Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri 8- Onlar "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya" dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı. 9- Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik. O zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk. Müşrikler tarafından ileri sürülen bu öneri daha önce de başka milletler ve toplumlar tarafından peygamberlerine karşı ileri sürülmüştü. Nitekim Kur'an-ı Kerim, o milletlerin ve toplumların hikâyelerini anlatırken onların bu önerilerine de yer veriyor. Gerek bu önerinin kendisi ve gerekse Kur'an'ın burada bu öneriye vermiş olduğu karşılık, bize bazı gerçekleri hatırlatıyor. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarına yerimizin elverdiği ölçüde değinmek istiyoruz: Birinci gerçek: Bu önerileri ileri süren müşrik Araplar, yüce Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar Peygamberimizin yüce Allah tarafından gönderildiğinin; onun kendilerine okuduğu Kur'an'ın Allah katından getirilmiş gerçek bir kitap olduğunun açıkça kanıtlanmasını istiyorlardı. İşte bu amaçla şu belirli öneriyi seslendiriyorlardı: "Allah, Peygamberimiz ile birlikte ona bu dini tanıtma çalışmalarında eşlik edecek, onun seslendirdiği dâvayı onaylayacak bir melek göndersin." Bu önerilerin çok sayıda benzerleri daha önceki dönemlerde de sık sık ileri sürülmüştü. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde bunlardan bize söz ediliyor. Meselâ İsra suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu türdendir. Bu ayetler Mekkeli müşriklerin söz konusu önerileri dışında buna benzer başka öneriler de içerir. Bu önerilerin ortak özelliği şudur: Bunlar sahiplerinin bir önceki ayette dile gelen serkeş karakterlerinin yanısıra birçok evrensel gerçekten habersiz olduklarını, yine çok sayıda değer yargısının bilincinde olmadıklarını kanıtlar. Şimdi o ayetleri okuyalım: "Biz bu Kur'an'da insanlara her konuda örnek verdik; öyleyken insanların çoğu kâfirlikte direndi. Bunlar dediler ki; "Bize yeraltından pınarlar fışkırtmadıkça sana asla inanmayız." "Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar akıtmalısın." "Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Bize oradan okuyabileceğimiz somut kitap indirmedikçe de göğe çıktığına kesinlikle inanmayız. Dé ki; `Subhanellah! Ben peygamberlikle görevlendirilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki? İnsanlara doğru yola çağıran bir rehber geldiğinde ona inanmalarına engel olan tek şey onların "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki sözleridir. De ki; "Eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli peygamber indirirdik." (İsra Suresi: 89-95) Bu tür öneriler Mekkeli müşriklerin ne kadar inatçı ve ne kadar cahil kimseler olduklarını ortaya koyar. Yoksa onlar Peygamberimizi yakından tanıyorlardı, uzun yılların deneyimleri ile onun ne kadar doğru ve ne kadar güvenilir bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi. Nitekim bu yüzden kendisine "emin (güvenilir)" lâkabını takmışlardı. Onunla aralarında şiddetli çatışma olduğu halde, emanetlerini yanına bırakmaları da kendisine karşı besledikleri güvenin göstergesi idi. Nitekim, Medine'ye göçerken amcasının oğlu Hz. Ali'yi Mekke'de bırakarak halâ koruması altında duran bazı emanetleri Mekkeli sahiplerine teslim etmekle görevlendirilmişti. Oysa o günlerde Mekkeli müşrikler ile Peygamberimiz arasındaki çatışma, kendisine suikast düzenleme girişimlerine yol açacak derecede ileri aşamaya varmıştı. Mekkeli müşrikler, Peygamberimizin güvenilir bir kişi olduğuna inandıkları oranda doğru bir kişi olduğuna da inanıyorlardı. Bunun şöyle bir pratik kanıtı yaşanmıştı: Peygamberimiz yüce Allah'ın emri üzerine, Mekkelileri ilk kez toplu olarak açıktan açığa Safa tepesinde İslâm'a çağırdığında, söze girerken eğer kendilerine bir haber getirmiş olsa, getireceği bu habere inanıp inanmayacaklarını sormuş ve onlardan vereceği her habere inanacakları cevabını almıştı. Buna göre eğer onlar gerçekten Peygamberimizin doğru söyleyip söylemediğini belirlemek amacında olsalar, onun geçmişinde bunu kanıtlayacak belgeleri fazlası ile bulabilirlerdi. Nitekim bu surenin ilerde inceleyeceğimiz şu ayetinde, Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi yalancı saymadıkları kesin bir dille açıklanmaktadır: "Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'am Suresi: 33) Yani asıl mesele inkârcılık ve yüz çevirme arzusu, inatçılık ve gerçeğe burun kıvırma karakteridir. Yoksa onların Peygamberimizin doğru söylediği hakkında hiçbir kuşkusu yoktu! Ayrıca onların karşısında Peygamberimizden istedikleri somut, maddi kanıtlardan daha sağlam bir kanıt vardı ki, bu da Kur'an-ı Kerim'in kendisi idi. Kur'an, gerek üslubu ve gerek içeriği ile yüce Allah tarafından geldiğini kendi özü ile kanıtlayan bir belge niteliğinde idi. Allah'ın varlığını da inkâr etmediklerine göre ortada başka bir mesele kalmıyordu. Zaten onlar da bu gerçeğin kesinlikle farkında idiler. Dillerinin edebiyatına ve sanatına ilişkin duygusal birikimleri sayesinde insanoğlunun ifade gücünün sınırını bildikleri gibi, Kur'an-ı Kerim'in bu sınırın ötesine geçtiğini de biliyorlardı. Söz söyleme sanatına ilişkin araştırması ve deney birikimi olanlar, böyle bir araştırma yapmamış, böyle bir haz birikiminden yoksun kimselere nazaran bu gerçeğin daha iyi farkına varırlar, bu izlenimi daha kolay algılarlar. Gerçekten söz söyleme sanatı üzerinde araştırma yapan herkes, bu Kur'an'ın insanın ifade gücünü aşan bir kitap olduğunu kesinlikle fark eder. Kur'an'ın bu tartışmasız özelliğini, gerçeği bildiği halde onu açıklamaktan kaçınan keçi inatlılardan başka hiç kimse inkâr etmez. Ayrıca Kur'an'ın içerdiği inanç sistemi, bu inanç sistemini insan idrakine yerleştirmek için ifade yöntemi, bu amaçla yararlandığı etkileyici ve duygulandırıcı mesajlar ve imajlar, bütün bunlar insan ürünü düşüncelerin, anlatım yöntemlerinin, psikolojik ve sözel etkileme usullerinin yabancısı olduğu özelliklerdir. O günün Arapları bu gerçeğin farkında idiler. Vicdanlarının derinliklerinde bu gerçeğin bilincini taşıyorlardı. Sözleri ve davranışları onların, Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusunda şüpheleri olmadığını kanıtlar. Böylece ortaya çıkıyor ki, söz konusu önerilerinin amacı kanıt arayışı değildi. Bu bir tür işi yokuşa sürme bahanesi, bir çeşit serkeşlik gösterisi, bir demagoji ve ayak diretme plânı idi. Başka bir deyimle, onların tutumu, aslında yüce Allah'ın bir önceki ayette anlattığı gibi idi. Tekrarlayalım: "Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleri ile tutsalardı, kâfirler, `Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil', diyeceklerdi." İkinci gerçek: O günün "Arapları, melekleri soyut bir kavram düzeyinde biliyorlar, bu yüzden yüce Allah'ın Peygamberimize bir melek göndermesini, bu meleğin İslâm'ı yayma çalışmalarına katılmasını, Peygamberi doğrulamasını istiyorlardı. Fakat yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilgisine sahip olmadığı yapısal özellikleri hakkında doğru bilgi taşımaları mümkün değildi. Acaba bunlar nasıl yaratıklardır? Yüce Allah ile aralarındaki ilişkiler nasıldır? Dünya ile ve dünyalılar ile kurdukları ilişkinin türü nedir? Bu sorular karşısında uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepen bir yol şaşkınına benziyorlardı. Nitekim Kur'an, eski Arapların meleklere ilişkin birçok yanılgılarını, birçok putperest karakterli masallarını anlatmış ve bunları doğru bilgiler ile düzeltmiştir. Bundan maksat, bu dine giren Arapların düşünce yapılarını doğrultmak, onların gerek evren hakkında ve gerekse evrende yeralan yaratık türleri hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmalarını sağlamaktı. Bu açıdan bakınca İslâm, hem aklı ve bilinci, hem kalbi ve vicdanı ve hem de sosyal şartları düzeltmeyi amaçlamış bir sistem olarak ortaya çıkmıştı. İşte bu meyanda Kur'an-ı Kerim, bize Arapların cahiliye dönemlerindeki asılsız saplantılarına ve yanlış kanaatlerine örnek olarak, onların meleklerin Allah'ın kızları olduğuna -yüce Allah'ı bu dayanaksız yakıştırmalardan tenzih ederiz ve bu gerekçe ile meleklerin Allah katında reddedilmez bir şefaat yetkisine sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu yüzden, taptıkları kendilerince önemli bazı putların, meleklerin simgeleri olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim, o günkü Arapların Peygamberimize destekçi ve onaylayıcı bir melek gönderilmesi gerektiğine ilişkin sözlerini nasıl burada naklediyorsa, sözünü ettiğimiz sapık ve düzmece kanaatlerini de aktarmaktadır. Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde, söz konusu sapık kanaatlerinin ilkine ilişkin düzeltmelere rastlarız. Nitekim Necm suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu amaca yöneliktir. "Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz ne? "Ve üçüncüleri, ötekileri olan Menat hakkında?" "Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?" "O halde bu haksız bir bölüştürme!" "Bunlar sırf sizin ve atalarınızın uydurduğu, Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmemiş olduğu soyut isimlerdir. Onlar sadece zanlarının ve canlarının istediklerinin peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından doğru yol kılavuzu geldi." "Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz." "Oysa hayatın sonu da ilki de (Ahiret de dünya da) Allah'a aittir." "Göklerde nice melekler var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça, şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz." "Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları takarlar." "Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, sadece zanlarının peşinden gidiyorlar. Zanları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamazlar." (Necm Suresi: 19-28) Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim, onların meleklerin yapısal özelliklerine ilişkin ikinci sapık kanaatlerini de diğer birçok ayetlerde olduğu gibi, bu surenin incelemekte olduğumuz iki ayetinde de düzeltiyor. Tekrar okuyalım: "Onlar `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı." Bu ayette meleklerin bilinmeyen bir yönü anlatılıyor, yüce Allah insanlara bu kullarına ilişkin biraz bilgi veriyor. Müşrik Araplar yüce Allah'a yeryüzüne melek indirmesini öneriyorlar. Fakat yüce Allah'ın yeryüzüne melek indirmeye ilişkin geleneğine göre, melekler ancak peygamberlerini yalanlayan bir topluma inerek onları yok ederler, Allah'ın o toplum hakkında verdiği toplu-kırım ve helâk kararını uygularlar. Buna göre eğer yüce Allah müşrik Arapların önerisini kabul ederek onlara bir melek indirse, işleri bitmiş, toptan yok olmuş bu indirme harekâtından sonra hiçbir mühlet tanınmamış olacaktı. Acaba istedikleri, önerdikleri bu mu idi? Kendi aleyhlerinde ölüm içeren bu şaşkın önerilerini reddeden Allah'ın, bu yolla onlara rahmet ettiğinin farkında mıdırlar? İşte ayet bu şekilde onları bir yandan, yüce Allah'ın rahmeti ve öbür yandan yararlarının nerede olduğunu kestiremeyen bilgisizlikleri ve melek indirmeye ilişkin ilâhi gelenek hakkındaki yanlış bilgileri ile yüzyüze getiriyor. Onlar nerede ise hayatlarına mal olacak olan, toplu-kırımlarına yol açacak olan bu cahillikleri yüzünden doğru yola iletmeyi reddediyorlar. Allah'ın rahmetini tepiyorlar ve keçiler gibi inatlaşarak Peygamberimizden başka kanıtlar istiyorlar. Meleklerin bilinmeyen bir başka yönlerine de yine yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisi ışık tutuyor. Tekrarlıyoruz: "Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik, o zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk." Müşrik Araplar yüce Allah'a, Peygamberimizi İslâmı yayma dâvasında destekleyecek bir melek indirmesini öneriyorlar. Ama melekler insanlardan farklı yaratılışta varlıklardır, sadece yüce Allah'ın bildiği yapısal özellikleri olan Allah kullarıdırlar. Onlar yüce Allah'ın haklarında dediği gibidirler, biz Allah'ın verdiği bilgi dışında onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İşte Allah'ın onlar hakkında bize verdiği bilgiye göre, bu varlıklar orijinal yaratılışları aynı kaldığı sürece yeryüzünde gezemezler, yürüyemezler. Çünkü onlar bu gezegenin şartları uyarınca yaratılmamışlardır, dünyalıların bir kesimi değildirler. Fakat bunun yanısıra bir özellikleri var. Bu özellikleri sayesinde, insanlarla ilgili bir görev yapacakları sırada insan kılığına girebilirler. Bu görevler, yüce Allah'ın bir mesajını yerine iletmek, yüce Allah'ın toplu-kırıma mahkûm ettiği kimselerin cezasını yerine getirmek, müminleri yüreklendirmek, müminlerin düşmanları ile savaşa girip bu düşmanları tepelemek gibi uygulamalardır. Kur'an-ı Kerim, meleklerin Rabblerinin buyurduğu bu tür görevleri üstlendiklerini, Allah'ın emirlerini asla çiğnemediklerini, kendilerine emredileni yaptıklarını anlatıyor. Buna göre eğer yüce Allah, Peygamberimizi onaylamak, desteklemek üzere bir melek gönderseydi, bu melek kendi orijinal kılığında değil, insan kılığında ortaya çıkacaktı. O zaman işler yine karışacak, kâfirler yine yanılgıya düşeceklerdi. Sebebine gelince, Peygamberimiz ortaya çıkıp kendilerine "Ben bildiğiniz-tanıdığınız Muhammed'im, Allah beni sizi uyarmak ve müjdelemek üzere görevlendirdi" deyince kafaları karıştı, gerçeği seçemediler, işin içinden çıkamayıp yanılgıya düştüler. Peki eğer karşılarına daha önce hiç tanımadıkları bir melek insan kılığına girerek karşılarına çıkar da, tıpkı aralarından biri gibi karşılarına geçerek "Ben bir meleğim, Allah beni Peygamberini onaylamak üzere gönderdi" deseydi, kafaları daha çok karışmayacak mıydı? Yalın gerçeği kavramakta güçlüğe uğrayan ve bu yüzden yanılgıya düşmüş olan bu adamlar, böylesine karmaşık bir pozisyonun içinden nasıl çıkabileceklerdi'? Belli ki, yüce Allah insan kılığına girdirerek bir melek gönderseydi, şimdi seçemedikleri gerçeği o zaman hiç seçemeyecekler, asla kesin bir hükme varamayacaklardı. Görüldüğü gibi yüce Allah, nasıl bir önceki ayette Mekkeli müşriklerin kendi geleneğinin işleyiş yöntemine ilişkin cahilliklerini ortaya koydu ise şimdiki ayette de, yaratıklarının belli bir kesimini oluşturan meleklerin özel yapılarına ilişkin bilgisizliklerini ortaya koyuyor. Bunun yanısıra onların hiçbir bilgiye, hiçbir gerekçeye ve hiçbir delile dayanmayan inatçılıklarını ve ayak direyişlerini de gözler önüne seriyor. Üçüncü gerçek: Mekkeli müşriklerin söz konusu önerilerini gündeme getirip cevaplandıran bu ayetlerin bize düşündürdüğü bir başka gerçek de, İslâm düşüncesi ile bu düşüncenin dayanakları konusudur. Bu dayanaklardan biri, İslâm'ın bize önce kavramamızı ve sonra kendileri ile sağlıklı ilişkiler kurmamızı öğrettiği kimi görünür ve kimi görünmez alemlerdir, varlık kesimleridir. Bu görünmez, bilgimize kapalı varlık kesimlerinden birini de melekler alemi oluşturur. İslâm, meleklere inanmayı imanın dayanaklarından biri saymıştır. Bu inanç olmadan insan mümin olamaz. Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah'a, meleklere, Allah'ın kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe, iyi ve kötü tarafları ile kadere inanmak gerekir. Bu tefsirin baş taraflarında Bakara suresinin giriş bölümünde bu konuya değinmiştik. Orada söylediklerimiz özetle şöyle idi: Gaybe, yani bilgimize kapalı olan aleme inanmak, insanın hayatında büyük bir aşama oluşturur. Çünkü bu olgu, insanın somut algılarının dar çerçevesini aşarak varolması ve düşünülmesi mümkün, fakat bilgimize kapalı bir gayb aleminin bilincine ermesini simgeler. Buna göre bu olgu, hiç kuşkusuz, somut hayvansal algılar düzeyinden insana özgü soyut algılar düzeyine yükselen bir sıçrama anlamına gelir. Buna karşılık bu alanı insanın idrak mekanizmasına kapatmak, onu geri düzeye düşürmek, aşağı konuma indirmektir. İşte sadece somut algılara takılıp kalmayı öneren materyalist düşünce akımlarının "ilericilik" yaftası altında yapmak istedikleri budur. İnşaallah bu surenin ilerde karşımıza çıkacak olan "Gayb'ın anahtarları O'nun katındadır, onu yalnız O bilir." ayetini incelerken "gayb" konusunu ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz. (En'am Suresi: 59) Şimdilik sadece bu "gayb" aleminin bir kesimini oluşturan melekler konusunda birkaç söz söylemek istiyoruz. MELEKLERE İMAN İslâm düşüncesinin bilgimize kapalı, "gayb" alemine ilişkin görüşüne göre, yüce Allah'ın kullarının bir kesimini oluşturan ve "melek" adını taşıyan bir varlık grubu vardır. Kur'an-ı Kerim bize onların sıfatları hakkında bu düşünce sisteminin gerektirdiği oranda ve onlarla sağlıklı ilişkiler kurmamıza yetecek kadar bilgi vermiştir. Bu bilgilere göre melekler, yüce Allah'ın yaratıklarının bir kesimini oluştururlar. Allah'ın kulları olduklarına inanırlar, O'na kayıtsız-şartsız itaat ederler. Ayrıca Allah'a yakındırlar. Fakat bu nasıl ve ne tür bir yakınlıktır? Bu konuda kesin bilgimiz yoktur. Şimdi bize bu bilgileri veren ayetleri okuyoruz: "Onlar "Rahman, evlât edindi' dediler. Haşa O böyle bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler onurlu kullardır. Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve sırf O'nun emri ile iş yaparlar. Allah onların önlerindekini ve arkalarında bıraktıklarını, yapacaklarını ve yaptıklarını bilir. Onlar sadece Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya Suresi: 26-28) "O'nun katındakiler hiç büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler. Gece-gündüz, hiç ara vermeksizin O'nu tesbih ederler." (Enbiya suresi: 19-20) Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler Rahman olan Allah'ın Arşını taşırlar ve Kıyamet günü bu Arşın çevresini kordon altına alırlar. Okuyoruz: "Arşı taşıyanlar ve onun çevresindekiler Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler, O'na inanırlar." (Mümin Suresi: 7) "Meleklerin, Arşın çevresini kuşatmış olarak Rabb'lerini övgü ile tesbih ettiklerini görürsün. İnsanlar arasında hakka uygun hükümler verilmiştir ve bunun üzerine `Alemlerin Rabbine hamdolsun' denmiştir." (Zümer Suresi: 75) Melekler cennetin ve cehennemin bekçileri, kapı görevlileridirler. Bu sıfatları ile cennetlikleri selâm ve dûa ile cehennemlikleri azar ve tehditle karşılarlar. Okuyoruz: "Kâfirler gruplar halinde cehenneme sevk edilirler. Cehenneme vardıklarında kapıları açılır ve cehennem bekçileri onlara `Size Allah'ın ayetlerini okuyan ve bu günle karşılaşacağınızı hatırlatan kendi içinizden peygamberler gelmemiş miydi?' derler. Cehennemlikler `evet, geldiler' derler. Fakat azab hükmü kâfirler için artık kesinleşti. Onlara `Cehennem kapılarından içeri giriniz, sürekli olarak orada kalacaksınız, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür' denir.' "Rabblerinin azabından sakınanlar gruplar halinde cennete sevk edilir. Cennete vardıklarında kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara `Selâm size tertemiz geldiniz, sürekli kalmak üzere içeri giriniz' derler." (Zümer Suresi: 71-72) "Biz cehennem görevlilerini sadece melekler arasından belirledik." (Mudessir Suresi: 31) Melekler dünyalılar ile değişik biçimlerde ilişki kurarlar. Meselâ yüce Allah'ın emri ile onların koruyuculuğunu yaparlar, onları sürekli izlerler, bütün davranışlarını yazıya geçirirler, günleri gelince canlarını alırlar. Okuyalım: "Allah, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun camı alırlar." (En'am Suresi: 61) "İnsanı, önünde ve arkasından gözetleyen melekler vardır, onu Allah'ın emri ile korurlar." (Rad Suresi:11) "İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanı başında onu gözetim altında tutan, söylediklerini yazıya geçiren bir melek vardır." (Kaf Suresi: 18) Bu arada melekler yüce Allah'ın vahyini Peygamberlere iletirler. Bizzat yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre bu görevi yerine getiren melek, Cebrail'dir. Okuyalım: "Allah, melekleri kendinden kaynaklanan bir ruh ile dilediği kullarına göndererek onlara, `insanlara benden başka ilâh olmadığını, buna göre bana karşı gelmekten sakınmalarını hatırlatınız' diye bildirir." (Nahl Suresi: 2) "De ki; kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki, Allah'ın izni ile senin kalbine Kur'an-ı indiren O'dur." (Bakara Suresi: 97) Yine yüce Allah'ın verdiği tanıtıcı bilgiye göre Cebrail "güç, etkinlik" sahibidir. Peygamberimiz, onu melek kılığında sadece iki kere gördü, oysa Cebrail vahiy indiriminin diğer aşamalarında ona değişik kılıklarda görünmüştü. Okuyoruz: "Batmakta olan yıldız hakkı için, arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ve ne de azıttı. O havadan konuşmuyor. Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi ona müthiş güçleri olan etkinlik sahibi (Cebrail) öğretti; Cebrail yüce ufuktayken doğruldu, sonra yaklaştı, aşağıya sarktı, öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu. O anda Allah dilediğini kuluna vahyetti. Onun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı. Gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz? O, Cebrail'i bir inişinde daha görmüştü, en uçtaki ağacın (sidret-ül münteha'nın) yanında, yanı başında Me'va cenneti vardı, o sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü! Muhammed'in gözü ne başka tarafa kaydı ne de öteye geçti. Gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini gördü." (Necm Suresi:1-18) Yine melekler, batıla ve tağuta karşı verilen amansız savaşta müminlere moral vermek için, yardım ve destek sağlamak için yere inerler. Okuyoruz: "Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra bu doğrultudan hiç şaşmayanlara `korkmayınız, üzülmeyiniz, size vaadedilen cennetin müjdesi ile sevininiz' diyerek melekler iner." (Fussilet Suresi: 30) "Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun. Evet, eğer siz sabreder ve Allah'dan korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerine saldırırlarsa Allah size beş bin nişanlı melekle yardım eder. Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun, bu sayede kalbleriniz yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'dan kaynaklanır." (Al-i İmran Suresi: 124-126) "Hani Rabbin meleklere vahyetti ki; `Ben sizinle beraberim, siz müminleri yüreklendiriniz, kâfirlerin kalblerine korku salacağım, onların boyunlarına boyunlarına vurunuz, teker teker parmaklarına darbeler indiriniz." (Enfal Suresi: 11) Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler, müminlere çeşitli hizmetler yaparlar; Rabb'lerini tesbih ederler, müminlerin günahlarını affetsin diye Allah'a yalvarırlar, tıpkı sevdiği kimsenin durumu ile yakından ilgilenen, sevecen bir dost gibi, müminler için Allah'a dûa ederler. Okuyoruz: "Arşı taşıyanlar ve çevresindekiler Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler. O'na inanırlar. Müminler için af dileyerek şöyle yalvarırlar; `Senin rahmetin ve bilgin her şeyi kapsamına alır, o halde tevbe edip senin yoluna koyulanların günahlarını affeyle, onları cehennem azabından koru.' `Ey Rabbimiz, gerek kendilerini ve gerekse İslâh olmuş atalarını, eşlerini ve soylarını onlara vaad etmiş olduğun Adn cennetlerine yerleştir. Hiç kuşkusuz sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin' `Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan kendisine rahmet etmiş, acımışsın demektir ki, büyük kurtuluş işte budur." (Mümin Suresi: 7-9) Yine bu Kur'an kaynaklı bilgilere göre melekler, müminlerin canlarını alırken onlara cennete gidecekleri müjdesini verirler. Ahirette de onları aynı müjde ile karşılarlar ve cennette kendilerini selâmlarlar. Okuyalım: "Onlar, meleklerin canlarını aldığı tertemiz kimselerdir, melekler onlara `selâm size, işlediğinizin karşılığı olarak cennete giriniz." (Nahl Suresi: 32) "Gerek onları ve gerek ıslâh olmuş atalarını, eşlerini ve soylarını Adn cennetleri bekliyor, oraya girerler ve melekler her kapıdan yanlarına girerek kendilerine `Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size, burası ne kadar güzel bir dünya sonucudur!' derler." (Rad Suresi: 23-24) Daha önce okuduğumuz bir ayette belirtildiği gibi melekler, kâfirleri cehennemde azarla ve tehditle karşılarlar. Hak uğruna verilen savaşlarda onlara karşı çarpışırlar. Ayrıca onların canlarını işkence ile, azarla ve horlayarak alırlar. Okuyoruz: "O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp `Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bu gün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız' derlerken görmelisiniz." (En'am Suresi: 93) "Fakat melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını alırken acaba halleri nice olur?" (Muhammed Suresi: 27) Melek-insan ilişkisi, insanların atası Hz. Adem'in -selâm üzerine olsun- yaratıldığı günlere kadar çıkar, sonra bu ilişki insan hayatının enini-boyunu içerecek biçimde sürer ve az önce okuduğumuz ayet örneklerinde söylediğimiz gibi, hayatın dünyadan sonraki aşamasını da içerecek şekilde uzayıp gider. Yaratılış aşamasındaki insan-melek ilişkisi Kur'an'ın birkaç yerinde anlatılır. Bunlardan biri Bakara suresinde yeralan aşağıdaki ayetlerde karşımıza çıkar. "Hani Rabbin meleklere `Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Melekler, `Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, tasdik ediyoruz' dediler. Allah meleklere `Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi. Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek `Haydi eğer dâvanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz' dedi. Melekler `Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve bütün yaptıkların yerindedir' dediler. Allah, Adem'e `Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir' dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin adlarını bildirince Allah onlara `Ben size dememiş miydim ki, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca açığa vurduğunuz ve gizli tuttuğunuz bütün yönlerinizi bilirim' dedi. Hani biz meleklere `Adem'e secde ediniz' dedik de hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmekten kaçındı, kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu." (Bakara Suresi: 30-34) İnsanın hayatı ile bu yüce varlıklar kesimi arasında ilişki kuran, insanın hayatını bu yüce varlıklar kesimi ile bütünleştiren insan düşüncesine, evrenin gerçeklerini kavrama girişimlerine, insan bilincine, insanın psikolojik ve fikri aktivitesine enginlik kazandırır. İslâm düşüncesi bu enginliği müslümana sağlıyor. Kur'an müslümana bu engin alanı, içerdiği görünür-somut alemle bütünleşen, bilgimize kapalı "gayb" alemini sunuyor. Buna karşılık gerek bu melekler alemini ve gerekse "gayb" aleminin tümünü "insan"ın yüzüne kapamak isteyenler, insana en iğrenç kötülüğü yapmak istiyorlar. Bunlar insanın alemini sınırlı, somut algıların dar çerçevesi içine kapatmak ve böylece insanı hayvanlar aleminin kalıplarına hapsetmek istiyorlar. Oysa yüce Allah, insanı düşünme gücü ile onurlandırdı. İnsan bu güç sayesinde hayvanların kavrayamadıklarını kavrayabilir, engin ve uçsuz-bucaksız bir bilgi ve bilinç okyanusunda kulaç atabilir, aklı ile ve kalbi ile bu tür bir alemin atmosferinde kanat çırpabilir, tüm varlığı ile böyle bir ışık denizinde yıkanıp şeffaflaşarak arınabilir. Araplar cahiliye dönemlerinde düşünce alanındaki bütün yanılgılarına rağmen, bu konuda günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idi. Çünkü günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığının taraftarları "gayb" alemini tümü ile alaya alıyorlar, böylesine bilgimize kapalı alemlerin varlığına inanmayı bilimle bağdaşmaz bir ilkellik, bilimle çelişik bir düşünce kısırlığı sayıyorlar. Böylece "gayb" kavramını terazinin bir kefesine ve "bilimselliği" karşı kefesine koyuyorlar. İlerdeki sayfalarımızda "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir" ayetini incelerken gerek bilimsel ve gerekse dini her türlü dayanaktan yoksun olan bu iddiayı enine boyuna tartışacağız. Şimdilik sadece melekler konusuna ilişkin bu kısa açıklama ile yetiniyoruz. Bu sözlerimizi bağlarken "bilimsel" akılcılığın yaygaracılarına soruyoruz: "Melek" adlı bu varlık kesimini kökünden yok saymalarını, bu kavramı ve bu varlık kategorisini düşünce ve inanç çerçevesinden uzaklaştırmalarını gerektiren ve kaçınılmaz kılan kesin bilimsel delilleri var mı ellerinde? Onların bilimleri, başka bir gezegende dünyadakinden farklı bir hayat türünün varolabileceğini; elementsel bileşimi, yapısal oluşumu ve diğer şartları yeryüzü atmosferinden farklı atmosferli bir gezegende bilmediğimiz türden bir "canlılık" olgusunun bulunabileceğini kabul eder, en azından böyle bir ihtimali reddetmez. Böyleyken bu adamlar, yokluğunu kanıtlayacak bir tek delilleri olmadığı halde sözünü ettiğimiz "gayb" alemlerinin varlığını, hem de kesin bir dille, nasıl inkâr edebiliyorlar? Biz onları inanç sistemimizin kriterlerine göre ya da yüce Allah'ın sözlerine göre değil, ilâh yerine koyup tapındıkları "bilimlerine" göre yargılıyoruz. Bu yargılama sonucunda onları bu "bilim-dışı" inkârcılığa sürükleyen tek faktörün hiçbir bilimsel kanıta dayanma gereğini duymayan bencillikleri ve şımarıklıkları olduğunu görüyoruz. Bu koyu inkârcılığı savunurken tek söyledikleri şey, bu alemlerin "gayb" kapsamına girmeleri ve bilgimize kapalı olmalarıdır. Oysa ilerde bu meseleyi tartışırken göreceğiz ki, onların inkâr ettikleri "gayb" kategorisi, ellerimiz ile dokunup gözlerimizle görebildiğimiz somut varlıklar dünyasında bile çağdaş "bilim"in varlığını ve etkinliğini kesinlikle onayladığı tek realitedir. |