Hz. İsa, yüce Allah'tan alıp getirdiği bu dini peygambere yaraşır bir güvenirlikle insanlara duyurmuş ve onlara şöyle demişti:
"Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Yukardaki sesleniş, Kitap Ehli'ni kurtarmaya yönelik son çağrıdır. Bu çağrı onları sapıklıkların, çatışmaların, keyfi arzuların ve ihtirasların bataklığından çıkarmayı amaçlıyor. Daha önce sapmış, bir çoklarını saptırmış ve düz yolu şaşırmış kimselerin gırtlaklarına kadar gömüldükleri sapıklıklardan, çatışmalardan, keyfi arzulardan ve ihtiraslardan yakalarını kurtarmalarını öğütlüyor. Yukardaki çağrı ile bağlanan bu noktada birazcık durarak şu üç önemli gerçeğe kısaca değinmek istiyoruz:
Birinci gerçek: İslâm sistemi, inanca ilişkin düşünceyi doğrultmak, düzeltmek için yoğun bir çaba harcıyor; bu düşünceyi; Allah'ın kayıtsız-şartsız birliği temeline oturtmaya çalışıyor; bu tevhid ilkesini, Kitap Ehli'nin inançlarını bozan paganizmin ve müşrikliğin izlerinden, sızıntılarından arındırmaya özeniyor; insanlara, ilahlık kavramının özünü tanıtmaya gayret ediyor; onları, ilahlığın karakteristik özelliklerini yüce Allah'ın tekelinde görmeye, gerek bir takım insanları ve gerekse başka yaratıkları bu karakteristik özelliklere ortak etmemeye çağırıyor.
İnanca ilişkin düşünceyi berraklaştırmak için, eksiksiz ve kesin tevhid temeline yönelten bu olağanüstü özen bize açıkça gösterir ki, bu düzeltme işlemi son derece önemlidir, ayrıca inanca ilişkin düşünce, insan hayatının gerek yapılanmasında ve gerekse sağlıklı işleyişinde hayati bir fonksiyona sâhiptir; bunların yanısıra İslâm inancı, bütün insan faaliyetlerinin ve bütün insanlar arası ilişkilerin temeli ve ana ekseni saymaktadır.
İkinci gerçek: Kur'an-ı kerim "Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" ve "Allah, üç kutsal unsurun üçüncüsüdür" diyenlerin kesinlikle kafir olduklarını belirtiyor. Yüce Allah'ın bu sözünden sonra artık müslümana söylenecek başka söz düşmez. Yüce Allah, "bu adamlar bu saçma sözleri gerekçesi ile kafirdirler" diye, buyururken bu kimseleri, yani bu tür sözler söyleyen hristiyanları ilahî kaynaklı bir dinin mensupları saymak, müslümana yakışmaz.
Gerçi İslâm daha önce dediğimiz gibi, hiç kimseyi kendi inancını bırakarak İslâm'a girmeye zorlamaz, ama müslüman olmayanların sapık inançlarına "Bunlar, yüce Allah'ın hoşlandığı türden birer dindir" demez. Tersine, yukarda okuduğumuz ayetler bu sapıklıkların kâfirlik gerekçesi olduğunu, kâfirliğin de asla yüce Allah'ı hoşnut edecek bir din olamayacağını açık açık söylemektedirler.
Üçüncü gerçek: Bu gerçek, ilk iki gerçeğin zorunlu sonucudur ve şudur: İslâm'ın insanlara öğrettiği biçimde Allah'ın birliğini onaylayan ve Peygamberimizin getirdiği şekli ile İslâm'ın Allah katından gelmiş tek "din" olduğuna inanan bir müslüman, sözünü ettiğimiz Kitap Ehli'nden biri ile dostluk ve işbirliği ilişkisi kuramaz, bunun imkanı yoktur.
Bundan dolayı inkarcı materyalizm ve ateizm karşısında ortak bir mücadele cephesi oluşturmak amacı ile bütün sözde "dinler"in işbirliği yapmasını söylemek, İslâm tarafından ciddiye alınması düşünülemeyecek anlamsız, boş bir sözdür. Çünkü temel inanç ilkeleri konusunda böylesine uçurum çapında ayrılıklar olunca, artık diğer konularda uzlaşmaya imkan kalmaz. Sebebine gelince; İslâm'a göre hayattaki herşey en başta inanç temeline dayanır.
İSRAİLOĞULLARININ TARİHİ
Son olarak İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerin tarih boyunca İsrailoğullarının kafirlerine karşı tutumlarını ortaya koyan kapsamlı bir açıklama geliyor. Bu peygamberlerin (salat ve selam üzerlerine olsun) tutumları Hz. Davud'un ve Hz. İsa'nın tutumları ile somutlaştırılmıştır. Bu iki peygamber de İsrailoğullarının kafirlerini lanetlemiştir. Allah da onların beddualarını kabul etmiştir. Çünkü İsrailoğulları isyankardı, zalimdi. Sosyal açıdan çözülmüşlerdi. Kötülüğe karşı susmayı tercih ediyor, içlerinde yayılan kötülüğe engel olmaya çalışmıyorlardı. Kafirleri dost ediniyorlardı. Bu nedenle Allah'ın gazabına ve lanetine uğradılar. Sonsuza dek cehennemlik oldular :

78- İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi.
79- Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!
80- Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlanmıştır.
81- Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.
Böylece İsrailoğullarının küfür, isyan ve lanet dolu köklü tarihleri olduğu ortaya çıkıyor. Onları doğru yola iletmek ve kurtarmak için gönderilen peygamberlerinin, sonunda onları lanetlemekten ve Allah'ın hidayetinden kovulmalarını dilemekten başka çare bulamadıkları, Allah'ın da bu peygamberlerin beddualarını kabul edip İsrailoğullarını gazabına ve lanetine uğrattığı anlaşılıyor.
"İsrailoğullarından kâfir olanlar" kendilerine göre kitabı tahrif edenler -bu surenin bir çok yerinde ve başka sûrelerde geçtiği gibi- Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayanlar (O'nun hükmüne başvurmayanlar), tüm peygamberlere yardım edeceklerine, onları destekleyeceklerine ve onlara uyacaklarına dair verdikleri sözlerinde durmayanlardır.
"Bu lanetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi."
Bu öyle bir isyankârlık ve zalimliktir ki, hem akidelerinin hem de ahlâklarının her alanında somut biçimde gözlenebilmektedir. Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde de ayetleri ile açıkladığı gibi, İsrailoğullarının tarihi zulümler ve isyanlarla doludur.
İsrailoğulları toplumunda isyankârlık ve zalimlik bireysel eylemlerden ibaret değildi. Bu sıfatlar sonunda, bu topluluğun karakteri haline gelmiştir. Toplum bu kötülüklere karşı sessiz kalmış onlardan tiksinmemiş ve engellemeye kalkmamıştır.
"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları."
Sapık, bozguncu ve kötü insanlar tarafından ortaya konan, isyankârlık ve zalimlik her toplumda gözlenebilir. Yeryüzü kötülükten arındırılamaz. Ve anormallikler her toplumda gözlenebilir. Fakat iyi bir toplumun karakteri, kötülük ve çirkin şeylerin orada hoş karşılanabilen geleneklere dönüşmesine müsade etmez. Bu kötülüklerin her isteyen kişinin rahatlıkla işleyebileceği normal hareketlere dönüşmesine izin vermez... Herhangi bir toplumda kötülük yapmak iyilik yapmaktan daha zor duruma gelince, kötülüğün cezası da toplumsal ve yıldırıcı olup toplumun tamamı kötülüğün karşısında yer alınca yıldırıcı cezanın kesin uygulanacağı kanısı yaygınlaşınca kötülük siner, kötülüğe iten sebepler kontrol altına alınır. Bu durumda toplum birbiriyle kenetlenir. Toplumsal hastalıkların önü alınır. Bu durumda bozgunculuk ancak toplum tarafından dışlanan bazı fertler ve küçük gruplar tarafından işlenebilir. Ve toplum içinde hakimiyet kurması önlenir. Bu durumda kötülükler yaygınlaşmaz ve toplumun karakterini yansıtacak düzeye ulaşmaz.
İslâm sistemi yahudi toplumundaki bu olayı çirkin bir şekilde gösterip onu eleştirmekle İslâm cemaatının sağlam, canlı, derli-toplu bir yapıya sahip olmasını istemektedir. Zulmün ve isyankârlığın her çeşidini genel bir nitelik kazanmadan bertaraf etmesi gerektiğini dile getirmektedir. İslâm toplumunun hakkı savunmada sağlam olmasını, hakka yöneltilen zulüm karşısında hassas olmasını istemekle, dini korumakla yükümlü bulunanların yükümlülüklerini üstlendikleri emaneti gerçek anlamda yerine getirmelerini, kötülüğe, bozgunculuğa, isyankârlığa ve zulme karşı çıkmalarını bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamalarını istemektedir. Tabii ki kötülüğün idareyi ellerine geçiren iktidardan, malları ellerine geçiren zenginlerden, gücü ellerine geçiren zorbalardan, arzu ve isteklerin peşinden sürüklenen halk kitlelerinden gelmesi arasında fark yoktur. Allah'ın sistemi Allah'ın sistemidir. Ona karşı çıkanlar da ister yüksek tabakadan, ister aşağı tabakadan olsun fark etmez.
İslâm bu emanetin gereği yerine getirmeye önem verir. Onun içindir ki toplum içinde meydana gelen kötülüklere sessiz kalındığında bütün toplumu cezalandırır. Emaneti genel olarak cemaatın sırtına yükledikten sonra tek tek her ferde de bu yükümlülüğü dağıtır.
İmam Ahmed, Abdullah ibni Mesut'tan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder; İsrailoğulları günahlara daldıklarında bilginleri onları vazgeçirmek istediler. Fakat onların vazgeçmediklerini gördüklerinde onlarla beraber oturup yediler içtiler. Allah da onları birbirine benzetti. Bunun üzerine Hz. Davud ve Meryemoğlu İsa'nın dili ile lanete uğradılar...
`Çünkü onlar Allah'a karşı gelmişler ve O'nun ölçülerini çiğnemişlerdi."
Bu sözleri söylediğinde peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) yaslanmış bulunuyordu, doğrularak oturdu ve şöyle buyurdu:
"Canımı elimde tutan Allah'a yemin ederim ki siz onları doğru yola geri çevirinceye kadar çalışacaksınız."
Ebu Davud Abdullah b. Mesud'dan peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İsrailoğullarında ilk meydana gelen zaaf şuydu; onlardan biri kötülük yapan birine rastladığında: Ey adam Allah'tan kork ve yaptığın işi bırak çünkü bunu yapman sana helal değildir, dedi. Fakat ertesi gün tekrar onunla karşılaştığında bu durum onu beraber yemek, içmek ve oturmaktan alıkoymazdı, onlar böyle yaptıkları için Allah, onların kalplerini birbirine benzetti." Sonra peygamber "İsrailoğullarının kafirleri Davud ve İsa'nın diliyle lanetlendiler" diye başlayıp "onların çoğu yoldan çıkmış (fasık) kimselerdir diye biten ayetleri okudu. Arkasından sözlerini şöyle bağladı. "Allah'a yemin olsun ki, hayır siz iyiliği emredecek kötülüğe engel olacaksınız. Zalimin elini tutup zulüm etmesine engel olacaksınız ve siz onu doğru yola geri çevirene kadar mücadele edeceksiniz."
Burada müslümanın görevi sırf iyiyi emir ve kötülükten sakındırmak değildir. Mesele bununla bitmez onun görevi bu isteklerinde ısrar etmek, onlarla kesin tavır ortaya koymak kötülüğü, bozgunculuğu, günahkarlığı ve zulmü kuvvetle engellemektir.
Müslim'de Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu bildirir: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü yetmezse diliyle; ona da gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
İmam Ahmed, Adiy b. Ümeyre'den peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cenabı Allah halkın tümünü belirli bir grubun yaptıkları yüzünden cezalandırmaz. Ne zaman ki halk arasında kötülük işlenir, onlar da güçleri yettiği halde onu kınamazsa Allah onların hepsini tümden cezalandırır.
Ebu Davud ve Tirmizi'de Ebu Said el-Hudrî'den peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "En üstün cihad zalim bir devlet başkanına karşı dile getirilen doğru sözdür."
Bir çok ayet ve hadiste bu konu sık sık vurgulanır.
Çünkü cemaatın yapısındaki bu dayanışma öyle sağlamdır ki; müslüman cemaate bağlı birisi başkasının yaptığı kötülüğü gördüğü halde bana ne diyemez. Bu toplum bozgunculuğun karşısında öyle bir hak tutkunluğu getiriyor ki; bozgunculuğun geliştiğini gördüğü halde ben ne yapabilirim, bozgunculuğa karşı koymak, başımı belaya sokar diyemez. Allah'ın kutsal kıldığı değerlere karşı beslenen tutku, onları korumak ve savunmak için Allah'ın kendisine yüklediği doğrudan yükümlülüklerin bilincinde olmak... Evet bunların hepsi müslüman cemaatın dayanaklarıdır. Bunlar olmadan İslâm cemaati de olmaz.
Bunların hepsi de sağlıklı bir şekilde Allah'a iman, bu imanın yükümlülüklerini en güzel şekilde öğrenmeyi gerektirir. Allah'ın sistemini doğru bir şekilde anlamayı ve onun, hayatın her tarafını kapsamına aldığını idrak etmeyi zorunlu kılar. Akideyi kuvvetle desteklemenin ciddiyetini ve bu akideden coşup gelen toplumun tamamının hayatına şekil verecek olan sistemi yürürlüğe koymak için harcanması gereken çabanın kavramasını gerektirir. Hukuk sistemini Allah'ın şeriatından alan ve hayatının tamamını Allah'ın sistemi üzerine kuran müslüman toplum, müslümanın iyiliği emretme, kötülüğü engelleme görevini gerçekten yerine getirmesine izin veren toplumdur. Böyle bir müslüman toplum olmadan iyiliğe yapılan çağrının, kötülükten engelleme çabasının sonuç alınamayan bireysel eylemlerden öteye geçmesi mümkün değildir. Bütün dünyanın her tarafında egemen bulunan cahili toplumlarda iyiliği emretme, kötülüğü engelleme çalışmaları çoğu zaman asla gerçekleştirilemez. Çünkü bu toplumlar,kendi hayatlarını insanların birbirine müdahale etmesini dışlayan sosyal terminolojik esaslara ve geleneklere dayandırmakta fasızlığı, kötülüğü ve günahkarlığı "özel hayatım" şeklinde değerlendirmekte ve onlara kimsenin müdahale etmesine izin vermemektedirler. Bunun yanısıra zulümden, baskıdan, haksızlıktan ve azgınlıktan öyle korkunç bir kılıç yapmaktadırlar ki, ona karşı ağızlara gemler vuruluyor, diller bağlanıyor ve zalimlere karşı iyiliği, doğruyu savunanlar cezalandırılıyor.
Bu nedenle en köklü çalışmaların, en onurlu fedakarlıkların her şeyden önce iyi bir toplumun kurulması üzerine yoğunlaştırılması gerekmektedir. İyi toplum ise Allah'ın proğramı üzerine kurulan toplumdur. İyiliği yaygınlaştırma kötülükten alıkoyma yoluyla dar kapsamlı düzeltmelere, özel ve bireysel ıslahatlara yönelmeden önce çabaların, çalışmaların ve fedakarlıkların bu noktada yoğunlaştırılması gerekmektedir.
Toplumun bir bütün olarak bozulduğu, cahiliyenin azgınlaştığı, toplumun Allah'ın sistemi dışındaki sistemlere göre düzenlendiği ve Allah'ın şeriatı dışında başka bir hukuka boyun eğildiği durumlarda dar kapsamlı çalışmalara yönelmenin yararı yoktur. Bu durumlarda yapılan çalışmaların temelden başlaması, kökten yeşermesi gerekir. Harcanan çabanın ve verilen mücadelenin yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini gerçekleştirmeye adanması lazımdır. Bu egemenlik meselesi çözüme kavuşturulunca, iyiliği yaygınlaştırma ve kötülükten alıkoymanın dayanabileceği bir temel oluşturulmuş demektir.
Bu da imana ihtiyaç gösterir ki bu imanın gerçek yapısını kavramayı ve onun hayat düzeni üzerindeki fonksiyonunu anlamayı gerektirir. İşte bu düzeydeki bir iman, güvenin tamamını Allah'a yöneltebilir. Yol ne kadar uzarsa uzasın, Allah'ın iyiliği muzaffer kılacağına tam olarak güvenir. Mükafatının Allah katında olduğundan şüpheye düşmez. Bu görevi üstlenen kimse bu yeryüzünde herhangi bir mükafat beklemez. Sapık toplumun kendisini takdir etmesini ve herhangi bir yerde cahiliye taraftarlarının kendisine destek olmasını beklemez.
Kur'an-ı Kerim'in ve peygamberin iyiliği yaygınlaştırma ve kötülüğü engellemeye ilişkin bütün direktifleri, müslüman toplumda müslüman bireyin görevleriyle ilgilidir. Yani bazı durumlarda bir takım idari zulümler, bazı zamanlarda kötülüklerin yaygınlaşmasına rağmen temel ilke olarak, Allah'ın egemenliğini kabul eden ve onun şeriatını esas alan bir toplumda yaşayan müslümanın görevini dile getirmektedir. İşte böylece biz peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) "En üstün cihad zalim bir imamın karşısında doğru sözü dile getirmektir" buyurduğunu görmekteyiz. Yani karşısında hak söz dile getirilen "imamdır" (Hükümdardır). Kişi Allah'ın egemenliğini ilke olarak kabul etmeyip onun şeriatını yürürlüğe koymadıkça zaten İslâm devletinin hükümdarı, imam olamaz. Yani Allah'ın şeriatıyla hükmetme ene "imam" adı verilmez, onu Cenab-ı Allah, "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin kendileridir" şeklinde nitelemektedir." (Maide Suresi, 44)
Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymayan cahili toplumlarda ise en büyük ve en ciddi kötülük, tüm kötülüklere kaynaklık eden, ana kötülük Allah'ın hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetmektir. İşte dar kapsamlı kötülüklerle mücadeleye girişmeden önce reddedilmesi gereken bu, her türlü kötülüğün kaynağı olan temel ve köklü kötülüktür. Çünkü diğer kötülüklerin tamamı onun peşinde gelmekte, onun bir dalı ve uzantısı olmaktan öteye geçmemektedir.
Allah'ın hükmüne karşı cüretkârlıktan, ilahlık özelliklerini iddia etmekten, Allah'ın hayat için koymuş olduğu yasayı reddetmek suretiyle Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğü, pek tabii olarak diğer dar kapsamlı kötülüklerin anası durumunda iken çıkarılacak iyi ve seçkin insanların çalışmalarını dar kapsamlı kötülüklerle mücadele yolunda boşa harcamamalıdır. Ana kötülüğün uzantılarından ve uğursuz ürünlerinden biri olduğunda kuşku bulunmayan dar kapsamlı mücadeleyle zaman öldürmenin hiç bir yararı yoktur.
Sonra biz insanları işledikleri herhangi bir kötülükten dolayı nasıl sorguya çekebiliriz? Onların davranışlarını hangi ölçüyle ölçüp, bu yaptığınız iş kötüdür, ondan sakının diyebiliriz. Çünkü biz bu iş kötüdür dediğimizde şuradan buradan onlarca insan karşımızda duracak ve: "Hayır! Bu kötü bir şey değildir. Eskiden bu iş kötü görünüyordu! Fakat dünya "gelişiyor", toplum "ilerliyor" ve değerler de değişiyor" diyeceklerdir.
Öyleyse her şeyden önce tüm davranışları kendisine göre değerlendirmemiz gereken, herkes tarafından onaylanmış bir ölçü olmalıdır. İyiliği ve kötülüğü kendisine göre tayin edebileceğimiz değerler olmalıdır. Peki bu değerleri nereden alabiliriz? Bu ölçüyü nereden getireceğiz?
İnsanların bir şekilde durmayan, sürekli değişen arzularından, ortak uzlaşmalarından, geleneklerinden, ihtiraslarından mı? Bu durumda biz, içinden çıkılmayacak bir şaşkınlığa düşer, uçsuz bucaksız bir çölde yolumuzu şaşırırız.
O halde her şeyden önce bir ölçü belirlemek gerekiyor. Ayrıca bu ölçünün arzu ve isteklere göre değişmeyen sabit bir ölçü olması da zorunlu oluyor.
İşte bu değişmez ölçü, Allah'ın ölçüsüdür.
Eğer toplum, ilke olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiyorsa, Allah'ın şeriatını yürürlüğe koymuyorsa, hatta kendisini Allah'ın proğramına çağıran insanları hafife ve alaya alıyor, onları dışlıyor, cezalandırıyorsa, bu durumda ne yapılacaktır?
Değişik ölçüleri ve değerleri bulunan görüşlerin ve arzuların birbiriyle çeliştiği bu tür toplumlarda, hayatın detaylarına ilişkin konularda iyiliği emretmek kötülüklerden sakındırmak, boşa kürek sallamak, eğlencelik abes bir iş değildir de nedir?
Herşeyden önce hükmün, ölçünün, egemenliğin, görüş ve arzuların çeliştiği durumlarda başvurulacak kaynağın belirlenmesi gerekir.
Herşeyden önce en büyük iyiliği; Allah'ın egemenliğini ve hayat için belirlediği proğramı, kabul ettirmeye çalışmakla, en büyük kötülüğü de; Allah'ın hayat için koyduğu yasayı reddetmekle (Allah'ın ilahlığını reddetme kötülüğünü) ortadan kaldırmak gerekmektedir. Çünkü ancak temel atıldıktan sonra binanın dikilmesine geçilebilir. Öyleyse bölük pörçük çalışmalar bir noktada yoğunlaştırılmalı, hepsini tek bir cephede toplamayı ve binanın temelini oluşturan biricik zeminin hazırlanmasına ağırlık verilmelidir.
Bazan müslüman toplumun; hayatının temeli ve iyiliği emretme kötülükten sakındırma eyleminin zeminini hazırlayan asıl mesele ayak altına alınmışken insan, birtakım insanların detaylara ilişkin iyiliği emretme kötülükten sakındırmak için ortaya koydukları çabaya hayıflanıyor ve üzülüyor!
Ekonomisinin temeli faize dayanan ve malının tamamı haram olan ve hiçbir ferdinin helal lokma yeme imkanına sahip olamadığı bir toplumda, haram yemenin günahından bahsetmenin ne anlamı olacaktır? Çünkü bu toplumun sosyal ve ekonomik düzeni bütünüyle Allah'ın hayat için koyduğu yasayı reddetmekle her şeyden önce Allah'ın ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır!
Kanunları zorla ırza geçme dışında zinayı yasak saymayan, hatta zorla ırza geçme halinde bile onu Allah'ın yasası ile cezalandırmayan bir toplumda fuhşu engellemeye çalışmak ne işe yarar... Çünkü bu toplum Allah'ın hayat için koyduğu şeriatı reddetmekle ilke olarak Allah'ın ilahlığını reddetmiş bulunmaktadır?!
Kanunları içki içmeyi ve alış-verişini serbest bırakan ve umuma ait yollarda apaçık sarhoşluk dışında kimseyi cezalandırmayı öngörmeyen hatta bu durumlarda bile Àllah'ın hükmünü, sarhoşa uygulamayan bir toplumda, sarhoşluğun zararlarını dile getirmenin, buna engel olmaya çalışmanın ne gibi bir yararı olabilir? Çünkü bu toplum ilke olarak Allah'ın egemenliğini kabul etmiş değildir. Allah'ın egemenliğini kabul etmeyen ve içinde Allah'a değil, Allah'ın dışındaki ilahlara tapılan bir toplumda, dine sövmeyi yasaklamak hangi meseleyi çözebilecektir? Çünkü burada toplumun hukukunu, yasasını, düzenini, kurumlarını, değerlerini ve ölçülerini belirleyen Allah'ın dışındaki ilahlardır. Söven de sövülen de Allah'ın dininde değildir. Onların her ikisi ve toplumlarının kitleleri; toptan onlara hukuklar, yasalar belirleyen, onlar için değerler ve ölçüler koyan kimselerin dinindendir.
Bu durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamanın ne yararı olacaktır. Bu büyük kötülüklerin en büyüğü olan, Allah'ın hayat için belirlediği hayat proğramını red etmek suretiyle, Allah'ı inkar etme kötülüğü yasaklanmadığı müddetçe, değil küçük kötülükleri engellemenin, büyük günahları engellemenin bile ne yararı olabilir?
Mesele bu saf insanların harcadığı çabaların, güçlerin ve onun verdiklerinin çok üstünde bir büyüklüğe, genişliğe ve derinliğe sahiptir. Bu aşamada ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun hatta, isterse bunlar Allah'ın sınırları olsun detaylara göre hareket edilmez. Allah'ın koyduğu sınırlar her şeyden önce Allah'ın egemenliğini kabul etme temeline dayanır. Başka bir temele değil. Eğer bu egemenlik, yaşanan bir realite olarak kabul edilmiyorsa, Allah'ın yasası, yaşamanın biricik kaynağı olarak alınmıyorsa, Allah'ın ilahlığı ve egemenliği siyasi otoritenin tek kaynağı sayılmıyorsa o zaman detaylara ilişkin her çalışma boşunadır. Ayrıntılarla ilgili her girişim abestir. En büyük kötülük diğer kötülüklerden daha çok çalışmaya ve çaba sarf etmeye, engellemeye muhtaçtır.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) diyor ki: "Sizden kim bir kötülük görürse ona eliyle engel olsun. Eğer gücü yetmezse diliyle, yine gücü yetmezse kalbiyle engel olsun. Bu imanın en zayıf derecesidir."
Müslümanların kendi elleriyle kötülükleri engelleyebilecek güçlerinin olmadığı zamanlar olabilir. Bu kötülüğü dilleriyle de engelleme gücünde olmayabilirler. Bu durumda imanın en zayıf derecesi elde kalır. O da kalpleriyle ona engel olmaya çalışmalarıdır. Yani ona antipati besleme çaresidir. Eğer onlar gerçek müslüman ise hiç kimse onları bu içe dönük davranışlarından, eylemlerinden alıkoyma gücüne sahip olamaz.
Son maddede sözü edilen kalp ile değiştirme olayı kötülüğe karşı pasif bir tavır olarak gözükmektedir. Peygamberimizin onu bir engelleme olarak göstermesi onun kendi yapısında olumlu bir eylem olduğunu göstermektedir. Kötülüğe kalp ile karşı koymak, bu kalbin kötülüğe karşı aktif bir tavır takındığı anlamına gelir. Bu kalbin kötülükten tiksindiği, onu reddettiği ve ona teslim olmadığı anlamına gelir. Bu kötülüğe boyun eğilmesi ve kabul edilmesi gereken meşru bir durum olarak görmüyor demektir. Kalplerin herhangi bir duruma karşı tavır koyması, bu kötü düzenin yıkılması yolunda harekete geçen aktif bir kuvvettir. "Meşru" bir düzenin ele geçen ilk fırsatta ele geçirilinceye kadar o kötülüğe karşı sürekli bir gözetim mekanizması oluşturulmuş demektir. Bu gelişmelerin hepsi de değiştirme ve aktif bir eylemdir. Buna rağmen bu eylemlerin hepsi de imanın en zayıf derecesidir. Artık müslümanın imanın en zayıfını korumaktan daha aşağı bir duruma düşmemesi gerekir. Varlığının bir realite olarak kabul edilmesi, bazan sindirici bir dikta rejimine sahip olması nedeniyle kötülüğe teslim olmak ise, en son halkanın da dışına çıkmak, imanın en zayıf derecesinden soyutlanmak demektir.
Bu durumda toplum yahudilerin uğradığı lanete uğramayı hak etmiş demektir:
"İsrailoğullarının kafirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lânetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi.
"Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!"
Sonra yahudilerle ilgili bu bölümün sonlarına geliniyor. Bu aynı zamanda 6. cüzün de sonudur. Burada yahudilerin peygamberimiz dönemindeki durumları tasvir ediliyor ki, bu onların her yer ve her zamanki halleridir. Onlar kafirleri dost edinirler, müslüman kitleye karşı onları desteklerler. Bunun sebebi de ehli kitap olmalarına rağmen Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleri ve Allah'ın son dinine girmemeleridir. Yani onlar mümin değildir. Eğer mümin olsalardı kafirleri dost edinmezlerdi.
"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlamıştır."
"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
Ayetlerin ortaya koyduğu bu tesbitler peygamberimiz dönemindeki yahudilerin durumlarını ortaya koyduğu gibi onların bu günkü, yarınki ve her zamanki durumlarını sembolize etmektedir. Aynı şekilde bugün yeryüzünün büyük bir kısmında egemen olan ehli kitabın diğer bir kolu olan hristiyanlar için de geçerlidir. Bu aynı zamanda Kur'an'ın sırları ve her zamanki müslüman cemaat için verdiği tesbitler üzerinde düşünmeyi gerektirmektedir.
Müşriklerle dostluk ilişkilerini geliştiren ve onları müslümanlara karşı kışkırtanlar yahudilerdir. "Kafir olanlara, bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlardı."
Kur'an onların bu sözlerini vermektedir. Yahudilerin ve müşriklerin ortaklaşa gerçekleştirdiği Hendek savaşı da onların bu tutumlarını ortaya koymuştur. Bundan önce ve bundan sonra günümüze kadarki olaylar da onların tavırlarını net olarak ortaya koymaktadır. Filistin toprağında kurulan İsrail devleti de ancak Materyalist, şimdiki ateist kafirlerin dostluğu ve desteğiyle kurulmuştur.
Ehli Kitab'ın diğer grubu olan hristiyanlar ise, müslümanlarla ilgili her konuda materyalist-ateistlerle (komünistlerle) yardımlaşmaktadır. Yine müslümanlar söz konusu olduğunda onlar, putperest müşriklerle de yardımlaşmaktadırlar! İsterse bu "müslümanlar", hiç bir şeyle İslâm'ı temsil etmesin. Müslümanlıkları sadece ataları müslüman olan bir milletin torunları olmaktan ibaret olsun. Bunlar, müslüman olduğunu söyleyen herkesten bu müslümanlık iddiaları sözden öteye geçmese de bu dine kinlerinden dolayı nefret ederler! Allah ne kadar doğru söylüyor:
"Onların çoğunun kafirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlamıştır."
İşte kendi elleriyle kendilerine hazırladıkları akıbet budur. Allah'ın gazabına uğramaları... Cehennemde süresiz olarak kalmaları. Bu ne kötü bir akıbettir. Kendi elleriyle kendilerine sundukları şey ne kötüdür! Aman Allah'ım! Bu ne acı bir meyvedir, kafirlere dost olmalarının meyvesi!
bizden kim bu toplulukla ilgili Allah'ın sözünü duymuşsa, Allah'ın izin vermediği birtakım bahaneler ileri sürüp müslümanlarla kafirleri dost edinen düşmanları arasında dostluğu ve işbirliği yapmaya kalkışmasın. Ve kafirleri dost edinen düşmanlarına yanaşmasın.
Peki sebep ? Onları kâfirlerle dost olmaya iten sebep nedir? Allah'a ve peygamberimize iman etmemeleridir.
"Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kafirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
İşte neden budur. Onlar Allah'a ve peygamberimize iman etmemişlerdir. Onların çoğu fasıktır. Öyleyse onlar bilinçte ve yönelişte kafirlerle aynı gruptandır. Bu nedenle müminleri dost edinmeyip, kafirleri dost edinmelerinde bir gariplik yoktur. Kur'an'ın bu değerlendirmesiyle üç gerçek ortaya çıkmaktadır:
Birinci gerçek: Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) iman eden az bir grup dışında Ehli Kitab'ın tamamı Allah'a inanmamıştır. Çünkü onlar Allah'ın son peygamberine inanmamışlardır. Kur'an onların yalnız peygamberimize iman etmediklerini değil, Allah'a da iman etmediklerini belirtmektedir.
"Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir."
Bu Allah'ın, saptırması mümkün olmayan açık bir belirlemesidir. Onlar istediği kadar Allah'a iman ettiklerini iddia etsinler, özellikle bu derste ve başka Kur'an ayetlerinde belirtildiği gibi, onların ilahlık gerçeği hakkındaki düşüncelerinin sapıklığını göz önünde bulundurduğumuzda bu gerçeği daha rahat kavrayabiliriz.
İkinci gerçek: Ehl-i Kitab'ın tamamı peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından Allah'ın dinine girmeye çağırılmıştır. Bu çağrıya kulak verenler iman etmiş ve Allah'ın dinine girmiştir. Yüz çevirenler de Allah'ın kendilerini nitelediği sıfatı hak etmişlerdir.
Üçüncü gerçek: Ehli Kitap ve müslümanlar arasında herhangi bir alanda, dostluk ve yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü müslümana göre hayatın her alanı dinin emrine bağlı kalmak zorundadır.
Bununla beraber İslâm, müslümanlardan İslâm'ın egemen olduğu bölgede (Dar'ul-İslâm) günlük hayatlarında, ahlâklarında, canlarını, mallarını ve namuslarını korumada Ehl-i Kitaba iyi davranmalarını ister. Onları her ne olursa olsun, kendi inançlarında serbest bırakmalarını güzellikle İslâm'a çağırmalarını, güzellikle onlarla tartışmalarını, müslümanlarla barış ve antlaşmalarına bağlı kaldıkları müddetçe, müslümanların da bu antlaşmalara bağlı kalmalarını ister. Her ne olursa olsun, onlar din konusunda hiçbir zorlama ile karşılaşmazlar... İşte İslâm budur... Tüm açıklığı, bütün netliği, tüm güler yüzlülüğü ve bütün hoş görüsü ile İslâm...
Alıntı ile Cevapla