Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Maide Suresi Tefsiri TARİHE BAKIŞ Yüce Allah'ın, müslüman ümmeti hem yahudilerden hem de hristiyanlardan sakındırmasını, tarihi gerçekler de doğrulamış bulunmaktadır. Tarihi gerçeklerin bildirdiğine göre, yahudiler İslâm'ın Medine'ye girdiği ilk günden bu yana, İslâm'a karşı iğrenç bir tutum içine girmiş ve bu iğrenç tutumlarını bitmez, tükenmez oyunlarla, hilelerle şu ana kadar sürdürmüşlerdir. Ayrıca bu günde yahudiler dünyanın her yerinde iğrenç kinleriyle ve alçak oyunlarıyla İslâm'a karşı yapılan saldırıların başını çekmektedirler... Aynı şey tarihi bir realite olarak Haçlı hristiyanları için de geçerlidir. Hristiyanlar da İslâm ordusu ile Bizans orduları arasında meydana gelen Yermuk savaşından beri, İslâm'a karşı düşmanca bir tutum içine girmiş bulunmaktadır. Bir bütün olarak hristiyanların eğilimini temsil eden bu tutum, bugün dış görünüş olarak sona erdiği kabul edilen fakat gerçekte alevleri hâlâ sönmemiş bulunan Haçlı savaşlarıyla simgelenmektedir. İslâm'ın Yermuk kıyılarında Bizanslılarla karşı karşıya geldiği günden itibaren ateşin alevleri sönmemiştir. Şu anda açıklamaya çalıştığımız ayetlerin değindiği ve bazı gönüllerin İslâm'a yönelip müslüman olduğu bir takım durumlar istisnadır. Bazı hristiyan grupların kendi dindaşlarından gördükleri zulme karşı, İslâm'ın adaletiyle diğer grupların zulmünden korunmaya çalışmaları da bu tür istisnaî durumlardan sayılır. Haçlıların İslâm'a ve müslümanlara karşı kinleri, iki asır boyunca devam eden Haçlı savaşları sırasında bütünü ile ortaya çıkmıştı. Ayrıca Haçlıların bu kinleri; İspanya'daki İslâm'a ve müslümanlara karşı yerli halkı kışkırtmaları ile, önce Afrika'daki daha sonra tüm dünyadaki İslâm memleketlerine karşı sürdürülen sömürme ve misyonerlik hareketleri ile de gözler önüne serilmiştir. Uluslararası siyonizm ile uluslararası Haçlılar, aralarında onca düşmanlıklara rağmen, İslâm'a karşı savaşta tam bir dost gibi davranmaya devam etmektedirler. Yalnız onlar, yüce Allah'ın da belirttiği gibi, İslâm'a karşı savaşta "birbirlerinin dostudur". Onlar böylece son hilafet devletini parçaladılar. Beraberlik yollarını izleyerek İslâm dinini halka halka çözmeye yöneldiler. Önce "Devlet" halkasını parçaladılar ve sonra "Namaz" halkasını parçalamaya yöneldiler! Şimdi onlar, eski yahudilerin,, müslümanlara ve putperestlere karşı tutumlarını tekrar diriltiyorlar. Nerede olursa olsun İslâm'a karşı putperestliği destekliyorlar. Bu eylemlerini bazen ellerindeki imkanları doğrudan kullanmak suretiyle, bazen de ellerindeki uluslararası kurumlar aracılığıyla gerçekleştirmektedirler. Hindistan ile Pakistan arasındaki savaşın nedeni Keşmir değildir ve Haçlıların bu savaştan uzak olduğu sanılmamalıdır. Bunların ötesinde dünyanın her tarafındaki uyanış ve diriliş hareketlerini kökten bastırmayı üstlenen; ulusal devletleri kurmaları, onları beslemeleri ve her konuda desteklemeleri, bu devletleri kuranlara sahte kahramanlık giysileri giydirmeleri, etraflarında davul zurna çaldırmaları, dünyanın her tarafında bu sahte kahramanlar etrafında koparılan gürültüler sayesinde, İslâm'ı yok etmeye yol bulmaya çalışmaları da bu düşmanlığın bir tezahürüdür. İşte bu, yahudilerin ve Haçlıların on dört asır boyunca İslâm'a karşı takındıkları tavırlara ilişkin tarihi realiteler tarafından tescil edilen gerçeklerin kısa bir özetidir. Yahudiler ile Haçlılar arasında hiçbir fark yoktur. İslâm'a karşı düzenlenen komplolarda, ona karşı duyulan kinde, uzun zamanlar boyunca ateşi sönmeyen savaşlarda yahudilerin cephesiyle, Haçlıların cephesi arasında hiç bir ayrılık yoktur. Bu, bugün de yarın da tüm bilinçli kimselerin anlaması gereken bir realitedir. İdrak sahibi kimseler bu olguları anlamalı ve aldatıcı veya aldatılmış kaypak hareketlerin peşine takılmamalıdır. Bu tip insanlar, genellikle buna benzer Kur'an ayetlerinin devamına bakmadan, sûrenin bütünlüğünü göz önünde bulundurmadan, Kur'an'ın temel ilkeleri ile ilgili açıklamaları incelemeden ve bunların hepsini doğrulayan tarihi gerçekleri dikkate almadan ayetlerin ön kısımlarını alırlar. Ve kendilerine kin besleyen, kendilerine karşı tuzak peşinde olan düşmanlarının hesabına; bu ayet parçalarını birer vasıta olarak müslümanların duygularını, bilinçlerini uyuşturmak için kullanırlar. Bu, aynı zamanda düşmanların da gerçekleştirmeye çalıştığı bir eylemdir. Ve bu inanç sisteminin köklerine indirilmek istenen son darbe mesabesindedir. Bu düşman gruplarının en büyük korkusu sayıları ve hazırlıkları ne kadar azda olsa, inanmış kitlenin gönlündeki uyanıştır. Onun içindir ki, bu uyanış hareketini uyutmaya çalışanlar İslâm'ın en büyük düşmanlarıdır. Bunların bir kısmı aldatılarak bu uyutma eylemine alet edilmiş olabilirler. Yalnız ne olursa olsun onların zararları, en büyük düşmanın zararından hiçte az değildir. Hatta onlarınkinden daha zararlı ve daha etkili olmaktadır. Önümüzdeki bölüm -değindiği konuların farklılığına rağmen- bütünü ile bir meseleyi ele alıyor, hepsi tek bir eksen etrafında dönüyor. Burada ele alınan mesele yasa koyma meselesidir. Bu bölümde, yasama meselesi ilahlığın bir meselesi olarak ele alınıyor. Helal ve haram belirleyecek olan Allah'tır. Sakıncalı gören ve serbest bırakan Allah'tır. Yasaklayan ve emreden de Allah'tır. Sonra bu kural karşısında bütün meseleler küçüğü ile büyüğü ile eşit ağırlığa kavuşturuluyor. Öyleyse insan hayatının bütün meseleleri, başka hiçbir esasa göre değil, yalnızca bu kaideye dayandırılması gerekmektedir. Yasama yetkisinin kendisinde olduğunu iddia eden ya da bunu bizzat üstlenen kimse, ilahlık hakkını iddia ediyor veya bunu bizzat üstleniyor demektir... Aslında böyle bir hak Allah'tan başka kimsenin değildir... Yoksa bu, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına karşı haddini aşmak olur. Ve Allah haddini aşanları sevmez. Bu konuların herhangi birinde, insanların geleneklerine, görüşlerine ve uzlaşmalarına dayanan kimse, Allah'ın, peygamberine gönderdiğinden yüz çevirmiş olur. Bu yüz çevirmesi ile, Allah'a iman dışına çıktığı gibi, bu dinin de dışına çıkar. YASAMA KONUSU Okuyacağımız bölümün her maddesi tekrar edilen tek bir çağrı ile bağlanmaktadır: Ey İman edenler..." "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı temiz nimetleri haram saymayın." "Ey müminler içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz". "Ey müminler, Allah kendisini görmeksizin O'ndan kimlerin korktuğunu belirlemek için sizleri, ihramlı iken ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av hayvanları aracılığı ile dener." "Ey müminler, açıklandıkları takdirde zorunuza gidecek konuları sormayın" "Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız, sapıklar size zarar vermez." "Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan sözüne güvenilir iki kişiyi şahit tutsun, ya da sizden olmayan iki kişiyi..." Yasama meselesini ele alan ve bu meseleyi ilahlık meselesi, iman meselesi ve din meselesi olarak gören bu bölümde, bu tür çağrıların ayrı bir yeri ve anlamı vardır. Bu çağrı iman sıfatı ile yapılan bir çağrıdır ki, anlamı ve gereği, ilahlığı yalnız Allah'a vermeyi, hakimiyeti yalnız yüce Allah'a mahsus kılmayı gerektirir. Bu çağrı, sûrenin buna ilişkin bölümünde imanın temelini ve kaidesini hatırlatma ve yerleştirme kabilinden bir çağrıdır. Bununla beraber Allah'a ve peygambere itàat emredilmekte, yüz çevirmekten ve sırt çevirmekten sakındırılmakta, Allah'ın şiddetli azabı ile tehdit edilmekte, kendisine sığınanlara karşı Allah'ın rahmeti ve bağışlanmasının bol olduğu telkin edilmektedir. Sonra... Bundan sonra müminler ile onların yolundan sapanların, küçük-büyük her meselede yasama yetkisini yalnız Allah'a bırakma, Allah'ın hakkına, hakimiyetine ve ilahlığına karşı haddini aşmaktan uzak durma konularında müminlerin bu metodlarını izlemeyenlerin ayrılışından söz edilmektedir: "Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır, O size yaptıklarınızın iç yüzünü bildirecektir." Müminler, kendilerine has; dini, yolu, hukuku ve Allah'tan başka hiçbir kimseye dayanmayan yasa kaynağı bulunan tek bir ümmettir. Bu ümmet kendisine has proğramı ile ortaya çıktıktan ve buna bağlı olarak insanlara karşı konumunu belirledikten sonra, insanların sapıklığa düşüşünden ve cahiliye hayatlarını sürdürmelerinden dolayı bu ümmete bir zarar gelmez. Bundan sonra onların dönüşü Allah'a olacaktır. Gelecek hükmün bir bütün olarak etrafında dönüp-dolaştığı eksen budur. Bu çerçeve içinde yeralan konulara gelince, bunları bu cüzün giriş kısmında özetlemiştik. Şimdi ise, bu genel çerçevenin sınırları içinde bu konuları detaylı olarak ele alacağız: HELAL VE HARAMLAR 87- Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç kuşkusuz Allah sınırları aşanları sevmez. 88- Allah'ın size bağışladığı helal ve temiz nimetlerden yiyince, Allah'tan korkun. 89- Allah size ağız alışkanlığı ile yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunların hiçbirini bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin cezası, kefareti budur. Yeminlerinizi tutun Allah, şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor. Ey müminler... Sizin imanınızın ilk şartı -Allah'ın kulları birer insan olarak- yalnız Allah'a mahsus bulunan ilahlık özelliklerini kendinizde görmemektir. Buna göre siz, Allah'ın helal kıldığı tertemiz nimetleri haram yapamazsınız. Aynı şekilde Allah'ın size rızık olarak verdiği tertemiz ve helal nimetleri haram kılmak suretiyle onları yasaklayamazsınız. Size bu helal ve tertemiz nimetleri rızık olarak veren Allah'tır. "Şu helaldir, şu haramdır" demek yetkisine de yalnız O sahiptir. "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın. Hiç kuşkusuz Allah sınırları aşanları sevmez. Allah'ın size bağışladığı helal ve tertemiz nimetlerden yiyin ve inandığınız Allah'tan korkun." Yasama yetkisi meselesi tamamen ilahlık meselesi ile ilgili bir meseledir. İnsanın hayatını düzenleme konusunda, ilahlık hakkının temelini şu gerçek oluşturmaktadır: İnsanları yaratan ve onlara rızık veren Allah'tır. Buna göre, verdiği rızkın dilediği kısmını helal kılmak, dilediğini onlara haram kılmak hakkına sahip olan da yalnız Allah'tır. Bu, bizzat insanların da kabul edeceği bir yaklaşımdır. Çünkü mülkün sahibi, aynı zamanda mülkün tasarruf hakkına da sahiptir. Bu apaçık ilkenin dışına çıkan kimse, hiç kuşkusuz haddini aşan bir azgındır! Müminler tabiatıyla inandıkları Allah'a karşı sınırları aşmazlar. Allah'a karşı sınırları aşmak ile Allah'a inanmak, aynı kalpte asla bir araya gelemez! İşte bu iki ayetin apaçık bir mantıkla ele aldığı mesele budur. Bu gerçeği, sınırları aşandan başkası kabul etmekten yan çizemez. Ve Allah sınırları aşanları sevmez. Bu genel meseledir. Kulların boynundaki ilahlık hakkını tanımaya ilişkin genel bir ilkeyi belirlemektedir. Allah'a imanın ilk şartına bağlı olarak müminlerin bu meseledeki tutumları ile de ilgilidir. Bazı rivayetler bu iki ayetin ve yeminlerin hükmüne ilişkin sonraki ayetin, peygamber döneminde müslümanların hayatında meydana gelen özel bir olay hakkında indiğini belirtmektedir. Şu kadar var ki: Önemli olan ayetlerin genel kapsamıdır, sebebin özel oluşu önemli değildir. Sebep; anlama, azıklık ve netlik kazandırmakla birlikte, bu ilkeyi değiştirmez. İbni Cerir der ki: Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) bir gün oturdu ve insanlara hatırlatmalarda bulundu. Sonra onları daha fazla korkutmadan kalkıp gitti. Ashaptan birkaç kişi: "Eğer bir şeyler yapmazsak kurtulamayız. Nitekim hristiyanlar kendilerine bir takım şeyleri haram kılınıştı. Biz de kendimize bazı şeyleri haram kılalım!" dediler. Buna bağlı olarak, bazıları et yemeyi ve gece yatmayı, bazıları gündüzleri yemeyi, bazıları ise, kadınlarla evlenmeyi kendilerine haram kıldılar. Bu durumu haber alan Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bazılarına ne oluyor ki, kadınları, yemeği ve uykuyu haram kılıyorlar? İyi bilin ki, ben geceleyin uyku da uyur, namaz da kılarım, bazan oruç tutarım, bazan tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Benden yüz çeviren benden değildir." Bunun üzerine, "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın, sınırları aşmayın.." diye başlayan yukardaki ayet indi. Buhari ve Müslim'de, Enes'ten (r.a) gelen bir rivayet de, İbni Cerir'in bu rivayetini desteklemektedir. Bu rivayete göre: Enes der ki: "Üç kişi peygamberin hanımlarına geldi. Peygamberin nasıl ibadet ettiğini soruyorlardı. Peygamberin nasıl ibadet ettiği kendilerine bildirilince sanki onu az gördüler ve "Biz nerede Peygamber nerede, Allah O'nun geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlamış bulunmaktadır" dediler. Sonra onlardan biri: "Ben bundan böyle geceleyin sürekli olarak namaz kılacağım" dedi. Diğeri: "Ben de sürekli oruç tutacağım, hiç oruçsuz günüm olmayacak" dedi. Ötekisi ise: "Ben de kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim" dedi. Resulullah oraya geldi ve şöyle buyurdu: "Böyle böyle söyleyenler siz misiniz? Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanınız benim. Buna rağmen ben, oruç da tutarım, oruç tutmadığım da olur. Gece namaz da kılarım, uyurum da. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim izlediğim yoldan yüz çevirirse benden değildir." Tirmizi de kendi isnadı ile İbni Abbas'tan şunları rivayet eder: Bir adam Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) geldi ve: "Ben et yediğim zaman kadınları arzu ettiğim ve şehvetimin etkisinde kaldığım için et yemeyi kendime haram kıldım" dedi. Bunun üzerine Allah'ın: "Ey müminler, Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın." diye başlayan yukardaki ayeti indi. Ant ve yeminlerle ilgili sonraki ayetlere gelince: "Allah sizi, ağız alışkanlığı ile yaptığınız yeminlerden dolayı değil, bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir. Bunlardan hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin, cezası, kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah şükredesiniz diye, size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor." Bu ayetin, mübah olan şeyleri kendilerine yasaklamaya ilişkin yeminlerin söz konusu olduğu durumlar ve benzerleri ile ilgisi açıktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, müslümanlardan bir grup bir takım nimetleri haram kılmış, Resulullah onların bu yasaklama girişimine karşı çıkmış, Kur'an-ı Kerim de, onların kendi başlarına helal ve haram kılma girişimlerini reddetmiş, bunun kendilerinin işi değil, kendisine iman ettikleri Allah'ın işi olduğunu bildirmiştir. Bu ayet, aynı zamanda iyilik yapmaktan geri durmak ve kötülük yapmaya karar vermekle ilgili her çeşit yemini de kapsamına almaktadır. Yemin eden kişi, yemin ettiği şeyin daha güzelini gördüğünde, daha güzelini yapmalı, bu ayeti kerimede belirtilen şekillerde yeminin kefaretini vermelidir. İbni Abbas der ki: "Bu ayetin nüzul sebebi: Yiyeceklerin, giyeceklerin ve kadınların helâl olmalarını, kendilerine haram kılan ve bu konuda yemin eden topluluktur. "Allah'ın size helal kıldığı tertemiz nimetleri haram saymayın." ayeti indirilince, yeminlerimizi ne yapacağız dediler. O zaman bu ayet indi. Bu ayet-i kerime yüce Allah'ın, müslümanları, gönülden bir niyet ve kasıtla desteklenmeyen, sadece dille ifade edilen yeminlerinden hesaba çekmeyeceği hükmüne yer vermekte, bununla beraber rast gele yeminlere fazla dalınmaması gerektiği telkin edilmektedir. Çünkü, Allah adına yapılan yeminlerin kendilerine has bir kutsallığı ve ciddiyeti olmalıdır. Öyleyse rastgele Allah'ın adına yemin edilmemelidir. Beraberinde bir kasıt ve niyet taşıyan kesinleşmiş yeminler ise bozulduğu takdirde, bu ayetin açıkladığı tarzda bir kefaret ödenmesini gerektirir: "Böyle bir yemini bozmanın cezası, kefareti ya ailenize yedirdiğiniz yemeğin ortalaması üzerinden on yoksulu doyurmak ya yine on yoksulu giydirmek ya da bir köle azad etmektir: Bunların hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse, üç gün oruç tutar. İşte bozduğunuz yeminlerin cezası, kefareti budur." On yoksulu doyurmak, yeminini bazan şahsın kendi ailesine yedirdiği yemeklerin "ortalaması üzerinden" olmalıdır. Ayet-i kerimede "ortalaması üzerinden" diye geçen "Evsat" kavramı, "En güzel" anlamına geldiği gibi "En orta" anlamına da gelebilir. İki anlamını birden kastedilmiş olması da düşünülebilir. Zira "orta" olan aynı zamanda "en güzel" olandır. İslâm'ın kriterlerine göre, orta olan en güzel olandır... "Ya da giydirmek" kavramı da en sağlıklı yaklaşıma göre, giydirilecek elbisenin ortalamasını ifade eder. "Veya bir köle azad etmek" ifadesinde ise. kölenin mümin olması gerektiği belirtilmemiştir. Onun içindir ki, bu konuda birtakım fıkhî ihtilaflar söz konusu olmuştur. Fakat burada onlara yer vermeye gerek yoktur. "Bunların hiç birini bulamayan (yapamayan) kimse üç gün oruç tutar". Bu, kesinleşmiş yeminlerde, başka kefaret türlerine güç yetirilmediği zaman başvurulacak olan kefaret şeklidir. Bu üç gün orucun arka arkaya mı yoksa, aralıklı mı tutulması gerektiği konusunda da; ayet, onların arka arkaya tutulması gerektiğini bildirmediğinden, fıkhî bir ihtilaf söz konusudur. Bu tefsirde, bu tür detaylara ait fıkhî bir ihtilaflara dalmamayı metod olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Bu konulardaki fıkhî görüşleri incelemek isteyen, fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine başvurmalıdır. Aslında bu görüşlerin hepsi, bizi ilgilendiren asıl önemli nokta ile uyum arzetmektedir. Burada mesele kefaretin, bozulan yeminin değerini tekrar kendisine kazandırmak ve yeminlerin hafife alınmasını önlemek amacı taşıdığıdır. Zira bunlar birer "anlaşmadır" ve yüce Allah anlaşmalara bağlı kalmayı istemektedir. İnsan kendi yeminini kesin bir şekilde otaya koyduktan sonra, daha iyi bir şeyle karşılaştığında, daha iyi olan şeyi yapmalı, yeminini bozmasının kefaretini ödemelidir. Helal kılma, haram sayma gibi kendi hakkı olmayan bir konuda kesin yemin ettiğinde, yeminini bozmalı ve kefaretini ödemelidir. Bundan sonra, bu ayetlerin nüzul sebebini oluşturan asıl konuya dönebiliriz. Meseleye "özel sebep" açısından baktığımızda yüce Allah burada, Allah'ın helal kıldıklarının tertemiz olduğunu, haram kıldıklarının ise, pis olduğunu belirttiği, insanın Allah'ın kendisine seçtiğinden başkasını seçmeye iki yönden hakkı olmadığını bildirdiği görülecektir: Birincisine göre: Helâl ve haram kılma yetkisi sadece rızık veren Allah'ın özelliklerindendir. Zira rızık verme özelliği, rızkın helâlını ve haramını belirlemeyi dé kapsamaktadır. Yoksa bu, yüce Allah'ın hiç hoşlanmadığı sınırları aşmaktadır. Ve Allah'a iman etmekle asla bağdaşmaz. İkincisine göre: Yüce Allah tertemiz, güzel nimetleri helâl kılar. Bu nedenle hiç kimse, bu tertemiz, güzel nimetleri kendisine haram kılamaz. Bunlar hem kendisinin hem de hayatın yararınadır. Zira insanın, kendisini ve hayatı, bu tertemiz ve güzel nimetleri ile helal kılan yüce Allah'ın bildiği ve tanıdığı ölçüde tanıması mümkün değildir. Eğer Allah'ın helâl kıldığı bu nimetler, kullarına zararlı ve kötü olsaydı Allah onlardan kullarını korurdu. "İnsanların onlardan mahrum olmasında bir iyilik olsaydı bu nimetleri kendilerine helâl kılmazdı." Bu dinin amacı, beşer hayatının bütün güçleri arasında tam bir uygunluk, mutlak bir denge sağlamak, onları iyiye ve yararlı olana kavuşturmaktır. Bu din, insanın doğuştan gelen ihtiyaçlarından hiç birini ihmal etmez. İnsanın, sağlıklı biçimde işleyen ve kendisi için belirlenen yoldan ayrılmayan yapıcı güçlerinden hiçbirini bastırmaz. Bu nedenle ruhbanlıkla savaşır. Çünkü ruhbanlık insanın fıtratını bastırmak, enerjisini boşa harcamak, Allah'ın gelişmesini istediği hayatın gelişmesini önlemeye çalışmaktır. Ayrıca bu din, Allah'ın tertemiz nimetlerinin herhangi birini haram kılmayı da yasaklamıştır. Zira bunlar, hayatın oluşması, gelişmesi ve yenilenmesine etki eden faktörlerdir. Yüce Allah bu hayatı, gelişsin, yenilensin ve Allah'ın yasasına bağımlı olan gelişme ve yenilenme yoluyla yükselsin diye yaratmıştır. Ruhbanlık ve tertemiz şeyleri haram kılma ise, Allah'ın hayat için öngördüğü nizam ile çelişmektedir. Çünkü bunlar, hayatı yücelme ve yükselme bahanesiyle belli bir noktada dondurmaktadır. Halbuki yücelme ve yükselme de, Allah'ın, hayat için belirlediği yasanın kapsamına dahildir. Bunlar, Allah'ın, insanlara öğrettiği ölçüde rahat bir biçimde fıtratla uyum sağlayan bir yasaya göre işlemektedir. Bütün bunlardan sonra, sebebin özel oluşu, ayetin genel hükmünü sınırlandırmaz diyebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu genel hüküm, ilahlık ve yasama meselesiyle ilgilidir. Bu mesele yemede, içmede, evlilikte bir takım helâller, haramlar çerçevesi ile sınırlandırılamaz. Burada asıl mesele, hayatın herhangi bir alanında yasama hakkını Allah'ın dışında hiç kimseye vermemektedir. Biz bu ilkeyi yer yer tekrar ediyor ve önemini vurguluyoruz. Zira İslâm'ın uzun bir zaman boyunca layık olduğu biçimde ve gerçek anlamda hayata hükmetmekten uzak kalışı, bu ilkenin anlamlarını ve boyutlarını Kur'an-ı Kerim'de ve İslâm dininde ortaya konan gerçek şekliyle anlaşılmasını zorlaştırmış bulunmaktadır. Neticede "helâl" ve "haram" insanların gözlerinde asıl kapsamları daralmıştır. Öyle ki, helâl ve haram kavramları, sadece kesilen bir hayvanın, yenecek bir yemeğin, içilecek bir içkinin, giyilecek bir elbisenin, kıyılacak bir nikahın sınırlarını aşamaz olmuştur... İşte artık insanların, "bu helâl mıdır, haramınıdır?" diye, İslâm'ın görüşlerini almaya çalıştığı konular sadece bunlardır! Bütün insanları ilgilendiren işlerde ve büyük meselelerde ise; insanlar, teorilere, anayasalara ve Allah'ın yasasının yerine konan kanunlara başvurmaktadır! Sosyal düzenin tamamında, siyasal düzenin tamamında, uluslararası sistemin tamamında, Allah'ın yeryüzündeki ve insanların hayatındaki özelliklerinin hepsinde artık, İslâm'a danışılmaz olmuştur.! Halbuki İslâm, hayatın tamamını kapsayan bir sistemdir. Ancak ona bir bütün olarak uyan kimse, mümindir ve Allah'ın dinindedir. Bir tek hükümde dahi olsa başkalarına uyan kimse, imanı reddetmiş, Allah'ın ilahlığına baş kaldırmış ve Allah'ın dininden dışarı çıkmış olur. İstediği kadar inanç sistemine saygısı bulunduğunu ve müslüman olduğunu söylesin, farketmez! O'nun, Allah'ın yasasından başka bir yasaya uyması, iddiasını yalanlamakta ve O'nu Allah'ın dininden dışarı çıkmakla damgalamaktadır. İşte açıklamakta olduğumuz Kur'an ayetlerinin ortaya koymak istediği genel kural budur. Bu ayetler, bu önemli kuralı Allah'a imanın ilk şartı yahut, Allah'a karşı sınırları aşmanın bir tezahürü olarak göstermektedir. Kur'an ayetlerinin gerçek kapsamı da budur. Bu kapsam, aynı zamanda bu dinin ciddiyetine, bu Kur'an'ın ciddiyetine, ilahlığın ve imanın anlamının ciddiyetine de uygun düşmektedir. Helal ve haramı belirlemeye ilişkin yasama meselesi, Medine'de bulunan İslâm ümmetinin eğitim projesi, ümmetin cahiliye atmosferinden ve kalıntılarından, bireysel ve toplumsal geleneklerinden arındırılması meselesiyle ilgili olarak son ve kesin emirler geliyor. Burada içkinin ve kumarın haram kılınması, Allah'a ortak koşmakla aynı anlama gelen, dikili anıtlar ve fal oklarının haram sayılmasıyla birlikte veriliyor: İÇKİ KUMAR VE FAL OKLARI 90- Ey müminler, içki, kumar, anıt taşlarına fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. 91- Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi? 92- Allah'a ve peygambere itaat ediniz, onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır. 93- İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever. Gerçekten de içki, kumar, anıt taşları ve fal okları cahiliye hayatının en önemli özellikleriydi ve cahili toplumun en köklü gelenekleri arasında yer alıyorlardı. Pratik uygulamaları ve bu toplumun en önemli geleneklerini, alışkanlıklarını oluşturmaları açısından; birbiri ile köklü bağları bulunan bir demeti oluşturuyorlardı. Cahiliye Arapları alabildiğine aşırı şekilde içki tüketiyorlardı. Toplantılarında fazla içki tüketmeleri ile övünüyor ve bunu bir övünç kaynağı olarak görüyorlardı. Şiirlerinde ve övgülerinde; içkiyle iftihar etmek, önemli bir odağı oluşturuyordu! İçki meclislerinde hayvanlar kesiliyor, içki içenlere, içki dağıtanlara, bu mecliste kahramanlık gösterileri yapanlara, bu toplantıya katılanlara ve etrafında toplananlara sunulmak üzere etler kızartılırdı! Bu hayvanlar, anıt taşları üzerinde kesilirdi. Anıt taşları Arapların, hayvanlarını üzerinde kestikleri ve kanlarını kendilerine sürdükleri putlardı. (Tanrılara yani tanrıların papazlarına kurban olarak sunulacak olan hayvanlar da bu taşlar üzerinde kesilirdi). İçki meclisleri ve benzeri sosyal nitelikli kesimlerde fal okları yolu ile kumar da oynanıyordu. Fal okları, Arapların, hayvanları aralarında paylaşırken başvurdukları bir oran ölçeğiydi. Herkes kendi okuna düşen orana bağlı olarak, hayvandan bir pay alıyordu. Okunda "üstün" yazılı olan, hayvanın en büyük payını alırdı. Bu sıralama okuna hiçbir pay düşmeyene kadar, aşağıya inerdi. Payına hiçbir şey düşmeyen adam, hayvanın sahibi de olabiliyordu. Bu durumda hayvanı tümden kaybetmiş olurdu! .. Böyle sosyal içerikli gelenek ve alışkanlıkların birbiri ile kenetlendiği ortaya çıkmakta; bunların, cahiliyenin pratiği ve itikadi düşüncelerine paralel bir biçimde seyrettiği gözlemlenebilmektedir. İslam nizamı ilk etapta, bu gelenekleri ortadan kaldırmaya kalkmadı. Çünkü İslâm, bu geleneklerin bir takım yanlış inançlardan kaynaklandığını biliyordu. Bu problemin temeline inmeden meseleyi yüzeysel olarak halletmeye kalkmak, boşuna bir çabadan başka bir anlam ifade edemezdi. İlahî nizam, böyle bir metoda başvurmaktan uzaktı! İslâm ise, her şeyden önce, insanın gönlündeki düğümden, inanç sistemi düğümünden başlamıştır. Cahili inançların ve düşüncelerin hepsini kökünden söküp atmak, bunun yerine sağlam İslâm düşüncesini yerleştirmekle işe başlamıştır. İslâm'ın sarsılmaz düşüncesi, fıtrata dayalı olan kaidenin derinliklere yerleştirmekle yola koyulmuştur. İnsanlara, ilahlara ilişkin düşüncelerinin bozukluğunu açıklamış ve onları gerçek ilaha iletmiştir. Bu gerçek ilahı tanıdıktan sonra, bu gerçek ilahın sevdiği ve hoşlanmadığı şeylere kulak vermeye başlamışlardır. Ondan önce bu direktiflere kulak veremezlerdi! Bir emre, bir yasağa bağlılık gösteremezlerdi. Bu yasak ne kadar kendilerine hatırlatılırsa, ne kadar nasihat edilse de, onlar kendilerini cahiliye alışkanlıklarından koparamazdı. İnsan fıtratının ilk bağı, akide bağıdır. Herşeyden önce, bu akide bağı oluşturulmadıktan sonra, insanın fıtratında bir ahlâka, bir eğitime, sosyal bir inkılâba yol açmak mümkün olamaz. İşte insan fıtratının anahtarı buradadır. Bu fıtrat, kendi özel anahtarı ile açılmadığı sürece, hazineleri kapalı kalacak, yolları doğrulmayacaktır. Ne zaman bir pencere açılsa, bir başka pencereler kapanacak, bir taraf aydınlansa, öbür taraflar karanlıkta kalacak, bir düğüm çözülse, pek çok düğümler kapalı kalacaktır. Ne zaman bir geçit açılsa, bir çok geçitler ve yollar kapanacaktır... Ve bu hal sonsuza kadar devam edip gidecektir... Bu nedenle İslâm nizamı, cahiliyenin bir sürü rezilliklerinden ve sapıklıklarından sadece bir bölümünü oluşturan bu rezilliklerinden ve sapıklıklarından tedaviye başlamamıştır. Bunun yerine akideden işe başlamıştır. Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmekle işe başlamıştır. "Allah'tan başka ilah yoktur" ilkesinin yerleştirilmesi zaman olarak öyle uzun bir dönem kapsadı ki, bu zaman dilimi onüç seneyi buldu. Bu esnada, bu gayeden başka hiç bir gaye yoktu! İnsanlara geçek ilahlarını tanıtma, onları bu ilaha kul yapma, insanları onun otoritesine bağlama gayesi... Neticede insanlar kendilerini Allah'a adadılar. Artık insanlar, Allah'ın kendileri için seçtiğinden başka hiçbir seçenek olmadığını idrak etmişlerdi. İşte tam bu sırada, ibadet nitelikli semboller de dahil olmak üzere yükümlülükler gelmeye başladı. Bu esnada, cahiliyenin sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlâkî ve günlük hayata ilişkin kalıntılarının temizlik işlemi başladı... Bu yükümlülükler, Allah'ın emrettiğinde, kulların tartışmasız itaat edeceği bir zaman dilimine denk getirilmişti. Çünkü onlar, artık her ne olursa olsun Allah'ın bir emri veya yasağı karşısında hiçbir seçenekleri olmadığını kavramışlardı! Başka bir ifade ile: Emirler ve yasaklar "İslâm"dan sonra, teslim oluştan sonra... Müslümanın içinde tereddüt kalmadıktan sonra... Allah'ın emrine rağmen kendisinin herhangi bir görüşü ve seçeneğinin olabileceğini düşünmez duruma geldikten sonra başlamıştı. Veya üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı eserinde, "Büyük Düğüm Çözüldü" başlığı altında değindiği gibi: "... En büyük düğüm. Şirk ve küfür düğümü... Çözüldü... Ardından bütün düğüm(er çözüldü. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onlara karşı ilk cihadını yaptı. Fakat her emir ve yasağın beraberinde yinelenen bir cihada ihtiyaç duymadı. İslâm, ilk savaşta cahiliyeye karşı bir zafer elde etti. Artık her savaşta zafer onların oluyordu. Onlar kalpleriyle, gönülleriyle, ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla toptan İslâm'a girmişlerdi. Doğru olan kendilerine açıkladıktan sonra, peygambere zorluk çıkarmıyorlardı. O'nun verdiği hükme karşı gönüllerinde herhangi bir burukluk duymuyorlardı. Emrettikten veya yasakladıktan sonra kendilerine seçenek yoktu. Nefislerinin kendilerini aldattığı şeyleri Peygambere anlatıyorlar ve cezayı gerektiren bir suç işlediklerinde vücutlarını korkunç azaba teslim ediyorlardı. İçkinin yasaklama emri geldiğinde, içkiyle dolup taşan kadehler onların elindeydi. Allah'ın emri, onların ıslak dudakları ile yanık yürekleri arasına girdi. Şarap fıçıları kırıldı ve Medine sokaklarına döküldü" Bununla beraber içkinin ve buna bağlı olarak kumarın yasaklanışı, aniden meydana gelen bir olay değildi. Psikolojik, gelenek ve alışkanlıklar birtakım ekonomik yönleri de bulunan bu köklü sosyal hastalığın tedavisinde, bu kesin yasaktan önce birkaç adım atılmış, bir kaç aşama kat edilmişti. İslâm nizamında içki probleminin tedavisinde bu ayetler, üçüncü ya da dördüncü merhaleydi. Birinci merhale, hedefe atılan ilk oku oluşturuyordu. Allah, Mekke'de indirilen Nahl sûresinde buyuruyor bize, "Hurmaların ve üzümlerin meyvelerinden sarhoşluk veren bir nesneyi ve güzel bir rızkı elde ediyorsunuz" (Nahl Suresi, 67) Bu müslümanların duygularını harekete geçiren ilk uyarıydı ve burada şeker (sarhoş veren madde), güzel rızkın karşıtı olarak zikrediliyordu. Sanki bu bir şey, güzel rızık başka bir şeydi. İkinci merhale, müslümanların gönlünde, yasama uzandığı yolu ile dini duyarlılığı harekete geçirmeye yöneliktir. Bakara sûresinde yeralan bir ayetti bu: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki; onların ikisinde de büyük günahlar vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219) Burada onlar! terk etmenin daha iyi olacağına işaret ediliyor. Zira günahının yararından büyük olduğu belirtiliyor. Yoksa hiçbir yararı olmayan şeyler çok azdır. Bir şeyin helal oluşu veya haram oluşu zararının veya yararının ağır basmasına bağlıdır. Üçüncü merhale, içki alışkanlığını kırıyor ve bununla namaz farizası arasında bir bağdaşmazlığı gündeme getiriyordu. Nisa sûresindeki bu ayette şöyle deniyordu. "Ey müminler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın". Beş vakit namaz çoğunlukla bir birbirine yakındır. Bu vakitler arasında sarhoş olup ayılmaya yeterli bir zaman yoktur. Bu uygulama pratik olarak içki alışkanlığını sürdürmenin alanını daraltmaktaydı. Özellikle "Subuh" adı verilen sabalı içkisi ile, "Gabuk" adı verilen ikindi veya akşam içkisi gibi cahiliye gelenekleri kaldırılıyordu. Ayrıca bu, belli seanslarla içki almayı gerektiren tiryakilik ve alışkanlık halini sürdürmeyi engelliyordu. Öte yandan müslümanların gönüllerinde özel bir ağırlığı bulunan bu emir, namaz farizasını zamanında yerine getirme ile, içki alışkanlığını zamanında karşılamak arasında, bir çelişki ortaya çıkarıyordu! Sonra dördüncü merhale olan, son ve kesin noktaya gelindi. Artık gönüller buna tam anlamı ile hazırlanmış bulunuyordu. Bundan sonra yasağın gelişinden, insanların anında itaati ve boyun eğişinden başka bir şey kalmamıştı. Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) dedi ki; "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" (Herhalde Hz. Ömer'in (r.a), insanın içini rahatlatacak bir açıklama arzusunu kamçılayan Nahl suresinin ayetidir. Kendisinin de belirttiği gibi Ömer, cahiliye döneminde içki içen bir adamdı. Bu da içki kullanma alışkanlığının cahili toplumda, köklü bir alışkanlık, olduğunu göstermektedir.) Bunun üzerine Bakara sûresinin şu ayeti gönderildi: "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki, onların ikisinin de büyük günahı vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür." Ömer çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ömer yine: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap". dedi. Ardından Nisa sûresindeki şu ayet gönderildi: "Ey müminler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın." Ömer yine çağırıldı ve kendisine bu ayet de okundu. Bu sefer de Ömer: "Allah'ım içki konusunda içimizi rahatlatacak bir açıklama yap" dedi. Arkasından Maide sûresindeki şu ayet indi. "Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?" Bunun üzerine Ömer: "Son verdik, son verdik" diye, bu ilahi çağrıya içtenlikle katıldığını dile getirdi. (Ashabus Sünen) Hicretin üçüncü senesinde, Uhud savaşından sonra indirilen içkiyi yasaklayıcı ayetlerden sonra, Medine sokaklarında dolaşıp: "Ey ahali,artık içki haram kılınmıştır" diye, bağırılmasından başka bir şeye ihtiyaç kalmamıştı... Bunun üzerine, elinde bardağı olan onu kırdı, ağzında bir yudum içki olan onu geri tükürdü. Şarap fıçıları kırıldı, içki şişeleri kırıldı. Böylece sarhoşluk ve içki kullanımı yokmuş gibi halledildi! Şimdi de Kur'an'ın sunuş tarzına; eğitim ve yönlendirme yöntemini kapsayan metoduna bir göz atalım: "Ey müminler, içki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir, bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi? Allah'a ve peygambere itaat edin, Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimizin görevi sadece açıkça duyurmaktır." Bu ayetler, bu bölümün alışılagelen hitap şekliyle başlıyor: "Ey müminler"... Bir taraftan müminlerin kalplerini harekete geçirmek, öbür taraftan bu imanın zorunlu sonucu olan, bağlılık ve itaat eylemini hatırlatmak için... Bu etkili hitaptan sonra, net ve açık bir biçimde ifade edilen kesin bir hüküm yer alıyor: "İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi iğrençliklerdendir." Bunların hepsi, Allah'ın helâl kıldığı "tertemiz nimetler" sıfatıyla uyuşmayan kirli işlerdir. Ve bunlar şeytan işidir... Şeytan ise insanın tarihi düşmanıdır. Müminin, bir işten duygusal olarak nefret etmesi, psikolojik olarak tiksinmesi, fıtrat olarak ondan ürküp kaçması, korkarak ondan uzaklaşması ve ondan sakınması için, bu işin şeytan işi olduğunu öğrenmesi yeterlidir! İşte bu esnada, kurtuluş umudu ile birlikte yasak konuyor. Bu aynı zamanda, derin psikolojik duyguları harekete geçiren bir dokunuştur: "Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz." Bundan sonra ayet-i kerime, bu pisliğin gerisinde bulunan şeytanın planını açıklamaya geçiyor: "Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister." Böylece müslümanın gönlünde; şeytanın hedefi, tuzağının amacı, iğrençliğinin yolu aydınlanmış oluyor... Bu hedef, içki ve kumar yolu ile müslümanların arasında, kin ve düşmanlık tohumlarını ekmektir. Aynı şekilde, "iman edenleri" Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktır bu. Öyleyse bu, ne korkunç bir hile... Şeytanın güttüğü bu hedefler, birer realitedir. Müslümanlar bu gerçekleri, gerçeğin kendisi olan ilahi ifadeler aracılığıyla tasdik ettikten sonra, realiteler dünyasında da onları görebilirler. Şeytanın, içki ve kumar yolu ile insanlar arasına kin ve düşmanlık tohumunu nasıl ektiğini görmek için, uzun bir araştırmaya gerek yoktur. İçki, insanın aklını başından alır, etini ve kanını bir sel gibi harekete geçirir, şehevi arzu ve isteklerini alevlendirir. Çoğunlukla içkiye arkadaş olan kumar ise, insanın gönlünde binbir çeşit kin ve hüsran duygusu bırakır. Çünkü, kumarda kaybeden kişi, gözlerinin önünde malını elinden alana ister-istemez kin besleyecektir. Malını bir ganimet olarak alıp götüren kumarcıya, kaybeden adam, elbette ki kahrolacaktır. Bu işlerin yapıları gereği olarak, kin ve düşmanlığı harekete geçirmesi normaldir. Meseleye oldukça yüzeysel olarak bakan birtakım kimselerin, bu tür biraraya gelişleri; dostluk ve mutluluğun bir parçası olarak algılamaya çalışmaları boşunadır. Zira bu işler, birbirine dost olan imanları çatışma ve patlama alanlarında karşı karşıya getirmektedir. Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaya gelince; bunların ikisi üzerinde düşünmeye bile gerek yoktur. İçki herşeyi unutturur. Kumar da alıkoyar. Kumarcılara göre, kumarcının aklı ile sarhoşun aklı arasında fark yoktur. Kumarcının alemi de sarhoşun alemi gibi, içki masalarını, kadehleri ve kumar oyununu aşmaz! Şeytanın iğrenç hedefini belirten bu işaret, amacına ulaşıp, "iman edenlerin" kalplerini uyarmak ve onları harekete geçirmek istediğinde bir soruya yer veriliyor. Bu öyle bir sorudur ki, onu, Hz. Ömer'in bu ayeti dinlediği sırada verdiği cevaptan başka biçimde cevaplamak mümkün değil: "Artık bu işlere son veriyorsunuz değil mi?" Ömer hiç beklemeden cevap verir: "Son verdik, son verdik" ALLAH'A İMAN VE TAKVA Fakat ayet-i kerime, o büyük etkisiyle beraber sürüyor: "Allah'a ve peygambere itaat edin. Onlara karşı gelmekten sakının. Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktadır." Herşeyin kendisine bağlı olduğu kaide: Allah'a itaat, peygambere itaat... Yani İslâm... Allah'a ve peygambere mutlak itaat. Sonra onlara karşı gelmekten sakındırmak ve üstü kapalı bir tehdit: "Eğer bu direktife sırt çevirirseniz, biliniz ki, peygamberimizin görevi sadece, açıkça duyurmaktır." Gerçekten de peygamber tebliğ etmiş ve açıklamıştı. Açıkça duyurma eyleminden sonra, muhalefette diretenlere sorumluluk yükü biniyordu. Bu üstü kapalı üslup ile ifade edilen ve insanın belini büken bu tehdit müminlerin yüreklerini hoplatmaktadır! Onlar, karşı gelip itaat etmedikleri zaman, kendilerinden başka hiç kimseye zarar veremezler. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) tebliğini ve görevini yapmıştır. Onların işlerinden elini çekmiştir. Artık onlardan sorumlu değildi O. Kendisine itaat etmeyip karşı geldikleri takdirde, onlardan hiçbir azabı savamaz. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Sırtını dönen isyankârları cezalandırmaya, Allah'ın gücü elbette yetecektir! İşte ilahî yol, kalplerin kapısını böyle çalıyor, gönüllerin kilitlerini böyle açıyor... Kendisi için, bu gönüllere varan yollar, geçitler buluyor. Bu yasağın kendisiyle ilgili olarak geldiği içkinin ne olduğunu açıklamamız yerinde olur. Ebu Davud'un İbni Abbas'tan aldığı habere göre "Akla sarhoşluk veren herşey içkidir ve sarhoşluk veren herşey haramdır." Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) minberinde ve sahabeden bir topluluk huzurunda yaptığı konuşmada, şöyle demişti: "Ey insanlar, içkinin indiği sırada içki beş şeyden yapılıyordu: Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaylardan ve arpadan. Aslında içki, akla sarhoşluk veren herşeydir." (Kurtubi Tefsiri) Her iki rivayete göre de içki, sarhoşluk meydana getiren, akla zarar veren herşeydir. Herhangi bir türüne mahsus değildir. Ve sarhoşluk veren herşey haramdır. Sarhoşluk veren herhangi bir madde ile meydana gelen sarhoşluk halı, İslâm'ın müslüman kalplerin her zaman Allah'a bağlı olması, her an Allah'ın kontrolü altında olduğunu duyabilmesi için farz kıldığı, sürekli uyanıklık hâli ile bağdaşmaz. Müslümanın kalbi, bu uyanıklıkla, hayatın gelişmesi ve yenilenmesinde, hayatın zaaflarında ve bozukluklardan korunmasında, kendisini, malını ve namusunu korumasında, müslüman cemaatın güvenliğini, yasasını ve düzenini her türlü saldırıdan korumasında önemli bir fonksiyon icra edecektir. Müslüman fert, kendi başına ve arzuları ile baş başa bırakılmış değildir. Her an sürekli uyanıklık gerektiren yükümlülükleri vardır. Rabbına karşı yükümlülükleri, kendisine karşı yükümlülükleri, ailesine karşı yükümlülükleri bütün insanlığa karşı mesajını iletmesi ve onlara doğru yolu göstermesi için evrensel yükümlülükleri bulunmaktadır. Tüm bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi için, sürekli olarak uyanık olması istenmektedir. Hatta İslâm onun Allah'ın helâl kıldığı nimetlerden yararlanırken bile, bu nimetlere karşı uyanık durmasını, şehevî arzuların ve lezzetlerin kölesi olmamasını istemektedir. Müslüman gerekli olarak arzularına hakim olmak zorundadır. İşine hakim olan adamın durumu gibi bu isteklerin ancak bir kısmını yerine getirir. Sarhoşluğun verdiği şuursuzluk halı ise, hiçbir şekilde bu yükümlülük halı ile bağdaşmaz. Sonra bu sarhoşluk halı, aslında belli zaman dilimlerinde hayatın realitelerinden kaçmaktan ve çakır keyiflik halinin veya aklî dengesizliğin körüklediği düşüncelere dalmaktan başka bir şey değildir. İslâm ise, insanların bu yola baş vurmalarını hoş karşılamaz. Onların gerçekleri görmelerini, gerçeklerle yüzyüze gelmelerini, gerçeklerin içinde yaşamalarını, hayatlarını bu gerçeklere uygun biçimde yönlendirmelerini ister. Bu hayatlarını bir takım hayaller ve kuruntuların temeline dayandırmalarını istemez. Çünkü gerçeklerle yüzyüze gelmek, azim ve iradenin harekete geçmesini sağlar. Gerçekleri bırakıp bir takım hayallere dalmak ve kuruntulara kapılmak ise; çözülmeden, azmin kırılmasından, iradenin erimesinden başka bir şey değildir. İslâm sürekli olarak irade eğitimine önem vermekle iradeyi, köklü alışkanlıkların, tiryakiliklerin bağlarından kurtarmaya çalışır. Sadece bu değerlendirme bile İslâm'ın, neden içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri haram kıldığını görmemize yeterli olacaktır. Zira bunlar, şeytan işi iğrençliklerdir... insan hayatının düzenini bozmaktır. Bazı fıkıh bilginleri, içkinin, diğer pislikler gibi hem içilmesinin haram hem de kendisinin pis olduğunu söylerken diğer bazı bilginler, sadece içilmesinin haram olduğunu söylemişlerdir. Cumhura göre, içkinin kendisi de içilmesi de haramdır. Rabia, Leys b. Said Şafiî'nin arkadaşı Müzeni ve daha sonraki bazı Bağdatlı fıkıhçılara göre ise, içkinin sadece içilmesi haramdır. Bu tefsirde meseleye bu kadar değinmemiz yeterlidir. Bu ayetlerin indirilmesi, burada içkinin haram kılındığının bildirilmesi ve şeytan işi iğrençliklerden olmakla nitelendirilmesi, İslâm Toplumu'nda sözcükleri bir, nedenleri ve hedefleri ayrı olan iki sesin yükselmesine neden oldu. Bu açıklamayı olduğu gibi kabul eden fakat, işin içinden çıkamayan bazı sahabiler: "İçki içtiği halde vefat eden kardeşlerimiz ne olacak? İçki haram kılınmadan önce Uhut'ta karınlarında içki olduğu halde şehit edilen arkadaşlarımızın durumu nedir?" dediler. Şaşkınlık ve kargaşalık peşinde bir takım fırsatçılar da bu veya buna benzer birşeyler söylediler. Bununla, gönüllerde yer alan yasama nedenlerine duyulan güveni sarsmayı veya içkinin haram kılınmadığı sıralarda vefat edenlerin, şeytan işi iğrençliklerden biri olan içki ile karınları dolu olduğu halde vefat ettiklerinden dolayı, imanlarının boşa gittiği imajını yaymayı hedef alıyorlardı. İşte tam bu sırada aşağıdaki ayet indi: "İman edip iyi ameller işleyenler, -Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever." Bu ayet-i kerime, herşeyden önce, haram kılınmadan önce hiçbir şeyin haram olmayacağını, haram kılınmanın ayetten önce değil, ayet ile birlikte gerçekleştiğini, hem dünya hem de ahiret ile ilgili meselelerde ayetin kendisinden önceki halleri kapsamayacağını bildirmektedir. Çünkü hükmü ortaya koyan ayettir. Öldüklerinde, o sırada haram kılınmamış olan içkinin karınlarında bulunması, onlar açısından herhangi bir sorumluluk doğurmaz. Zira onlar bu durumda, haram kılınmış bir iş yapmış ve bir günah işlemiş olmaz. Onlar Allah'tan korkuyor, iyilik yapıyor, her şeyde Allah'ın kendilerini gözettiği bilinciyle hareket ediyorlardı. Niyetlerinin ve eylemlerinin Allah tarafından görüldüğünü biliyorlardı. Bu hal üzere bulunan birisi harama el uzatmaz ve bir tek günah işlemez. Biz burada Mutezile'nin, içkinin pisliği hakkındaki hükmüne bağlı olarak körüklediği tartışmaya girmek istemiyoruz. Mutezile, içkinin bu pisliğinin, yüce Allah'ın içkinin haramlığına ait hükmünden mi, yoksa içkinin kendisinden ayrılmayan bir niteliğinden mi olduğunu araştırır. Haram kılınan şeylerin, bu haramlıklarının kendilerinden ayrılmayan bir nitelikten mi, yoksa bu niteliğin haram kılınmasından mı kaynaklandığını tartışır. Bizim anlayışımıza göre, bu tür konulardaki tartışmalar boş tartışmalardır ve İslâmî duyarlılığa tamamen yabancıdır!.. Yüce Allah bir şeyi haram kıldığında, onu neden haram kıldığını bilir. İster haram kılış nedenini bildirsin ister bildirmesin fark etmez. ister haram kılmak; haram kılınan şeydeki değişmez bir nitelikten olsun isterse, onu kullananın bizzat kendisine veya içinde yaşadığı cemaata zarar veren bir sebepten olsun, değişen birşey olmaz. Herşeyi bütünü ile bilen yüce Allah'tır. Ve O'nun emrine itaat etmek farzdır. Bütün bunlardan sonra tartışmaya girmek, gerçek bir ihtiyaçtan kaynaklanamaz. Halbuki gerçekçilik, bu ilahî yolun vazgeçilmez özelliğidir. Buna bağlı olarak hiç kimse, "Madem ki haram kılınma, haram kılınan nesnedeki bir niteliğe bağlıdır, öyleyse haram kılınmadan önce nasıl mübah kılınmıştır?" dememelidir! Yüce Allah'ın belirli bir süre haram kılmadan bırakmış olmasının, bir hikmeti olmalıdır. Çünkü her şeyin dizgini, Allah'ın elindedir. Zaten ilah oluşunun gereği de budur. İnsanların herhangi bir nesneyi güzel görmesi, ya da çirkin bulması bu konuda hüküm olamaz. İnsanın helallik ve haramlık hususunda neden olarak gördüğü sebep, o hükmün gerçek sebebi olmayabilir. Allah'a karşı edebli olmak, O'nun hükümlerini kabul etmeyi ve uygulamayı gerektirir. İster hikmeti veya illeti bilinsin, ister bilinmesin fark etmez. Çünkü, "Allah bilir, siz bilmezsiniz." Allah'ın yasasını uygulamanın herşeyden önce, kulluk temeline dayanması gerekir. Yüce Allah'a karşı, kulluğunu ortaya koymak ve O'na itaat etmek temeline dayanmalıdır. Zaten teslimiyetin anlamı, İslâm'da budur. Bu kesin itaattan sonra, insan aklının gücü yettiği ölçüde Allah'ın emrettiği ve yasakladığı şeylerin hikmetini araştırması doğru olabilir. Hikmeti araştırılan bu emir ve yasakların hikmetini, Allah'ın açıklayıp açıklamaması fark etmez. Beşer aklının bu hikmeti kavrayıp kavramaması da birşeyi değiştirmez. Herhangi bir şeyde, Allah'ın yasasını güzel görecek olan yetki sahibi yalnız Allah'tır. Allah herhangi bir işte emrini veya yasağını bildirdikten sonra tartışma biter, emir veya yasak kesinleşmiş olur. İyi veya kötü görme olgusunun, insanın aklına bırakılması, Allah'ın yasasında son merciin insan olduğu anlamına gelir. Öyleyse, ilahlığın konumunu ve insan aklının konumunu gerçekten iyi tesbit etmek gerekmektedir! Buradan ayet-i kerimenin ifade tarzına ve ifade tarzının taşıdığı anlama geçeceğiz: "İman edip iyi ameller işleyenler, Allah'tan korkup iman ettikleri, arkasından yine Allah'tan korkup müminliklerini devam ettirdikleri ve sonra yine Allah'tan korkup iyilik yaptıkları takdirde vaktiyle tattıkları haram yiyecek ve içeceklerden dolayı sorumlu tutulmazlar. Hiç kuşkusuz Allah, iyilik yapanları sever " Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, takvanın bir kere iman ve ameli salih ile, bir kere yalnız imanla, bir kere de yalnız ihsanla birlikte tekrar edilmesi hakkında, Tefsircilerin görüşleri içinde içimizi rahatlatan bir görüşe rastlayamadık. Fi Zılâl'in birinci baskısında da, bu tekrarlar hakkında doyurucu bir açıklama yapmamıştık. Duygularımı tam ifade edemese de, şu ana kadar rastladığım en güzel yaklaşım İbni Cerir Taberi'nin yaklaşımı oldu. "Birinci takva: Allah'ın emirlerini kabul etmek, onları tasdik etmek, onlara boyun eğmek ve uygulamaktır. İkinci takva: Bu tasdik üzerine sebat etmektir. Üçüncü takva: İhsan'dır. Nafilerle Allah'a yaklaşmaktır. Birinci baskıda bu konuda yaptığım yorum şöyleydi: "Bu ifade tarzı, önce ana hatları verip, sonra detaylara inmekle pekiştirmeyi arttırmak içindir. Birincisinde takvayı, imanı ve amel-i salihi özet olarak vermiştir. İkincisinde takvayı iman ile birlikte, üçüncüsünde amel-i salihin kendisi olan ihsan ile birlikte, vermiştir. Bu pekiştirmenin amacı üzerinde durulan olguyu iyice yerleştirmek, amellerin değerlendirilmesinde değişmez yasayı oluşturan iç bilinci Allah'ın herşeyi kontrol ettiğine dair ince ve hassas bilinci ortaya çıkarmak... Her an O'nunla ilişki içinde olduğunu idrak etmek bilincini... Allah'a iman etmeyi, O'nun emir ve yasaklarını doğrulamayı, kesin biçimde yeralan akidenin apaçık tercümanı olan amel-i salihi, gizli olan akide ile, bunun ifadesi olan amel arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmayı hedef almaktadır. İşte hükmün illeti, nedeni budur, yoksa dış görünüş ve dış şekiller değildir... Bu ana kaide ise, tabii olarak pekiştirmeyi tekrarı ve açıklamayı gerektirir." Artık bu yaklaşımı, biçimi rahatlatıcı olarak göremiyorum. Fakat şu ana kadar içime bir başka yaklaşım doğmuş değil... fakat yardım Allah'tandır. İHRAMLI İKEN AVLANMA Daha sonra ayetlerin seyri; helal ve haram kılma sahasında ilerleyerek ihram halinde avlanmaktan, avlanmanın kefaretinden, söz etmekte; Allah'ın, Kabe'yi, kutsal ayları, kurbanlıkları ve gerdanlıkları haram kılmasının hikmetini izah etmektedir. Daha önce sûrenin giriş kısmında, bunlara dokunmak yasaklanmıştı. Bu bölüm müslüman fertlere ve İslâm toplumuna en hassas ölçünün bildirilmesiyle sona eriyor. Bu ölçüye göre, tertemiz olan nesne; az da olsa, çok olan pis nesnelere ağır basar. |