Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.081 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri 4- Oysa kâfirler kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz çevirirler. 5- Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir. 6- Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık. Kâfirlerin takındıkları bu sırt çevirici tutumun sebebi inatçılık ve ayak diremedir. Yoksa onların eksikleri, ne iman etmeyi özendiren ayetler, ne bu çağrının ve bu çağrının bayraktarının doğruluğunu kanıtlayan belirtiler ve ne de inanmaya ve teslim olmaya çağrıldıkları ilâhlık gerçeğini, çağrının ve çağrı bayraktarının ötesinde dile getiren yalın kanıtlardır. Onların eksiği bunlar değildir. Onlarda bulunmayan şey, gerçeği kabul etme isteğidir. İnatçılık ve ayak direyicilik onları gerçeği kabul etmekten alıkoyuyor. Gerçeğe sırt dönme tutumu da gerçeği görmelerini ve araştırmalarını engelliyor. Tekrarlayalım: "Oysa kâfirler, kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz çevirirler." Durum böyle olunca, yani delillerin bolluğuna, belgelerin ardarda gelmesine ve apaçık gerçeklerin ortada olmasına rağmen inatçı ve maksatlı bir "yüz çevirme" tutumu karşısında kalınınca seslendirilecek bir "enseden yakalama" tehdidi, fıtratın gözeneklerini açan, bu gözeneklerdeki büyüklenme ve inat pasını silen bir sarsıntı, bir şok meydana getirebilir. Okuyalım: "Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir." Bu Kur'an, göklerin ve yerin yaratıcısı, karanlıkların ve aydınlığın var edicisi, insanın çamurdan yaratıcısı, insanların gizli-açık yönlerini ve bütün davranışlarını bilen, göklerin ve yerin ortak ilâhî katından geldi. O gerçektir, fakat onlar onu yalanladılar. Bu yalanlamalarında ısrar ediyorlar, ayetlerine dönüp bakmaya yanaşmıyorlar, ona inanmalarını isteyen çağrıyı alaya alıyorlar. O halde alay konusu ettikleri gerçeklerin kesin haberleri ile yüzyüze gelecekleri günü beklesinler. Ayet, kâfirleri belirsiz, üstü kapalı bir tehdit karşısında bırakıyor. Onlar bu tehdidin içeriğini ve ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorlar. Böylece alay konusu ettikleri gerçeklere ilişkin haberler ile her an yüzyüze gelme ihtimali karşısında bırakılıyorlar. Beklenen, meçhul azap gelip çatınca gerçeğin ne olduğunu açıkça göreceklerdir. Bu tehdit pozisyonunda kafaları, kalbleri, bakışları ve sinirleri kendilerinden önce yaşamış gerçek yalanlayıcılarının toplu kırım sahnelerine çevriliyor. Onlar bu toplu-kırım olaylarının bir bölümünü, meselâ kum fırtınası alımda helâk edilen Ad kavmi ile taş yağmuru altında yok edilen Semud kavminin başlarına gelen felâketlerden haberdardılar. Bu felâketlerin izleri ve kalıntıları oldukları gibi duruyordu. Araplar Yarımada'nın güneyine doğru yaptıkları yaz ve kuzeyine doğru yaptıkları kış gezilerinde bu kalıntıları yakından görme fırsatı buluyorlardı. Ayrıca Lût kavminin alt-üst edilmiş köylerinin yakınlarından da geçtikleri oluyor ve o köylerin çevresinde yaşayanların dilden dile yaydıkları felâket hikâyelerini öğrenebiliyorlardı. İşte şu ayet, onların dikkatlerini, bir bölümü yakın çevrelerinde bulunan bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Okuyoruz: "Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat işledikleri günâhlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık." TARİH YORUMU Bu kafirler geçmiş dönemlerde yaşayan insan kuşaklarının toplu-kırım sahnelerinin kalıntılarım görmüyorlar mı? Yüce Allah bu toplu-kırıma uğramış kuşaklara, Arap Yarımadası üzerinde bu ayetin muhatapları olan Kureyş'lilere verdiğinden daha ileri düzeyde egemenlik, maddi güç ve siyasi otorite vermişti. Yurtlarına sürekli yağmurlar yağdırmış, onun aracılığı ile hayatlarına verimlilik, gelişme ve geçim bolluğu sunmuştu. Sonra ne oldu? Bu başı dik ve müreffeh toplumlar Rabblerinin buyruklarına karşı geldiler. Bunun üzerine yüce Allah onları günahlarının hak ettiği cezaya çarptırdı ve arkalarından başka bir kuşak yarattı, bu kuşak onların yerini aldı. Onların göçüp gidişleri yerlerin hiç umurlarında değil! Çünkü bu yerlere başka bir toplum sahip oluverdi. Gerçeği yalanlayan, gerçeğin mesajına göz atmaya bile tenezzül etmeyen o güçlüler, o egemenler, aslında ne kadar zavallıdırlar! Gerek yüce Allah karşısında ve gerekse çizmeleri altında titrettiklerini sandıkları yurtlarının toprakları karşısında ne kadar zavallı ve ne kadar önemsizdirler! İşte helâk olup gittiler. Yokluğun karanlığına gömüldüler. Fakat yaşadıkları topraklar onların yokluğunu ve boşluğunu hissetmedi. Çünkü aynı topraklar başka bir kuşağın kalkındırma-geliştirme faaliyetlerine sahne oldu. O eski yerliler sanki hiç yaşamamışlar gibi dünya dönmeye devam etti, hayat geleneksel akışını sürdürdü! Yüce Allah'ın yeryüzünde imkânlar sunduğu kimseler bu gerçeği unutuverirler. Onlar ellerindeki imkânların Allah'ın dileği ile gerçekleştiğini, kendilerinin bu imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirildiklerini akıllarından çıkarıverirler. Oysa onlara bu imkânları bağışlayan yüce Allah, kendilerini sürekli olarak gözetliyor. Acaba bu imkânlar ortasında yüce Allah'a vermiş oldukları sözü tutacaklar, O'nun koştuğu şarta uyacaklar mı? Yani yüce Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın, sırf O'na kulluk sunacaklar, yaşama sistemlerinin kaynağını sadece O'nun mesajlarına dayandıracaklar mı? Çünkü ellerindeki mülkün, egemenliğin asıl sahibi O'dur, onlar bu mülkün ve egemenliğin emanetçileridirler. Yoksa toplumlarının başında birer tağut, birer zorba kesilip ilâhlığın yetkileri ve özellikleri üzerinde hak mı iddia edecekler. Emanetçisi oldukları bir mülk üzerinde mülk sahibi imişler gibi serbest tasarruflara mı girişecekler? Bu gerçeği, yüce Allah'ın kayırdıkları dışında kalan kimseler genellikle unuturlar. Unutunca da yüce Allah'a vermiş oldukları sözü, O'nun koyduğu halifelik, emanetçilik şartını çiğnemiş olurlar. Yüce Allah'ın değişmez geleneğine aykırı düşerler. Bu sapmanın sonuçlarını işin başında fark edemezler. Onlar umursamazlıklarının deryasında kulaç atarken, kötülüklerinin yol açtığı çürüme süreci yavaş yavaş ilerleyip yayılır. Sonunda yüce Allah'ın tanıdığı sürenin dolduğu ve vaadinin gerçekleşeceği nokta gelip çatar. Bu noktadan sonra olabilecek olanlar farklıdır. Kimi zaman yüce Allah, bu kimseleri toptan yok etme cezasına çarptırır. Bu azap onlara ya "başları üzerinden ya da ayakları altından" yani ya gökten inen ya da yerden kaynaklanan bir afet biçiminde gelir. Nitekim bazı toplumlar bu tür afetler sonunda yok olmuşlardır. Kimi zaman Allah onları kıtlıklara, ürün ve insan kayıplarına uğratır. Tarihte bu tür cezalandırmaya uğrayan milletlerin birçok örnekleri vardır. Kimi zaman yüce Allah bu kimseleri birbirlerinin eli ile cezalandırır. Bu yolla cezalandırılanlar bazan birbirlerine işkence çektirirler, bazan birbirlerini kırarlar, bazan birbirlerini baskı altında inletirler, bazan birbirlerinden korkuya kapılırlar; hiçbir taraf güven bulamaz olur. Böylece sonunda iç-çöküntüye uğrayarak dışa karşı zayıf düşerler. O zaman da Allah, başlarına başkalarını belâ eder. Bu "başkaları" Allah'a itaatkâr kimseler olabilecekleri gibi Allah'a asi kimseler de olabilir. Bunlar başlarına çöreklendikleri eski şımarıkların burunlarını kırarlar, ellerinden iktidarlarını ve imkânlarını çekip alırlar. Sonra yüce Allah bu toprakların egemenliğini yeni kullarının eline verir, halifelik emanetini onların omuzlarına yükler; onları da ellerine verdiği iktidar ve imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirir. Böylece O'nun geleneği tarihin akışı içindeki sürekli fonksiyonunu yürütür. Bunun bir ilâhi gelenek olduğunun bilincinde olanlar, bunun bir sınav süreci olduğunu akıllarından çıkarmayarak yüce Allah'a verdikleri söze uygun davrananlar, O'nun omuzlarına yüklediği halifelik emanetine ihanet etmekten kaçınanlar sonunda mutluluğu yakalarlar. Buna karşılık bu gerçek karşısında umursamaz bir tavır takınarak ellerindeki iktidarı ve imkânları kendi bilgileri ya da kurnazlıklarının sonucu olarak kazandıklarını sananlar ya da bu iktidarın ve imkânların amaçsız olarak, rastgele bir şekilde ellerine düştüğü vehmine kapılanlar, sonunda bedbahtlığa uğrarlar! Azgın günahkârların, şımarık bozguncuların, Allah'ı tanımaz kâfirlerin yeryüzünde mevki ve maddi güç sahibi olduklarını görmek, insanları aldatıyor, yanılgıya düşürüyor. Fakat insanlar sabırsızlığa kapılıyorlar, aceleciliğe düşüyorlar. Onlar yolun başını ya da ortalarını görebiliyorlar, sonunu göremiyorlar. Çünkü yolun sonu ancak gelip çatınca görülebiliyor! Bu yolun sonu tarihin karanlığına gömülen toplu-kırım sahnelerinde görülüyor. Doğallıkla her şey olup bittikten ve bu felâketlerin kurbanları birer tarihi olaya dönüştükten sonra Kur'an-ı Kerim, dikkatleri bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Bunu, kısa süreli kişisel ömürleri zarfında yolun sonunu göremedikleri için, aldanarak bu süre içinde görebildiklerini yolun sonu sananları uyarmak amacı ile yapıyor. Bu ayette geçen "İşledikleri günahlar yüzünden onları yok ettik" ifadesi ve bu ifadenin birçok surede sık sık tekrarlanan benzerleri bir gerçeği anlatır, bir ilâhi geleneği yansıtır, tarih olaylarına ilişkin İslâmcı yorumun bir bölümünü ortaya koyar. Bu ifadelerin anlattıkları ortak gerçek şudur: Günahlar, sahiplerinin yok olmalarına yol açar ve günahları gerekçesi ile onları yok eden yüce Allah'ın bizzat kendisidir. Bu ilâhi gelenek sürekli biçimde hükmünü yürütür. Gerçi herhangi bir fert, kısa ömrünün sınırları içinde ya da herhangi bir kuşak, kendi sınırlı yaşama dönemi içinde bu gerçeğin somut sonuçlarını görmeyebilir. Fakat bu gerçek, toplumlarında günahların yaygınlaşmasına meydan veren, hayatlarını günahlara dayandıran milletlerin sonuçları ile yüzyüze gelmek zorunda kaldıkları bir ilâhi gelenektir. Bu gerçek aynı zamanda tarihin olaylarına ilişkin İslâmî yorumun da bir bölümünü oluşturur. Toplumlarda bazı kuşakların yok olup yerlerini başka kuşakların almasının temel sebeplerinden biri, günahların milletlerin yapısında meydana getirdiği etkidir. Bu günahların toplumlarda yok olmaya yol açan şartları hazırlamasıdır. Bu yok oluş; ya tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi, sürpriz bir felâket aracılığı ile gerçekleşir, ya da için için işleyen bir iç yozlaşma yolu ile meydana gelir. Bu yozlaşma, günahların dalgaları arasında bilinçsiz bir çırpınışla kulaç atan milletlerin bünyesini zaman içinde kemirerek çözülmeye götürür. Yakın tarihin gelişmeleri bu konuda bize -kısmen de olsa- yeterli kanıtlar sunuyor; ahlâk yapısındaki çözülmenin, yaygın kadın çıplaklığının, dişiyi baştan çıkarma ve süs aracı yerine koymanın, lüks tüketimin, şımarık savurganlığın, oyun ve eğlence içinde insanın kendini kaybetmesinin toplumsal etkilerini somut belirtiler halinde görebiliyoruz. Bu sosyal bunalım belirtileri, tarihin karanlığına gömülmüş eski Yunan ve Roma toplumlarının bazı yıkılış sebeplerini öğrenmemizi sağladığı gibi, bazı çağdaş milletlerin ilk aşaması açıkça ortaya çıkan ve son aşamasının göstergeleri ufuğa yansıyan gelecekteki çöküşlerini de şimdiden görmemizi sağlıyor. Meselâ İngiliz ve Fransız milletleri gibi. Bu milletlerin görünürde güçlü ve alabildiğine zengin olmaları bu tedrici çürümenin getireceği yıkımı önleyemeyecektir. MATERYALİST TARİH Materyalist tarih yorumu milletlerin geçmiş dönemlerini ve tarihin olaylarını açıklamaya çalışırken bu faktörün payını tamamen yok sayar. Çünkü onun bakış açısı, ilke olarak ahlâk unsurunu ve bu unsurun dayanağı olan manevi inanç etkenini sosyal hayattan uzaklaştırmayı öngörür. Fakat bu akım, geçmişin bazı olaylarını ve insanlık tarihinin bazı dönemlerini yorumlamaya çalışırken gülünç demagojilere başvurmak zorunda kalır. Çünkü söz konusu tarihi dönemleri ve geçmiş olayları, inanç temeline dayanmaksızın doğru yorumlamak mümkün değildir. İslâm'ın tarihi yorumuna gelince bu yorum geniş kapsamlı, ciddi, dürüst ve objektifdir. Bu yorum, maddeci tarih yorumun ileri sürdüğü; her gelişmenin tek sebebi olarak maddi unsurların sosyal olaylar üzerindeki etkisini göz ardı etmez; yaptığı tek şey, bu tür faktörlere sosyal hayatta hak ettikleri yeri vermekten ibarettir. Bu yorum aynı zamanda, objektif gerçekleri kör bir inatçılıkla görmezlikten gelenlerden başka hiç kimsenin inkâr edemeyeceği etken unsurları da ön plâna çıkarır. Meselâ evrendeki her gelişmenin ardında saklı duran ilâhi takdire parmak basar. Meselâ insanların vicdanlarında, duygularında, inançlarında ve düşüncelerinde meydana gelen iç değişikliklere dikkatleri çeker. Meselâ yine insanların pratik tutum ve davranışlarının, ahlâk yapılarının sosyal olayların gelişimindeki rolünü vurgular. Kısacası yüce Allah'ın, sosyal hayata ilişkin geleneğinin işlemesine vesile olan hiçbir faktörün rolünü göz ardı etmez. Daha sonra gelen ayette, gerçeklere yüz çevirmeye yol açan inatçı karakter tanıtılıyor. Bu tanıtım sırasında insanı hayrete düşüren acayip bir karakter tipi çiziliyor. Bu karakter acayiptir, ama pratikteki örnekleri çoktur. İnsan bu örneklere her dönemde, her ortamda ve her kuşakta sık sık rastlar. Bu karakter kendini beğenmiş insanın karakteridir. Gerçek, gözünün içine girse bile onu görmeye yanaşmaz bir insan tipidir bu. O hiç kimsenin inkâr etmeye kalkışamayacağı, herkesin inkâr etmekten utanacağı, yüzün kızaracağı derecede açık olan gerçekleri bile gözünü kırpmadan inkâr eder. Kur'an, o harikulâde derecede orijinal, veciz, hem düz anlatımda hem de tasvirde başarılı üslubu ile bu karakter tipini birkaç kelimede somut biçimde canlandırıyor. Okuyalım: 7- Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu kâfirler elleri ile tutsalardı, "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil " diyeceklerdi. Bu hasta karakterlerin yüce Allah'ın ayetlerine yüz çevirmelerine yol açan faktör, bu ayetlerin doğruluklarını kanıtlayan delillerin yetersizliği ya da bu ayetlerin belirsiz anlamlı veya akıl karıştırıcı olmaları değildir. Onları bu olumsuz tavrı takınmaya sürükleyen asıl faktör, koyu bir kendini beğenmişlik ve kör inatçılıktır. İşin daha başında ısrarla benimsedikleri reddetme, inkâr etme, delillerle ilgilenmeme, hatta taraflarına bakmama tutumudur. Bu yüzden, eğer yüce Allah Kur'an'ı, Peygamberine onların işleyişini gözleri ile göremedikleri vahiy yolu ile değil de gözle görülebilen, elle dokunulabilen somut kağıt parçalarına yazıp gönderseydi, böylece onlar bu kağıtlara elleri ile dokunabilselerdi, onu sadece başkalarından dinlemek ya da okunan metinlerin yazılarını görmekle yetinmek zorunda kalınsalardı, bu gördükleri ve elleri ile dokundukları somut ilâhi mesajları yine onaylamayacaklar, kesin ve vurgulamalı bir dille şöyle diyeceklerdi. "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir"! Çizilen bu karakter tipi arsız, iğrenç bir tiptir. Karşısındakilerde tiksinti ve düşmanlık duygusu uyandırır. Öyle ki, görenler hemen üzerine atlayıp onu ayakları altına almak isteyeceklerdir. Çünkü böyle bir karakterin sahibi ile ne tartışma yapılabilir, ne de kendisine kanıt ya da belge gösterilebilir. İnsanlar arasında somut örneklerine sık sık rastlanabilen bu karakter tipinin, ayette böylesine net çizgiler ile tasvir edilmesinin başlıca amaçları şunlar olabilir: a) Bu portre, her şeyden önce Kur'an'ın ayetlerine karşı çıkanlara takındıkları olumsuz tutumun çirkinliğini, antipatikliğini, nefret uyandırıcılığını gösteriyor. Tıpkı asık, çirkin ve antipatik suratlı birinin karşısına geçip yüzüne ayna tutmak gibi. Adam suratını bu aynada görsün de antipatikliğinden utansın diye b) Bunun yanısıra bu portre müşriklerin sırt çevirmeleri ve kâfirlerin inkârcılıkları karşısında sıkıntıya kapılan müminlerin duygularını bileyici ve kalblerin gerçeklere daha kopmaz biçimde bağlayıcı bir etki bırakır. Bu etkinin olumlu katkısı sonuncunda müminler çevrelerini kuşatan inkârcılıklara, yalanlamalara, caydırma girişimlerine ve eziyetlere aldırış etmez olurlar. c) Bu portre, bize aynı zamanda, yüce Allah'ın engin toleransını, tarifsiz yumuşaklığını düşündürür. Sebebine gelince, bu inkârcılar ve sırt dönücüler bunca arsız ve yüzsüz bir inatçılığı ısrarla sürdürdükleri halde, yüce Allah onlara mühlet tanıyor; bir an önce cezalarını vermiyor. Bunların hepsi Kur'an aracılığı ile müşriklere karşı savaş veren, mücadelelerini Kur'an'ın rehberliği altında yürüten o günün müslüman cemaatı için, düşmanlarına karşı birer silâh, bu kıyasıya çatışmada birer ileri adım niteliğinde idi. Daha sonraki ayette bize müşriklerin bazı önerileri anlatılıyor. Bu öneriler mızıkçılıktan, inatçılıktan,. cehaletten ve düşünce yetersizliğinden kaynaklanıyor. Bu adamların gündeme getirdikleri başlıca öneri şudur: "Allah, peygamber ile birlikte bu dini tanıtma çalışmalarına katılacak, onun Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu onaylayacak bir melek göndermelidir." Arkasından gelen ayette bu önerinin meleklerin yapısal özelliklerini ve onları dünyaya göndermeye ilişkin ilâhi geleneğin mahiyetini bilmemekten kaynaklandığı anlatılıyor. Bunun yanısıra bu öneriyi kabul etmeyen yüce Allah'ın bu yolla önerinin bilinçsiz sahiplerine karşı aslında merhamet göstermiş olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz: |