Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Maide Suresi Tefsiri YA ATALARI SAPIK İDİYSELER? Müşrik Araplar da, İbrahim'in Allah katından aldığı İbrahim'in dinine bağlı olduklarına inanıyorlardı. Onlar tamamen Allah'ı inkar etmiyorlardı. Aksine Allah'ın varlığını, üstün kudretini ve evrenin tamamını idare ettiğini kabul ediyorlardı. Yalnız onlar, kendi kendilerine yasalar yapıyor sonra da bunun, Allah katından olduğunu iddia ediyorlardı. Ve onlar bu yüzden kâfir olmuşlardı. Kendi kendilerine yasa koyan sonra da bunların Allah'ın yasası olduğunu veya olmadığını iddia eden her zaman ve her mekandaki bütün cahiliyelerin mensupları da, müşrik Araplar gibidir. Allah'ın yasası, kitabında belirlediği ve Resulullah'ın açıkladığı yasalardır. Allah'ın yasaları belirsiz ve kapalı değildir. Bir kimsenin kendi isteğine göre belirlediği uydurma yasaların bu yasalarla karıştırılması ve öyle sanılması mümkün değildir. Her yerde ve her zamanda cahiliye mensupları, Allah'ın yasalarını belirsiz ve kapalı gibi gösterse de, gerçek hiç de öyle değildir. Bu nedenle Allah, bu tür iddia sahiplerini küfürle damgalıyor. Düşünce yeteneğinden yoksun yaratıklar olarak da damgalıyor. Çünkü, eğer onlar, düşünebilselerdi Allah'a iftira etmezlerdi. Eğer onlar, akıllarını kullansalardı bu iftiranın tutacağını sanmazlardı. Sonra onların, sözlerinin ve davranışlarının tutarsızlığını daha netleştirerek şöyle buyuruyor: "Onlara geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz denildiğinde, "Atalarımızın miras bıraktığı düzen bize yeter" derler. Peki, ya ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse?" Allah'ın yasası açıktır. Ve bu yasa, Allah'ın gönderdiği kitapla ana ilkeleri belirlenmiş ve peygamberin uygulaması ile açıklanmıştır. İşte mihenk taşı olan budur. Ve İslâm'ın yolu ile cahiliyenin yolunun, iman yolu ile küfür yolunun ayrılış noktası budur. İnsanlar Allah'ın ayetleri ile Allah'ın kitabına ve bunun açıklayıcısı olan Peygamberine çağırıldıklarında ya kabul ederler ve müslüman olurlar ya da, Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında, red ederler ve kafir olurlar. Bundan başka seçenek yoktur. Bunlar ise, kendilerine; geliniz, Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve peygambere uyunuz denildiğinde, "atalarımızın bıraktığı miras bize yeter" derler. Kulların yasalarına uyar, kulların ilahı tarafından belirlenen yasayı bırakırlar. Kulların kullara kulluğundan kurtuluş çağrısını red ederler. Aklın ve vicdanın babaları atalara kulluğunu seçerler. Sonra Kur'an-ı Kerim, onların bu tutumlarını, kınanacak ve hayret edilecek bir tavır olarak değerlendirir: "Peki ya ataları hiç bir şey bilmeyen, doğru yoldan uzak kimseler idiyse?." Onların, hiçbir şey bilmeseler de, doğru yolda olmasalar da atalarına uymalarına rağmen çirkin gösterilmesi, eğer ataları birşey bilirlerse, onlara uyup Allah'ın indirdiği Kur'an'ı ve peygamberin onu açıklamasını terk edebilecekleri anlamına gelmez. Bu sadece onların ve kendilerinden önceki atalarının yaşadığı realitenin dile getirilmesidir. Onların ataları da atalarının veya kendilerinin belirlediği yasalara uyuyorlardı. Allah'ın yasası ve peygamberinin sünneti elinin altında olduğu halde kendisinin veya atasının belirlediği yasalara dayanan herkes birşey bilmiyor ve doğru yolda gitmiyor demektir! Kendisi veya onun adına başkaları istediği kadar onların bildiklerini ve doğru yolda olduklarını söylesin, önemli değildir. Şüphesiz yüce Allah en doğru söyleyendir. Ve işin gerçeği de bunu göstermektedir. Allah'ın yasasını bırakıp insanların yasalarına yönelenler hem sapık ve cahil kimselerdir, hem de iftiracı ve kâfir! VE NET ÇİZGİ Ayet-i kerimeler kafirlerin durumlarını ve sözlerini açıkladıktan sonra "müminlere" dönüyor. Müminlerin onlardan farklı ve bambaşka karakterlere sahip olduklarını belirtiyor. Yükümlülüklerini ve görevlerini açıklıyor. Başkalarına karşı tavırlarının nasıl olacağını belirliyor, onları bu yeryüzünün zenginliklerine ve emellerine değil, Allah'ın hesabına ve mükafatına çağırıyor. 105- Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size yapmış olduklarınızın iç yüzünü bildirecektir. Bu, müminler ile diğer insanlar arasındaki ayrılık ve farklılıktır. Bu bir tek ümmet olmaları nedeniyle aralarında gerçekleşen dayanışma ve beraberliğin ifadesidir. "Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez." Siz diğer insanlardan ayrı bir birliksiniz. Aranızda dayanışma ve beraberlik içindesiniz. Öyleyse siz kendinizden sorumlusunuz. Kendi nefsinizden sorumlusunuz, onu temizleyin ve arındırın. Kendi cemaatınıza bakın, ona bağlanın ve bu bağlılığın gereklerini yerine getirin. Siz doğru yolda olduktan sonra, başkasının sapıklığından dolayı size bir zarar gelmez. Siz başkasından apayrı bir birliksiniz. Siz kendi aranızda dayanışma içinde bir ümmetsiniz. Siz birbirinizin dostlarısınız. Sizin başkaları ile bir dostluğunuz ve bağlılığınız yoktur Bu ayet-i kerime tek başına, İslâm ümmetinin karakterini ve diğer insan toplulukları ile ilişkilerindeki ana ilkeleri belirlemektedir. İslâm ümmeti, Allah'ın taraftarı olan bir topluluktur. Onun dışındaki uluslar ise şeytanın taraftarlarıdır. Bu nedenle İslâm ümmeti ile diğer uluslar arasında herhangi bir dostluk ve dayanışma söz konusu olamaz. Zira akidelerinde bir beraberlik yoktur. Dolayısıyla herhangi bir hedef ve yöntem, ceza ve sorumlulukta bir beraberlik söz konusu değildir. İslâm ümmetinin kendi arasında bir dayanışma içerisine girmesi, birbirine tavsiye ve öğütlerle destek olması gerekir. Allah'ın gösterdiği doğru yolu izleyerek diğer uluslardan bağımsız ve ayrı ümmet olması lazımdır. Bundan sonra kendisi doğru yolu izlediği müddetçe çevresindeki insanların sapıklığa düşmesi ona asla bir zarar vermez. Yalnız bu demek değildir ki, İslâm ümmeti tüm insanları doğru yola davet yükümlülüğünü ihmal etsin. Çünkü doğru yol onun dinidir, yasası ve sosyal düzenidir. İslâm ümmeti, yeryüzünde kendi düzenini kurduktan sonra, tüm insanları bu sisteme davet etmek ve onları doğru yola erdirmek için çalışmak zorundadır. Tüm insanlar üzerinde İslâm'ın hakimiyetini gerçekleştirip onların arasında adaleti gerçekleştirmelidir. İnsanları içinden çekip çıkardığı cahiliye ve sapıklık bataklığından uzaklaştırmalıdır. İslâm ümmetinin Allah'ın huzurunda yalnız kendisinden sorumlu olması, doğru yolu izledikten sonra sapıklığa düşenlerin ona zarar vermemesi, öncelikle kendi aralarında, sonra yeryüzünün tamamında iyiliği yaygınlaştırmak, kötülüğü ortadan kaldırmak konusundaki görevinde, kusur yaptığında hesaba çekilmeyeceği anlamına gelmez. En başta gelen özelliği Allah'a teslim olmak ve O'nun yasasını yürürlüğe koymaktır. Kötülüklerin başı ise cahiliyettir. Allah'ın hakimiyeti ve yasasına karşı haddini aşmaktır. Cahiliyenin idaresi tağutun idaresidir. Tağut ise, Allah'ın hakimiyetinden ve otoritesinden başka, tüm egemenliklerin ortak adıdır. İslâm ümmeti, önce kendisine sonra da tüm insanlığa önder olmak zorundadır. Ayet-i kerimedeki sorumluluğun sınırları, eskiden bazı kimselerin anladığı ve şimdi de bazı kimselerin anlayabileceği gibi, müminlerin birer fert olarak iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek göreviyle mükellef olmadığı anlamına gelmez. İslam ümmetinin bizzat kendisi doğru yolda olduktan sonra, etrafındaki insanların sapıklığa düşmesi ona zarar vermez. O, yeryüzünde Allah'ın yasasını hakim kılmak zorunda değildir, denemez. Bu ayet-i kerime ne ferdin ne de ümmetin kötülüğe karşı koyması, sapıklığa karşı direnmesi ve azgınlarla savaşması konusundaki sorumluluğûnu kaldırmamaktadır. Bütün zulümlerin en büyüğü hiç kuşkusuz Allah'ın ilahlığına karşı haddini aşmak, hakimiyetini gasp etmek ve insanları Allah'ın yasaları dışında başka yasalara boyun eğdirmektir. Bu öyle bir kötülüktür ki, bu kötülük ayakta durduğu müddetçe ne ferdin doğru yolda oluşu ne de ümmetin doğru yolda oluşu bir fayda verir. Ashabus Sünen'in rivayetine göre, Hz. Ebu Bekir bir ara ayağa kalkmış, Allah'a hamd ve övgüsünü dile getirdikten sonra şöyle demişti: "Ey insanlar siz `Ey müminler, siz kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez' ayetini okuyorsunuz. Ve onu yanlış şekilde yorumluyorsunuz. Halbuki, ben peygamberin şöyle dediğini işitmiştim; `İnsanlar bir kötülüğü görüp onu engelleyemezlerse Allah'ın onları toptan cezalandırması yakındır.' Böylece birinci halife (Allah ondan razı olsun) kendi zamanında bazı insanların bu ayetle ilgili yanlış anlayışlarını düzeltmiştir. Bugün biz de böyle bir düzeltmeye daha da muhtacız. Zira kötülükleri engellemeye yönelik yükümlülükleri yerine getirmek o kadar zorlaşmıştır ki, zayıf iradeli insanlar bu ayeti kendilerini cihadın zorluklarından ve yorgunluklarından kurtaracak, cihadın katılığından ve belasından(!) sıyrılmak için, rahat bir yaşama imkan verecek yorumlara rahatlıkla kaymaktadırlar! Allah'a yemin olsun ki hayır! Bu din ancak gayret ve cihad ile ayakta durabilir. Ancak çalışma ve mücadele ile düzelebilir. Bu dinin, insanları tekrar ona döndürerek, insanları kulların kulluğundan yalnız Allah'ın kulluğuna ulaştıracak çalışkan fedailere ihtiyacı vardır. Allah'ın ilahlığını yeryüzünde egemen kılacak, Allah'ın bu otoritesini gasp edenlerin elinden bu otoriteyi geri alacak, Allah'ın yasasını insanların hayatında yürürlüğe koyacak ve insanları buna göre yönlendirecek, çalışmalara kendini adayıp var gücüyle çalışan müslümanlara ihtiyaç vardır. İnsanların teker teker sapıklığa yuvarlandığı, yol gösterilmeye ve aydınlatılmaya muhtaç olduğu durumlarda, güzellikle onlara ulaşabilecek çalışmalara ihtiyaç vardır. İnsanların Allah'ın yolundan alıkoyan, Allah'ın dinini yok etmek isteyen ve Allah'ın yasasının yürürlüğe girmesine karşı koyan zalim kuvvetlerin ortalıkta cirit attığı durumlarda ise, Allah'ın dininden yana olacak güce ihtiyaç vardır. İşte ancak bundan sonra müminlerin görevi bitmiş olur. Bundan önce değil. Doğru yolda olanların da sapıkların da Allah'ın huzurunda bir araya geldiği sırada, sapıklar Allah'ın cezasına müstehak olurlar: "Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, size yapmış olduklarınızın içyüzünü bildirecektir." VASİYET VE ŞAHİTLİK Şimdi de bu surede yer alan şer'i hükümlerin sonuncusu gelmektedir. İslâm toplumunda sosyal ilişkilere yönelik bir hükmün açıklanmasıdır bu. Bu hüküm, yolculuk esnasında ve kişinin toplumdan uzak olduğu durumlarda vefat edeceği sırada yaptığı vasiyete şahit tutmasıyla ve İslâm şeriatının hakkı sahibine ulaştırmak için ön gördüğü güvencelere ilişkin bir hükümdür: 106- Ey müminler, içinizden biri ölmek üzereyken vasiyet edeceği zaman sizden olan iki sözüne güvenilir kişiyi şahid tutar. Yada eğer yolculuk sırasında ölüm olayı ile karşı karşıya gelirseniz sizden (müslüman) olmayan iki kişiyi şahid tutarsınız. Eğer (bu gayri müslimlerin şahitlikleri konusunda) kuşkuya düşerseniz namazdan sonra onları alıkoyarak "söz konusu olan akrabalarımız bile olsa şahitliğimizi menfaat karşılığında satmayız, Allah'ın emaneti olan şahitliği saklamayız, yoksa günahkarlardan oluruz" diye kendilerine Allah adına yemin ettirirsiniz. 107- Eğer daha sonra bu şahitlerin günaha girdiği ortaya çıkarsa, şahitlikleri yüzünden hakları çiğnenen iki kişi onların yerine geçerek "bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz hiçbir hakkı çiğnemiyoruz, yoksa zalimlerden oluruz, diye yemin ederler. 108- Bu işlem, şahitlerin gerektiği şahitlik yapmalarını yada yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur. Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah fasıkları doğru yola iletmez. Bu üç ayetin hükmünü şu şekilde özetleyebiliriz: Ecelinin yaklaştığını hisseden adam eğer yanında bulundurduğu malını ailesine vasiyet etmek istiyorsa, evinde olduğu durumlarda müslümanlardan iki adaletli şahidi çağırır ve vasiyet etmek istediği malı orada bulunmayan aile efradına teslim etmeleri için onlara emanet eder. Eğer vasiyet edecek kişi yolculukta bulunuyor ve yanında bulunan malını emanet bırakacağı iki müslüman şahid bulamazsa, bu iki şahidin gayri müslimlerden tutulması caizdir. Eğer müslümanlar veya ölü sahipleri, şahidlerin söylediklerinde ve emaneti olduğu gibi koruduklarında kuşkuya düşerlerse, onları kendi akidelerine göre namazlarını kıldıktan sonra Allah'a yemin etmeleri için alıkoyarlar. Her iki şahit kendi menfaatları veya yakın akrabası dahi olsa başkasının yararı için yeminlerini bozmayacaklarını ve emanet aldıkları hiçbir şeyi gizlemeyeceklerine, gizledikleri takdirde büyük vebal altına girmeyi kabul ettiklerine dair, Allah'ın adı üzere yemin ederler. Namazdan sonra bu şekilde yemin ettikleri takdirde şahitlikleri kabul edilir. Eğer bundan sonra şahitlerin yalancı şahitlik yaptıkları, yalan yere yemin ettikleri ve emanete hıyanet ettikleri ortaya çıkarsa, yalancı şahitlikler yüzünden hakları çiğnenen, ölene en yakın iki kişi ayağa kalkar ve Allah'a yemin ederek kendi şahitliklerinin önceki iki şahidin şahitliklerinden daha doğru olduğuna yemin ederler. Bu eylemleriyle bir gerçeği değiştirmeyi amaçlamadıklarına and içerler. Böylece ilk iki şahidin şahitliği iptal edilir, son iki şahidin şahitliği kabul edilir. Sonra ayet-i kerime diyor ki: Bu gibi uygulamalar gerçek şahitlik görevini yerine getirmede daha garantilidir ve önceki iki şahidin şahitliğini reddetmekten sakındırmanın en güzel yoludur. Bu durum onları gerçeği aramaya sevk eder. "Bu işlem, şahidlerin gerektiği gibi şahitlik yapmalarını ya da, yapacakları yeminden sonra başkalarının yeminine başvurulmasından çekinmelerini sağlayacak en kestirme yoldur". Ayet-i kerime, onların hepsini Allah'tan korunmaya, O'ndan korkmaya, sürekli O'nun gözetiminde bulunduklarının bilincinde olmaya çağırarak sona eriyor. O'nun emirlerine itaat etmeye çağırıyor. Çünkü yüce Allah, kendi yolundan sapanları iyiliğe ve doğru yola iletmez: "Allah'tan korkunuz ve (O'nun direktiflerini) iyi dinleyiniz. Çünkü Allah, fasıkları doğru yola iletmez." Kurtubi, tefsirinde bu üç ayetin iniş sebebi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "... Bu ayetlerin Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda hakkında indiği üzerine herhangi bir ihtilaf yoktur. Buhari, Darekutni ve diğer hadis derleyicileri İbni Abbas'tan rivayet ederek onun şöyle dediğini bildiriyorlar: Temim ed-Dari ve Adi b. Bedda sürekli Mekke'ye gidip geliyorlardı. Bir ara Beni Sehm kabilesinden bir genç de onlarla beraber yola çıkmıştı. Genç hiçbir müslümanın bulunmadığı bir yerde vefat etmiş ve iki adama vasiyet etmişti. Onlar da kendilerine emanet edilen malları ailesine getirip teslim ettiler. Yalnız altın kaplamalı gümüş bir bardağı kendilerine sakladılar. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onları, bir şey saklamadıklarına ve bir şey almadıklarına dair yemin ettirdi. Sonra söz konusu bardak Mekke'de bulundu. Bardağın yanında bulunanlar onu, Adi ve Temini'den satın aldığını söylediler. Şehm kabilesinden iki adam bu bardağın, vefat eden akrabalarına ait olduğuna yemin ettiler ve şahitliklerinin Adi ve Temimi'n şahitliklerinden daha doğru olduğuna ve haddi aşmadıklarına and içtiler. Böylece Resulullah bardağa el koyup onlara teslim etti. İşte bu ayet onlar hakkında inmiştir. Açıktır ki; bu hükümlerin kendileri için belirlendiği toplumun yapısı, bu olayların şekline hatta bu uygulamaların yapısına bir ölçüde etki etmiştir. Şahit tutmak ve bu şekilde şahidliğin doğruluğuna kanaat getirmek, namazdan sonra bir kalabalık içinde Allah'ın adına yemin etmek, dini duyguları harekete geçirmek; yalan ve sahtekarlığın ortaya çıkması halinde toplumda rezil olmaktan sakınmak içindir. Evet bunların hepsi de özel bir toplumun karakterini yansıtmaktadır. Bu uygulamalar onun ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun düşmektedir. Bugünkü toplumlar da suçu tespit etmenin başka vasıtalarına ve başka başka uygulama şekillerine sahip olabilir. Yazmak, belgelemek, bankalara yatırmak ve benzeri şeyler gibi... Yalnız, acaba bu ayetler bu günkü beşeri toplumlara karşı fonksiyonunu icra etmek güçlerini yitirmiş midir? Biz çoğu zaman, belli bir toplumu göz önünde bulundurarak, bazı yasaların ve uygulamaların etkinliğini yitirdiğini ve artık onun zorunlu olmadığını, onların zamanı geçmiş bazı toplumların kalıntılarına dönüştüğünü zannederek yanılırız! Beşeriyetin kendine başka yeni yöntemler edindiğini, bunların eskilerine ihtiyaç bırakmadığını sanırız! Evet çoğu zaman aldanır ve bu dinin tüm ülkelerdeki ve tüm çağlardaki insanlığın tamamı için gönderildiğini unuturuz. Yine bugünkü insanlığın büyük çoğunluğunun halâ ilkel bir hayat yaşadığını ya da, henüz ilkel hayattan yeni yeni kurtulmakta olduğunu hesaplamayız. Bu insanlığın tüm şekillerine ve gelişme devrelerine uygun biçimde düşecek her çeşit ihtiyaca cevap verecek hükümlere ve uygulamalara ihtiyaç duyacağını unuturuz. İnsanlığın her dönemde ihtiyaçlarını bu dinden karşılayabileceğini bir merhaleden üst bir merhaleye geçtiğinde de, yine aynı şekilde, tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini düşünmeyiz. İnsanlığın, bu dinin şeriatında pratik tüm ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini, sonra yavaş yavaş gelişerek ilerki merhalelerde de gelişmiş geniş ihtiyaçlarına cevap bulabileceğini göz önünde bulundurmayız. Biz bunun, İslâm dininin bir mucizesi, İslâm şeriatının bir mucizesi olduğunu hesaplamaz, onun Allah tarafından bir işaret olduğunu kavramayız. Ve onun için de aldanırız. Ayrıca biz, beşeriyetin bu devrelerini geçirmiş bulunan toplumlardaki bireylerin içinde bulunduğu zaruretleri, bu yasanın kolaylığını ve kapsamlılığını yansıtan tedavi yöntemlerini, bu dinin, her toplum ve durumda ilkellikte ve medenilikte, ormanda ve sahrada, çalışmasına müsait olan yöntemlerini göz önünde bulundurmadığımız zaman yine yanılırız. Çünkü İslâm, beşeriyetin her asır ve her toplumdaki değişmez dinidir. Ve bu, İslâm'ın büyük mucizelerinden biridir. Biz insanlar olarak, insanları, insanların ilahından daha iyi bildiğimizi düşünerek de yanılırız. Fakat realiteler bizi zorunlu olarak alçak gönüllü olmaya iter! Ama realitelerin korkunç gerçeklerine toslamadan, bu gerçekleri hatırlamamız ne güzel olur. İnsanların yaratıcısı hakkında, insanların takınması gereken edebi takınmamız, kulların ilahına karşı kulların takınması gereken edebi takınmamız gerçekten ne güzel olur. Keşke düşünebilsek, anlıyabilsek ve ona göre tavır alabilsek... Bu gelecek ders de bütün uzunluğu ile, akide konusunda bir düzeltmedir. Hristiyanların kendi inanç sistemine, kendilerinin katmış olduğu asılsız ilaveleri düzeltmeye çalışmaktadır. Hristiyanlar bu akidelerinde yaptıkları tahriflerle, onu temel kuralından saptırmış, onu semavi niteliğinden ayırmış, Hz. İsa'nın ve önceki peygamberlerin çağrıda bulunduğu mutlak tevhid inancından uzaklaştırmış ve Allah'ın dini ile hiç bir ilgisi bulunmayan şirk şekillerine dönüştürmüşlerdir. İşte bu nedenle, bu gelecek ders, ilahlık gerçeğini ve kulluk gerçeğini arz ettiği bu dehşet verici sahne karşısında bu gerçeğe de yer vermeyi hedef almaktadır. Göz önünde canlandırılan bu sahnede, Hz. İsa, büyük bir peygamber topluluğu ve tüm insanların mahşeri kabalığı karşısında kendisinin ilahlığı ve annesinin ilah edinilmesi konusunda ümmetine hiçbir şey söylemediğini dile getirmekte ve bu tamamı ile şirkten ibaret olan inançlardan tamamen uzak olduğunu belirtmektedir! Kur'an-ı Kerim, bu gerçeği, Kur'an'ın arz ettiği canlı, dile gelen, etkili, mesaj dolu, derin iz bırakan bir kıyamet sahnesinde tasvir yönüyle vermektedir. Bu insanın tüm duygularını sarsan ve tasvir edilen bu realitenin içine az sonra girecekmiş gibi gösteren bir tasvirdir. Gözlerin gördüğü, kulakların işittiği, bir realitedir bu. Bu sahnede bütün çabalar hareketler ve çehreler hayat doludur.! 109- Allah, bütün peygamberleri bir araya getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap verdi? diye sorar, Peygamberler de; bizim birşey bildiğimiz yok. Hiç şüphesiz sen gaybleri bilensin derler. ALLAH'IN HUZURUNDA Yüce Allah zamanın içine serpiştirdiği, arka arkaya, ayrı ayrı yerlere, ayrı ayrı milletlere gönderdiği peygamberlerini bir araya topladığı gün... Zaman, mekan ve milletlerin farklılığına rağmen, insanların hepsini tek bir davaya çağıran peygamberlerini... Son peygamberi de bütün zamanlara ve mekanlara, bütün renklere ve cinslere, insanların hepsine gönderdiği biricik davasını tebliğ eden peygamberleri topladığı gün... Değişik milletlere, değişik zaman ve mekanlara gönderilen bu peygamberlerin hepsini, onları teker teker gönderen yüce Allah, bir araya topluyor. Onlar da çeşitli yönelişleri ve kabullenişleri biraraya topluyor. İşte bunlar, dünya hayatında insanların en seçkinleri... Beraberlerinde dünyanın her tarafındaki insanlara gönderilen Allah'ın mesajları... Ve onların ardından çeşitli asırlarda onları izleyen insan toplulukları... İşte bunların hepsi Allah'ın huzurunda. İnsanlığın yüce ilah huzurunda dehşet verici bir sahnede. Ve bu sahne baştan sona hayat ve canlılık dolu. "Allah bütün peygamberleri bir araya getireceği gün insanlar çağrılarınıza ne cevap verdi?" "İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?" Bugün ürünler toplanıyor, parçalar yerleştiriliyor, peygamberler ilahî mesajların sonuçlarını Allah'a takdim ediyor ve şahidlerin yanı başında sonuçları ilan ediyor. "İnsanlar çağrınıza ne cevap verdi?" Peygamberler de diğer insanlar gibi birer beşerdir. Onlar ancak gördüklerini bilir. Kendilerine gizli olan geleceği bilemezler. Onlar kendi milletlerini doğru yola çağırmışlar, bazıları, bu çağrıyı kabul etmiş bazıları da, bu çağrıya sırtlarını dönmüşlerdir. Peygamberler getirdikleri mesaja kimlerin gerçekten sırt çevirdiğini bilseler de kimlerin onu gerçekten kabul ettiklerini bilemezler. Çünkü onlar işin yalnız dış görünüşünü bilirler. İşin iç yüzünü ise yalnız Allah bilir. Şimdi onlar, kendisini en güzel şekilde tanıdıkları ve büyüklüğü karşısında iliklerine kadar titredikleri ve O'nun karşısında bir şey bildiklerini söylemekten haya ettikleri, yüce Allah'ın huzurundadırlar. Herşeyi bilenin herşeyden haberi olanın huzurunda. Bu dehşet verici mahşer gününde, yüksek ve düzeyli bir kesimin huzurunda; tüm insanların huzurunda gerçekleşen korkunç bir soruşturmadır. Bu insanların birbiriyle yüzleştirildiği, insanların peygamberleriyle karşılaştırıldığı özellikle bu insanlar da, peygamberlerini yalanlamış olan yalancıların, yalanladıkları peygamberleriyle yüzleştirildiği bir soruşturmadır. Bu soruşturmayla açıkça ortaya çıkıyor ki, bu değerli peygamberler ancak Allah katından görevlendirilmiş ve O'nun dinine çağırmışlardır. İşte şimdi onlar yüce Allah'ın huzurunda, kendi peygamberliklerinden ve daha önce kendilerini yalanlayan kavimlerinden sorguya çekilmektedir. Peygamberler ise, gerçek ilmin yalnız Allah katında olduğunu ilan ediyorlar ve kendilerinin sahip olduğu bilgilerin ilmin gerçek sahibi huzurunda sözü bile edilemeyeceğini söylüyorlar. Onlar edeplerini ve hayalarını takınıyor ve Allah'ın huzurunda hadlerini biliyorlar. "Peygamberler de bizim bir şey bildiğimiz yok. Hiç şüphesiz sen gaybleri bilensin, derler." ALLAH'IN HZ. İSA'YA VERDİĞİ NİMETLER İsa dışındaki tüm peygamberlere iman edenler iman etmiş, inkar edenler de inkar etmiştir. Onların işleri bu mükemmel ve kapsamlı cevap ile sona eriyor. Bu cevap ilminin tamamını Allah'a bırakıyor. Ve Allah'ın huzurunda işlerin tamamını O'na havale ediyor. Bu sahnede Kur'an ayetleri, onlar hakkında daha fazla bilgi vermiyor. Burada yalnızca Meryemoğlu İsa'ya hitap ediliyor, çünkü ümmetin kendisiyle fitneye düştüğü ve etrafında atmosferi oluşturan, Meryemoğlu İsa'dır. İnsanlar O'nun zatı hakkında yanılgılara ve asılsız düşüncelere düşmüşler. O'nun sıfatları, doğuşu ve sonu hakkında bir takım kuruntulara kapılmışlardı. Burada hitap, Hz. İsa'yı ilahlaştıran, O'na tapan, O'nun ve annesi Meryem hakkında yığınlarca efsane uyduran kalabalığın huzurunda Meryemoğlu İsa'ya yöneltiliyor. Allah'ın O'na ve annesine bahşettiği nimetlere dikkat çekiliyor. Allah'ın, insanların O'nun peygamberliğini kabul etmesi için, O'na verdiği mucizeler dile getiriliyor. Buna rağmen onların içinden kendisini en çirkin şekilde yalanlayıp karşı koyduklarına, onunla ve Allah'ın kendisine verdiği mucizelerle onların fitneye düştüğü bu ayetler nedeniyle, O'nu Allah'la beraber ilah konumuna getirdiklerine işaret ediliyor. Ayrıca bu mucizelerin hepsi onu yaratan, peygamber olarak gönderen ve mucizelerle destekleyen Allah tarafından yaratıldığına temas ediyorlar: 110- hani Allah dedi ki, ey Meryemoğlu İsa sana ve annene vermiş olduğum nimetleri, ayrıcalıkları hatırla: Hani seni Ruhul Kudüs (Cebrail) aracılığı ile destekledim, hem beşikte hem de yetişkin yaştayken insanlarla konuşabiliyordun Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hant benim iznimle çamurdan kuşa benzeyen bir şekil yapıyordun da içine üfleyince iznimle canlı bir kuş oluveriyordu. Hani benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüyü dirilterek mezardan çıkarıyordun. Hani açık mucizeler göstermem üzerine israiloğullarının kafirleri "Bu düpedüz bir büyüdür" dediklerinde, seni onların ellerinden kurtarmıştım. 111- Hani havarilere vahiy yolu ile, "Bana ve peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun üzerine onlar da, "inandık, şahid ol ki bizler müslümanız " dediler. Bu ayet, Allah'ın, Hz. İsa'ya ve annesi Meryem'e verdiği nimetleri hatırlatmaktadır. Allah, O'nu, Ruhul Kudüs ile desteklemiş, henüz beşikte konuşma çağında değilken konuşturmuş, annesinin alışılmamış bir doğum yapması etrafında körüklenen şüpheleri bertaraf etmek, annesini temize çıkarmak için konuştuğu gibi yetiştiğinde onları Allah'a çağırmak için de konuşmuştu. Ruhul Kudüs olan Cebrail O'nu, hem burada hem orada desteklemişti. Dünyaya geldiği zaman hiçbir şeyi bilmediği halde Allah O'na kitabı ve hikmeti belletmişti. Kendisinden önce İsrailoğullarına gönderilen Tevrat'ı okumasını, kendisine verilen ve daha önceki Tevrat'ı destekleyen İncil'i öğretmişti. O'na Allah'ın izni dışında hiçbir insanın yapamayacağı harikulade mucizeleri vermişti. Buna bağlı olarak O, Allah'ın izniyle çamurdan kuşa benzer bir şekil yapıyor, ona üflediğinde Allah'ın izniyle canlı bir kuş oluveriyordu. Biz bu mucizelerin nasıl meydana geldiğini bugün dahi kavrayamıyoruz. Çünkü Allah'ın nasıl yarattığını ve bu hayatı canlılara nasıl verdiğini bilmiyoruz. Yine O, Allah'ın izniyle, anadan kör olarak doğmuş amayı görecek şekilde tedavi etmiş, Allah'ın izniyle alacalığı iyileştirmişti. Bunun için hiçbir ilaç da kullanmamıştı. Bugün tıp, anadan kör olarak doğan birisini görebilecek şekilde tedavi edemiyor. Fakat görme yeteneğini veren yüce Allah, insanın gözlerini aydınlatmaya elbette güç yetiriyordu. Tedavi olmak Allah'ın şifasının gerçekleşmesi için bir vasıtadır. Şifaya izin veren elbette ki bu vasıtayı değiştirebilir ve gayeyi vasıtasız olarak gerçekleştirebilir. Hz. İsa Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu. Hayatı ilk olarak veren Allah elbette ki onu dilediği anda tekrar geri verebilirdi. Sonra Cenabı Allah, mucizelerin hepsini gösterdiğinde israiloğullarının O'nu yalanlaması ve bu harikulade mucizelerini apaçık bir büyü olarak nitelemeleri üzerine, O'nu koruduğunu bir nimet olarak hatırlatıyor! Çünkü yahudiler binlerce kişinin gördüğü bu gerçekleri inkar edememiş, inatlarından ve üstünlük taslamalarından teslim de olmak istememişlerdi. Yüce Allah bu sırada Hz. İsa'yı korumuş, onların şerrinden muhafaza etmiş, onlar diledikleri gibi O'nu öldürememiş ve asamamışlardır. Aksine Allah, O'nun canını alarak katına yükseltmişti. Yine yüce Allah havarilere verdiği ilhamla, Allah'a ve peygamberine iman etmelerini sağlamış, onlar da bu ilhama yönelmiş ve teslim olmuşlardı. İsa'yı, imanlarına ve kendilerini Allah'a teslim edişlerine şahid olarak tutmuşlardı. "Hani havarilere, vahiy yoluyla bana ve peygamberime inanınız, diye direktif vermiştim de bunun üzerine onlar da, inandık şahid ol ki biz müslümanız dediler." Bunlar yüce Allah'ın Meryemoğlu İsa'ya bir delil ve şahid olarak bahşettiği mucizelerdir. Ama ne yazık ki, onun izcilerinden pek çoğu mucizelerle onun etrafında sapıklara yer vermektedir. işte burada Hz. İsa seçkin bir topluluğun huzurunda onların çoğunluğunu oluşturan kendi ümmetinin de içinde bulunduğu bütün insanlar karşısında onlarla yüz yüze geliyor ki ümmeti bunu duysun ve gözleriyle görsün, yine bütün insanların huzurunda acı ve çirkin bir şekilde yaptıkları yüzlerine vurulsun. Ayet-i kerimeler Hz. İsa'ya ve Annesine verilen nimetlerin yanında Allah'ın Hz. İsa'ya ve kavmine bahşettiği nimetlere de değinmektedir. Hem Havarilerin hem de ümmetin gözleriyle gördüğü Allah'ın kendisini onlarla desteklediği mucizelere temas etmektedir. 112- Hani havariler Ey Meryemoğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi?" diye sordular da İsa onlara "Eğer mümin iseniz Allah'tan korkunuz" demişti. 113- Havariler O'na dediler ki, "İstiyoruz ki, o sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven bulsun, bize doğru .söylediğini kesinlikle bilelim ve olayın tanıklarından olalım. 114- Bunun üzerine Meryemoğlu İsa şöyle dedi; "Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki bu gün hem öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. .Sen rızık verenlerin en hayırlısısın. 115- Allah dedi k; Ben o sofrayı size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım. Bu konuşma Hz. İsa'nın ümmetinin karakterini ortaya koymaktadır. Onların içinden seçkin bir topluluğu temsil eden havarilerin karakterini... Bir de görüyoruz ki, bunlarla peygamberimizin ashabı arasında büyük bir fark vardır... Bunlar, Allah'ın kendilerine Allah'a ve peygamberi İsa'ya iman etmelerini ilham ettiği, onların da iman edip, İsa'yı müslümanlıklarına şahit tuttuğu havarilerdir. Bununla beraber onlar şu ana kadar gördükleri Hz. İsa'nın mucizelerine rağmen yeni bir harika istiyorlar ki, gönülleri onunla yatışsın, bununla Hz. İsa'nın kendilerine doğru söylediğini öğrensinler ve bu mucize ile O'nun doğruluğunu sonraki nesillere ulaştırabilecek bir tanıklık elde etsinler. Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ashabı ise müslüman olduktan sonra ondan bir tek mucize istemediler. Onların kalpleri iman etti ve imanın serinliği sirayet ettiği andan itibaren gönülleri huzura kavuştu. Peygamberlerini doğruladılar. Bu delilden sonra onun doğruluğu için delil istemeye kalkışmadılar. Onlar Kur'an'ın dışında hiç bir mucize görmeden onun doğruluğuna tanıklık ettiler. İşte Hz. İsa'nın havarileri ile Hz. Muhammed'in havarileri arasındaki fark. Bu ayrı bir seviye, o ayrı bir seviyedir. Bunlar da müslümandır onlar da müslüman... Bunlar da Allah katında takdir edilmiş onlar da. Fakat aralarındaki seviye farkı Allah'ın dilediği biçimde tamamen muhafaza edilmiştir. SOFRA MUCİZESİ Maide -sofra- kıssası Kur'an'da belirtildiği şekliyle hristiyanların kitaplarında yer almaz. Hz. İsa'dan uzun bir zaman sonra yazılan İncillerde de bu olaya değinilmez. Tabii ki bu İncillerde verilen bilgilerin Allah'tan gelen gerçeklere uygun düştüğü söylenemez. Bu İnciller, bazı din damlarının Hz. İsa'nın hayatı ile ilgili rivayetlerinden başka bir şey değildir. Bunlar Allah'ın O'na verdiği ve kendisine İncil diye verdiği bir kitap değildir. Yalnız kutsal sofra haberi başka bir şekilde incillerde geçmektedir. Matta İncilinde 15. İshah'ın sonunda deniyor ki; "Ve Yesu (İsa) öğrencilerini çağırıp dedi: Ben herkese acıyorum. Çünkü şu anda onlar üç gündür benimle beraber yürüyorlar. Yiyecek bir şeyleri de yok. Yolda bayılmasınlar diye ben onları oruçlu olarak yola koymak istemem. Öğrencileri ona dediler ki: Bu ıssız yerde şu kadar büyük kitleyi doyuracak kadar ekmeği nerden bulabiliriz? İsa'da: Kaç ekmeğiniz var? diye sordu. Yedi ekmek ve biraz da küçük balık diye karşılık verdiler. İsa kitlelere oturmalarını söyledi. Yedi ekmeği ve balıkları aldı. Dua edip, ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. Öğrencileri de bunu kitlelere verdiler. Hepsi ekmeğini yedi ve karnını doyurdu. Sonra bu parçalardan yedi dolu sepeti kaldırdılar. Bu yemeği yiyenler kadınlar ve çocuklar hariç dört bin kişiydi..." Buna benzer rivayetler diğer İncillerde de vardır. (Kitab-ı Mukaddes. Matta) Mücahid ve Hasan gibi bazı tabiiler (Allah onlardan razı olsun) kutsal sofranın inmediği kanısındadır. Çünkü yüce Allah'ın "Ben onu size indireceğim, ama ondan sonra kim kafir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." sözlerini duyduklarında korktular ve O'nun inmesini istemekten vazgeçtiler. İbni Kesir, Tefsirinde der ki "Leys b. Ebi Süleym Mücahidten O'nun şöyle dediğini rivayet eder: Kutsal sofra, Allah'ın verdiği bir örnektir. Fakat indirilmiş değildir. (İbni Ebi Hatim ve İbni Ceri rivayet etmiştir.) Sonra İbni Cerir der ki: Haris, Kasım b. Selman'dan, o da Haris'ten, İbni Cureye'den, Mücahit'den haber veriyor ki mücahid şöyle demiştir. Bu üzerinde yemek bulunan bir sofradır. onu isteyenler, inkar ettikleri takdirde cezalandırılacaklarını duyduklarında onu istemekten vazgeçtiler. İnmesi ile ilgili isteklerini geri aldılar. Yine İbni Cerir diyor ki: Ebul-Müsenna, Muhammed b. Cafer'den, Şube'den, Mansur b. Zâdân'dan Hasan'dan rivayetle onun kutsal sofra hakkında şöyle dediğini rivayet eder: "Kutsal sofra inmemiştir." Bişr, Yezit'ten, Said'ten, Katade'den o da Hasan'dan rivayetle onun şöyle dediğini bildirir. Onlara: "Ama ondan sonra kim kafir olursa, onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." denildiğinde onlar: "Öyleyse gerek yok" dediklerinden kutsal sofra indirilmemiştir. Şu kadar var ki, bu ümmetin selefi çoğunlukla kutsal sofranın indiği kanısındadır. Çünkü Allah: "Ben onu size indireceğim" buyurmuştur. Ve Allah'ın vaadi doğrudur. Kur'an'ın kutsal (maide) sofraya ilişkin verdiği bilgiler bizim için esastır, başka kaynakların verdikleri bilgiler değil... Yüce Allah, mahşer gününde ve bütün insanların huzurunda Meryemoğlu Hz. İsa, kavmi ile karşılaştığında O'na nimetlerini hatırlatıyor: "Hani havariler, Ey Meryemoğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi? diye sordular." Hz. İsa'nın öğrencileri en yakın arkadaşları ve onu en iyi tanıyan havariler, O'nun bir insan olduğunu... Meryem'in oğlu olduğunu biliyorlardı. Ve O'nu en güzel tanıdıkları isimle çağırıyorlardı. O'nun ilah olmadığını, Allah'ın ilahlığını onaylayan ibadet eden bir kul olduğunu, Allah'ın oğlu olmadığını, ancak Meryem'in oğlu olduğunu ve Allah'ın kullarından biri olduğunu biliyorlardı. Yine O'nun vasıtasıyla gerçekleşen mucizelerin O'nun ilahı tarafından meydana getirildiğini, O'nun kendi özel gücü ile bu mucizeleri yapmadığını biliyorlardı. Bu nedenle gökten bir sofranın kendilerine indirilmesini istediklerinde, bunu ondan istemiyorlardı. Çünkü onlar, İsa'nın kendi başına bir mucizeyi yapamayacağını biliyorlardı. Onun için meseleyi şöyle dile getiriyorlardı: "Ey Meryem oğlu İsa, senin Allah'ın bize gökten bir sofra indirebilir mi?" Havarilerin "indirebilir mi?" cümlesi değişik yorumlara yol açmıştır. Onlar Allah'a iman ettikten ve Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) müslüman oluşlarına şahit tuttuktan sonra nasıl böyle bir ifade kullanabiliyorlardı? Bazıları: "İndirebilir mi?" cümlesinin gücü yeter mi" anlamında olmadığını buradan amacın güç yetirmenin kendisi olduğu ve onu indirebileceği anlamında olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: Sen dilediğin zaman "Allah yapar mı?" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Bu cümle "ta" ile "testetiu" şeklinde de okunmuştur. Bu durumda "Sen Rabbine dua edip bize gökten bir sofra indirmesini sağlayabilir misin?" anlamına gelir. Ne olursa olsun. Hz. İsa (selâm üzerine olsun) onları bu tür bir harikayı istememeleri için uyarmıştır. Çünkü müminler harikaları istemez ve Allah'a öneride bulunmazlar. "Eğer mümin iseniz, Allah'tan korkunuz, dedi." Fakat havariler, bu taleplerinin illetini, sebeplerini ve bununla amaçladıklarını açıklayarak istediklerini tekrarladılar: "Havariler O'na dediler ki, "İstiyoruz ki, o sofranın yemeklerinden yiyelim, kalplerimiz güven bulsun, bize doğru söylediğini kesinlikle bilelim ve bu olayın tanıklarından olalım." Onlar, yeryüzünde hiç kimsede benzeri bulunmayan eşsiz yemekten yemek gözlerinin önünde, gerçekleşen bu harikayı görmekle kalplerini huzura kavuşturmak, Hz. İsa'nın kendilerine doğru söylediğine kesin kanaat getirmek ve bu mucizenin gerçekleştiğini diğer insanlara ulaştıracak şahitler olmak istiyorlar. Daha öncede belirttiğimiz gibi, bütün bunlar belli bir seviyeyi peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ashabının seviyesine ulaşmayan bir seviyeyi tasvir etmektedir. Bunlar onlarla karşılaştığında da farklı bir yapı arz ettikleri ortaya çıkar! İşte bu sırada Hz. İsa (selâm üzerine olsun) Rabbine yönelerek O'na niyazda bulunuyor: "Bunun üzerine Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Allah'ım, ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir ki, bu gün hem öncekilerimiz hem de sonrakilerimiz için bir bayram ve senin bize gösterdiğin bir mucize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın." Kur'an'ın sürekli olarak kullandığı bir ifade olan Meryemoğlu sıfatı ile anılan Hz. İsa'nın bu duasında bile seçkin ve Rabbini en güzel biçimde tanıyan bir kulun edebi görülmektedir. O Rabbine şöyle sesleniyor: Allah'ım... Ey Rabbimiz... Bize gökten, bizi hayra boğacak, bayram gibi bir sevinç yaşatacak, hem öncekilerimize hem sonrakilerimize bir bayram olarak bir sofra indir. Kuşkusuz bu da senin rızkındandır. Rızık landır bizi. Sen rızık verenlerin en iyisisin... Demek ki Hz. İsa Rabbini biliyor, Rabbinin Allah olduğunu biliyor. Hz. İsa bunu bütün alemlerin hazır olduğu bir sırada, ümmetin huzurda ve büyük bir kalabalığın huzurunda. Yüce Allah da iyi bir kul olan Meryemoğlu İsa'nın duasını kabul etmişti. Yalnız şanının yüceliğine yaraşır bir şekilde: Onlar bir harika istemişler Allah'ça onların bu isteklerini kabul etmiştir. Ve bu harikadan sonra inkar edilenleri hiç kimseyi çarptırmadığı gerçekten şiddetli bir azaba çarptıracağını şart koşarak... Allah dedi ki, ben onu size indireceğim ama ondan sonra kim kâfir olursa onu hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım." İşte bu, gerçekten yüce Allah'a layık yaraşan bir ciddiyettir. Ta ki harikalar istemek oyun ve eğlence gelmesine apaçık ve kesin delilden sonra da küfür yolunda devam edenler korkunç bir cezaya çarptırılmadan bırakılmasın! Mucizelere rağmen peygamberleri yalanlayanların yok edilişi Allah'ın öteden beri sürüp gelen değişmez bir yuvasıdır. Burada ise bu cezanın hem dünya azabı hem de ahiret azabı olma ihtimali vardır. HZ. İSA'NIN ŞAHİDLİĞİ Ayet-i kerimelerin akışı Allah'ın vaadinden ve tehdidinden sonra tekrar ana meseleye... İlahlık ve Rabblık konusuna dönmek üzere kesiliyor. Zaten bu dersimizin tamamını kuşatan meseleyi oluşturuyor. Şimdi tekrar bütün alemin gözü önünde hala açıkça durmakta olan büyük manzaraya dönelim, tekrar dönelim ki, Meryemoğlu İsa ve annesi için iddia edilen ilahlık meselesinde doğrudan bir soruşturma dinleyelim. Hz. İsa'ya tapanlar hakkında yöneltilen bu soruşturmada onlar Hz. İsa'yı dinleyecekler, Hz. İsa kendisi adına uydurulan bu büyük iftiradan korku ve dehşet içinde Rabbine yönelip ondan tamamen uzak olduğunu dile getirecek: 116- Hani Allah "Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin " dedi. İsa şöyle dedi; "Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin. 117- Ben onlara sadece bana emrettiğini yani "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim. Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek gözetleyicisi Sen oldun. Her şeyin şahidi Sensin. 118- Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin kullarında; eğer günahlarını affedersen kuşku yok ki Sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin. Yüce Allah Hz. İsa'nın insanlara ne söylediğini çok iyi bilmektedir. Fakat bu o korkunç günde korku ve dehşet dolu soruşturmanın gereğidir. Bu soruşturmada özellikle sorunun kendisine yöneltildiği şahıstan başkasına mesaj verilmek istenmektedir. Fakat olayın bu şekilde ortaya konuşu onurlu ve iyi bir kul olan bir şahsı ilahlaştıranların tutumlarını daha net, eylemlerinin çirkinliğini daha rahat gözlenebilir bir konuma sokmaktadır. Bu öyle büyük bir günahtır ki, normal bir insan bile böyle bir iftiraya dayanamaz. Kul olduğunu bile bile ilahlık iddiasına kalkışamaz. Nasıl olur da Ulu'l Azm'dan bir peygamber Meryemoğlu İsa böyle bir iddiaya kalkışabilir. Halbuki ona yüce Allah peygamberliğinden önce de peygamber olduktan sonra da bir dizi nimet vermiştir. O doğru yolda bulunan salih bir kul olduğu halde ilahlık iddiası ile ilgili bir soruşturma nasıl ona yöneltilebilir? İşte bunun içindir ki huşu ve huzur, dehşet ve ürperti ile dolu bulunan cevap tashih ve tenzih ile başlıyor: "Gerçek olmadığını bildiğin bir sözü söylemek bana yakışmaz. Bizzat Allah'ı; kendisinin bu olaydan uzak olduğuna şahit gösteriyor. Ayrıca Allah'ın huzurunda küçüklüğünü dile getirerek kendi kulluğunun özelliklerini ve Rabbinin ilahlık özelliklerini açıklıyor: "Eğer böyle bir şey söyleseydim, sen bunu bilirdin sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben senin özündekini bilemem hiç kuşkusuz sen gaybleri bilensin. İşte ancak o zaman ve uzun tenzihten sonra söylediklerini ve söylemediklerini ifade etmeye, anlatmaya geçiyor. Onlara ancak kendisinin ve kavminin Allah'a kul olduğunu ve onları Allah'a kulluğa çağırdığını açıklıyor: "Ben onlara ancak bana emrettiğini, yani benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim." Vefatından sonra onlardan elini-eteğini çektiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce Hz. İsa'nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı rivayetler O'nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada anlayabildiğim kadarıyla Allah'ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim şehidlerde yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah'ın katında diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz. Hz. İsa'nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: "Fakat sen canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem" demektedir. "Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek gözetleyicisi sen oldun her şeyin şahidi sensin." Hz. İsa onların işini kayıtsız şartsız Allah'a havale ederek sözlerini bitiriyor Bununla beraber onların yalnız Allah'a kulluk yapmaları gerektiğini onları bağışlama veya cezalandırma gücünün yalnız Allah'ta olduğunu belirtiyor, onları hem bağışlama hem de cezalandırma konusunda hikmetine uygun olarak hesaba çekecek olanın da olduğunu bildiriyor. "Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin kullarındır eğer günahlarını affedersen, kuşku yok ki, sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin." Aman Allah'ım! Allah'ın salih bir kulu ne korkunç bir tabloyla karşı karşıya! Allah'ın tertemiz kulunun bu derece ürperti içinde kendisinden uzaklaştığı ve bu nedenle Rabbine bu kadar samimiyetle yönelip niyazda bulunduğu bu büyük iftirayı ortaya atanlar nerede acaba? Bu durumda bu sahnede nerdedir onlar? Kur'an ayetleri onlara bir tek defa daha dönüp bakınıyor. Herhalde onlar utançlarından ve pişmanlıkları altında eriyip yok oluyorlar. Biz de ayet-i kerimelerin onları kendi halleriyle baş başa bıraktığı gibi bizde onları bırakıp bu ilginç sahnenin son kısımlarını görmeye çalışalım: 119- Allah dedi ki; Bugün, doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür, onlar için altından nehirler akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennétler vardır. Allah onlardan razıdır, onlar da ondan razıdırlar. İşte o büyük kurtuluş, o büyük başarı budur. ... Bugün doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür. Bu değerlendirme yalancıları yalanlarıyla bu onurlu peygambere bütün meselelerin en büyüğünde yakıştırdıkları büyük iftiranın sonuçlarıyla uygun düşen bir sonuçtur. Bu, evrenin bütünüyle içindeki eşya ve canlılarla gerçek temeline dayandığı ilahlık ve kulluk meselesidir.. ... Bugün doğruların doğruluklarının yararını görecekleri gündür. Bu alemlerin yüce Rabbinin sözüdür. Bütün alemlerin huzurunda gerçekleşen korkunç soruşturmanın sonunda gelmektedir. Ve o bu sahnenin son sözüdür. Bu konudaki en kesin sözdür. Bununla beraber doğruluk ve doğrulara yakışan mükafat da dile getirilmektedir: "Onlar için altlarında nehirler akan cennetler vardır. "İçlerinde ebedi olarak kalacakları" "Allah onlardan razıdır." "Onlar da ondan razıdırlar." Bunlar birbirinin ardından gelen derecelerdir. Cennetler... Orada ebedi kalmak. Allah'ın rızası. İlahlarından gördükleri ağırlama ile hoşnut olmak. "İşte o büyük kurtuluştur." Kur'an'ın kendisine özgü sunuş metodu ile ortaya koyduğu neyi gördük ve son sözünü işittik, gördük ve duyduk. Çünkü Kur'an'ın tasvir metodu söylenen sözleri bir vaad halinde bırakmıyor beklenen bir gelecek halinde sunmuyor. Yine onu kulakların duyduğu gözlerin okuduğu soyut ibareler şeklinde vermiyor, o bu tasvir metodu ile duyguları harekete geçiriyor ve gözlerin görebildiği kulakların işitebildiği şu anda meydana gelen gerçek bir olay şeklinde canlandırıyor. Şunu da belirtmek gerekir ki, önünde bir dizi engel bulunan biz insanlara göre beklenen bir gelecek, bir kıyamet günü varsa da o gün Allah'ın mutlak ilmine göre ortada bulunan bir realitedir. Zaman ve zamanın engelleri fani birer varlık olan biz insanların düşüncelerinde ancak söz konusu olabilir. Bu dersin hiç bir peygamberin izcileri tarafından daha büyüğü ortaya atılmamış büyük iftiranın Meryemoğlu İsa-Mesih'in takipçileri tarafından uydurulan büyük iftiranın, onun ilahlığı ile ilgili iftiranın Hz. İsa'nın bu derece kendisini uzak tuttuğu ve kavminin işini bu konuda tamamıyla Rabbine havale ettiği asılsız iftiranın sonunda.:. Bu iftiranın tasvir edildiği ve bu korkunç soruşturmanın sunulduğu bu büyük sahnede bu dersin sonunda surenin sonuna imzasını atan bir gerçeğe parmak basılıyor. Burada yüce Allah'ın yeryüzünün göklerin ve oralarda bulunan her şeyin yalnız Allah'ın egemenliğinde olduğu ilan ediliyor. Ve onun yüce kudretinin sınırsız bir şekilde her şeyi kuşattığı ifade ediliyor. 120- Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği Allah'ın tekelindedir. O'nun herşeye gücü yeter. Etrafında önce büyük fırtınaların koparıldığı o büyük iftira meselesiyle ve Allah'ın tek başına ilmiyle, tek başına ilahlığıyla, tek başına kudretiyle ağırlığını koyduğu, tüm peygamberlerin kendisine sığındıkları, her şeyin emrini ona havale ettiklerini, Meryemoğlu İsa'nın da kendi işini ve kavminin durumunu O'na havale ettiği üstün iradeli hikmet sahibi Allah'ın üstünlüğünü ortaya koyan büyük sahne ile uyum sağlayan bir sondur bu. "Göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği onun tekelindedir. Ve onun her şeye gücü yeter." Bu son "Din"den söz eden ve onu yalnız Allah'ın şeriatına uyma, yalnız O'ndan direktif alma, baskısının hükümleriyle değil, O'nun gönderdiği hükümlerle hükmetme şeklinde somutlaştıran sürenin muhtevasıyla da tamamen bağdaşan bir sondur bu .. O öyle bir hakimdir ki göklerin, yeryüzünün ve her ikisinde bulunan tüm varlıkların egemenliği O'nundur. O öyle bir hüküm sahibidir ki, her meselede hüküm verme yetkisi yalnız O'nundur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler ise kafirlerin ta kendileridir" (Maide Suresi, 44) Bu dava tek bir davadır... İlahlık davasıdır. Tevhid davasıdır. Allah'ın . hükümleriyle hükmetme davasıdır. Çünkü ancak bu şekilde ilahlık makamı bire indirgenebilir. Ancâk bununla tevhid akidesi gerçekleşebilir. |