Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri 35- Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma. 36- Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları .Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar. Bu yüce sözler insanın kalbine korkunç bir dehşet salıyor. insan bu sözlerin yüce Allah tarafından Peygamberimize yöneltildiğini tam anlamı ile kavrayınca bu gerçeği bütün varlığı ile hissedince bu durumun özünü iyice kavrayabilir. O ki, "ulul azm" peygamberlerden biridir ve son derece sabırlıdır. Öyle ki, uzun yıllar boyunca kavminin birçok eziyetlerine katlanmış, her hoşgörülü insanı çileden çıkarabilecek derecede kaba olan bu davranışları yüce Allah'a havale etmiş, hiçbir zaman bu kabalıkların sahiplerine Hz. Nuh gibi beddûa etmemiştir. Yüce Allah demek istiyor ki; "Ey Muhammed! Bizim değişmez kanunumuz, sürekli geleneğimiz budur. Eğer onların sana yüz çevirmeleri ağırına gidiyorsa, eğer onların yalanlamaları zoruna gidiyorsa ve kendilerine bir mucize göstermeyi hararetle istiyorsan, o halde kendine yerin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir mucize getir, bakalım!" Onların doğru yola gelmeleri son kendilerine mucize göstermene dayanmıyor. Çünkü onların eksiği sözlerinin gerçek olduğunu kanıtlayacak bir mucize değildir. Eğer yüce Allah dileseydi onların tümünü doğru yolda biraraya getirirdi. Bunu yapmanın çeşitli imkânları yüce Allah'ın elinde idi. İsteseydi tıpkı melekeler gibi onların fıtratının kökünden doğru yoldan başkasını bilmeyecek biçimde yaratırdı; ya da kalblerini bu doğru yol mesajını kolayca algılayıp ona olumlu karşılık verecek yatkınlıkla yapardı; yahut da hepsinin boyun eğmelerini sağlayacak bir olağanüstülük meydana getirirdi; veya başka bir yöntemle onları doğru yola getirirdi. Yüce Allah'ın gücü bu söylediklerimizin hepsini yapabilirdi. Fakat yüce Allah -tüm evreni kapsamına alan yüce hikmeti gereğince- insan denen şu canlıyı belirli bir görev için yarattı; bu görev -O'nun yüce ve kapsamlı tasarımına göre- insanın belirli yetenekle donanmasını ve bu yeteneklerin meleklerinkinden farklı olmalarını gerektirmiştir. Bu farklılığın sonuçları grafiğe şöyle yansımıştır. İnsanların yetenekleri farklıdır, doğru yol kanıtlarını ve iman mesajlarını algılama, bu kanıtlara ve mesajlara olumlu karşılık verme yatkınlıkları farklıdır, bu farklılık onlara yön ve doğrultu seçme serbestliği tanıyacak orandadır; bu serbestliğin derecesi de hidayet ve sapıklığa verilecek farklı karşılıkları, farklı ödül ve cezaları adil saydıracak boyutlardadır. İşte bu gerekçe ile yüce Allah yapısal bir müdahale ile tüm insanları doğru yolda buluşturmayı uygun görmemiş, bunun yerine onlara doğru yoldan yürümeyi emretmekle yetinerek itaat ve isyan şıklarından birini seçmeyi özgür iradelerine bırakmış, kendilerini son aşamada tercihlerinin adil ve haklı karşılığı ile baş başa bırakmıştır. Ey Muhammed, bu gerçeği bil, sakın onun farkında olmayan cahillerden olma. Okuyoruz: "Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma." Aman Allah'ım, ne dehşetli sözler ve ne kesin bir direktif! Fakat dehşetli sözü ve kesin direktifi gerektiren bir nokta ile karşı karşıyayız. Arkasından yüce Allah'ın insanları kalıplarına döktüğü fıtratın karakteristik özelliği belirtiliyor, doğru yol karşısındaki farklı konumları vurgulanıyor, bu konumların delil yetersizliğinden ya da belge eksikliğinden kaynaklanmadığı hatırlatılıyor: "Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar." Peygamberimizin yüce Allah katından getirdiği gerçeğe muhatap olan in sanlar iki kesime, iki ana gruba ayrılırlar. Bu gruplardan birini diriler oluşturur. Bunların fıtri algılama cihazları canlıdır, İsler durumdadır ve dış etkilere açıktır. Böyleleri doğru yol çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. Zaten bu doğru yol çağrısı fıtrat tarafından işitilecek ve olumlu karşılık görecek biçimde güçlü, belirgin, fıtratla barışık ve uyumludur. Tekrarlıyoruz: "Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler." Bu çağrıya muhatap olan insanların diğer grubu ise ölüdürler, fıtri mekanizmaları işlemez durumdadır, işitmezler, algılayamazlar. Bundan do(ayı çağrıdan etkilenip ona karşılık veremezler. Bu grubun eksikliğini duyduğu şey muhatabı olduğu gerçeğin delil yetersizliği değildir. Gerçeğin delili özünde saklıdır. Eğer gerçek yol bulup fıtrata ulaşabilse orada sağlamasını bulur ve fıtratın olumlu yaklaşımı ile karşılaşır. Bu grupta eksik olan şey fıtratın canlılığı ve oradaki algılama cihazının işlerliği, aldığı uyarıcılara tepki gösterme yeteneğidir. Peygamberlerin bu tür insanlar karşısında yapabilecekleri bir şey yoktur. Onlara delil göstermek de anlamsız ve yersizdir. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Eğer dilerse onları diriltir, bunun için diriltilmeyi hakeden bir çaba göstermeleri, dirilmeye lâyık olduklarını yüce Allah'a kanıtlamaları gerekir. Dilerse de bu dünya hayatı süresince onları diriltmez, Ahirette O'nun huzuruna dönecekleri güne ölmüşlüklerini, cansızlıklarını devam ettirir. Tekrarlıyoruz: "Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar." İşte doğru yol çağrısına olumlu karşılık verip vermemenin hikâyesi budur. Bu hikâye durumu bütün yönleri ile açıklığa kavuşturur, peygamberlerin görevini ve davranış tarzını belirler ve işi bütünü ile meselenin asıl sahibine, O'nun dileği uyarınca vereceği hükme havale eder. Açıkladığımız gerçek Peygamberimize anlatıldıktan sonra müşriklerin olağan-üstü mucize istekleri gündeme getiriliyor. Bu isteğin yüce Allah'ın değişmez kanununu bilmemekten kaynaklandığı belirtiliyor bu isteğe olumlu karşılık verilmemesinin yüce Allah'ın insanlara yönelik merhametini simgelediği vurgulanıyor. Çünkü eğer bu öneri gerçekleştirilse o takdirde insanların inanmazlıklarını kesin bir toplu-kırım cezası izleyecektir. Bunun yanısıra yüce Allah'ın tüm evreni çekip çeviren duyarlı takdirinin bir yönüne, bu takdirin bütün canlıları kapsayan yaygınlığına dikkat çekiliyor. Bu yaygın takdir, bütün canlıları içine alan ilâhi geleneğin gerisinde yatan hikmetin mesajını duyuruyor. Son olarak hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran sırlara ve kanunlara, yüce Allah'ın engel tanımaz dileği uyarınca işleyen sırlara ve kanunlara parmak basılıyor. Okuyoruz: 37- "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya " dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden yoksundur. 38- Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudurlar. Biz hiçbir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya getirirler. 39- Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir. Müşrikler daha önceki peygamberler eli ile gösterilen somut olağanüstülükler gibi olağanüstü mucizeler istiyorlardı. Kur'an'da yeralan öbür ayetler ile yetinmiyorlardı. Oysa bu ayetler olgunluk düzeyine ermiş insan idrakine hitap ediyor, insanın olgunluk çağına erişini ilân ediyor, bu olgunlaşmaya saygı gösteriyor, ona bu yüksek düzeyden sesleniyordu. Üstelik Kur'an, somut olağanüstülükleri görmek isteyen insan kuşağının sahneden çekilmesi ile ortadan kalkacak geçici bir mesaj kitabı değildi. Tersine Kıyamet gününe kadar varlığını sürdürerek mucizevi anlatımı ile insan idrakini karşı karşıya bırakmakta devam edecekti. Müşrikler olağanüstü somut mucizeler istiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın bu konudaki kanunun farkında değillerdi. Yüce Allah olağanüstü somut mucizenin gelişinden sonra çağrının mesajını yalanlayanları derhal yakalıyor, onları dünyada helâke uğratıyordu. Yüce Allah'ın neden onların olağanüstü mucize isteklerini karşılamadığını kavrayamıyorlardı. Yüce Allah bu somut mucizelerinden sonra da onların inkârcılıklarını sürdüreceklerini biliyor -Nitekim kendilerinden önce gelip geçmiş bazı kavimler öyle yapmışlardı- o zaman da helâke uğramayı hakedecekler. Oysa yüce Allah onlara mühlet tanımayı diliyor ki, içlerinden inanacak olanlar inansın, inanmayanların da bellerinden ileride mümin olacak olan kuşakların tohumlarını, spermlerini çıkarsın. Buna rağmen bu adamlar yüce Allah'ın kendilerine mühlet verme nimetine, başka bir deyimle ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmeden sundukları öneriyi kabul etmemekle kendilerine bağışladığı nimete karşı şükretmiyorlar, bu nimetin değerini bilmiyorlar! Okuduğumuz ayette onların bu önerisi hatırlatılıyor, arkasından onların çoğunluğunun bu önerinin arkasından neler geleceğini bilmedikleri, yüce Allah'ın bu öneriyi neden karşılamadığını kavrayamadıkları vurgulanıyor; yüce Allah'ın böyle bir mucizeyi indirecek yeterli güce sahip olduğu, fakat hikmeti yüzünden bu öneriyi gerçekleştirmediği, kendi üzerine borç yazmış olduğu merhametinin bunun arkasından gelecek belâyı önlediği açıklanıyor. Tekrarlıyoruz: "Muhammed'e Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki; `Allah'ın gücü böyle bir mucize indirmeye yeterlidir, fakat onların çoğunluğu bilgiden yoksundur." Arkasından ayet akışını değiştirecek müşriklerin kalblerine başka bir kanaldan girmeye çalışıyor. Bu kalblerde varolan irdeleyici ve araştırıcı yetenekleri uyararak onları çevrelerini kuşatan varlıklara yöneltmeyi deniyor, bu varlıkların barındırdıkları doğru yola iletici kanıtları, iman etmeye çağırıcı mesajları algılamalarını, bunların üzerinde durup düşünmelerini sağlamaya çabalıyor: "Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudur. Biz hiç bir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar Rabblerinin huzurunda biraraya getirilirler." İnsanlar şu evrende yalnız değildirler ki, varlıklarının tesadüfi olduğu, ha-yatlarının başıboş olduğu söz konusu olabilsin. İnsanların çevresinde hepsi de belirli bir düzene bağlı olarak yaşayan başka birçok canlılar vardır. Bu düzen ortada bir amacın, bir ön-tasarının ve bir hikmetin olduğunu kanıtlar. Bunun yanısıra yaratıcının birliğini ve bütün yaratıkları etkisi altında tutan ön tasarlayıcılığın, çekip çevirici iradenin birliğini de yansıtır. Yeryüzünde kımıldayan, hareket yolu ile yer değiştiren birçok canlılar vardır. Bu kategoriye böcek, dört ayaklı sürüngen, omurgalı gibi türlere ayrılan bütün canlılar girer. Yine yeryüzünde kanatları ile uçan birçok kuşlar vardır. Bu kategoriye de bütün kuş ve sinek türleri ile diğer uçabilen canlılar girer. Bütün bu canlı türleri kendi aralarında ortak özelliklere, ortak yaşama biçimine sahip ayrı bir toplum, ayrı bir aile oluştururlar. Tıpkı insan topluluğu, insanlık ailesi gibi. Yüce Allah hiçbir canlı türünü, hiçbir varlık kesimini ön-tasarlayıcı ve çekip çevirici iradesi dışında bırakmadığı gibi bu türlerin ve kesimlerin tek tek sayılarını hesaplayan bilgisinin kapsamı dışında da bırakmamıştır. Son aşamada bütün canlılar Rabblerinin huzurunda toplanacaklar ve yüce Allah haklarında dilediği kararı verecektir. Bu kısa ayet hayat ve canlılara ilişkin gerçeği kesin bir dille açıkladığı gibi bunun yanısıra gözler önüne serdiği yüce Allah'a ait kapsamlı gözetime, yaygın tedbirliliğe, geniş bilgiye ve üstün kudrete ilişkin ufuklarla insanın kalbini ürpertiyor. Bu boyutlardan hangisi hakkında etraflı bir konuşmaya dalarsak bu tefsir kitabının boyutlarını aşmamız kaçınılmaz olur. O halde ayetlerin akışına bağlı kalarak bu konuyu geçiyoruz. Çünkü buradaki başlıca amacımız kalbleri ve kafaları böylesine iç-düzene göre yaşayan canlıların varlığına, bunların yüce Allah'ın çekip çevirici iradesinin etkisi altında bulunuşuna, bu canlıların Allah'ın bilgisinin kapsamı ve sayımı altında oluşuna ve son aşamada hepsinin Rabblerinin huzurunda biraraya geleceğine yöneltmektir. Dahası, kalbleri ve akılları bu baş döndürücü ve sürekli gerçeğin içerdiği kanıtlara ve ipuçlarına yöneltmektir. Çünkü bu kanıtları ve ipuçları sadece bir insan kuşağının görebileceği olağanüstülüklerden ve somut mucizelerden daha önemli ve daha ibret vericidirler. Coşkun sele benzeyen bu surenin ayetlerinden oluşan bu dalga hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran yüce Allah'ın dileğini ve kanunu, bu dilek ile bu kanunun hidayet ve sapıklık durumlarında insan fıtratı karşısında taşıdıkları anlamları açıklayarak noktalanıyor. Okuyoruz: "Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir." Bu ayet işitenlerin ilâhi çağrıya olumlu karşılık verdiklerine ve olumlu karşılık vermeyenlerin ölü olduklarına ilişkin, bir önceki ayette açıklanan gerçeği tekrar anlatıyor. Fakat bu ayet söz konusu gerçeği başka bir biçimde ve başka bir sahnede dile getiriyor. Gerek evrenin sayfalarına dağılmış v,. gerekse Kur'an-ı Kerim'in sayfalarında kayda geçmiş ilâhi ayetleri yalanlayanlar, algılama cihazları işlemez hale geldiği için bu yalanlama eylemine girişiyorlar. Onlar sağırdırlar, kulaklarına gelen sesleri işitemezler; dilsizdirler, konuşamazlar; karanlıklar içinde bocalıyorlar, göremezler. Yalnız onların bu kusurları herhangi bir somut organik yapısı bozukluğundan kaynaklanmıyor. Çünkü onların gözleri, kulakları, dilleri vardır. Fakat idrak mekanizmaları dumura uğramıştır. Sanki bu organları algılama ve iletme fonksiyonlarını yitirmiş gibidir. Durum budur. Yoksa gerek evrendeki ve gerekse Kur'an'daki ayetler özlerinde etkileme ve mesaj verme gücü taşımaktadırlar. Ama bunun için önce algılanmaları ve idrak mekanizması tarafından benimsenmeleri gerekir. Bu ayetlerden yüz çeviren kimsenin mutlaka fıtratı bozulmuş, yozlaşmıştır, hidayet eşliğinde yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirmiştir, böylesine yüksek düzeyli bir hayata artık lâyık değildir. Bunların hepsinin gerisinde yüce Allah'ın özgür dileği vardır. Bu özgür dilek `insan" denen şu varlığın hem hidayete ve hem sapıklığa yatkın, ikizli yaratılışta olmasını kararlaştırmıştır. İnsan bu iki yönden birini kendi serbest iradesi ile seçiyor, bu konuda baskı ve zorlama altında değildir. Bunun yanısıra yüce Allah bu özgür dileği ile dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola erdirir. Yüce Allah doğru yolu bulmaya çalışana yardım eder, bu yola girmemeye inad edeni saptırır ve hiçbir kuluna haksızlık etmez. İnsanın doğru yola ya da sapıklığa yönelişi yüce Allah'ın özgür dileği ile yarattığı fıtratından kaynaklanır. Gerek o tarafa ve gerekse bu tarafa doğru olan yöneliş işin başında yüce Allah'ın özgür dileğine göre yaratılmıştır. O tarafa ve bu tarafa yönelişin doğurduğu hidayet ve sapıklık biçimindeki sonuçlar da yüce Allah'ın özgür dileğinden kaynaklanır. Yüce Allah'ın dileği etkin ve mutlaktır. Hesap ve ceza insanın elinde olan yön seçme iradesinin sonucudur. Gerçi iki tarafa yöneliş yeteneği aslında yüce Allah'ın dileğine dayanır, ama bu durum kulun tercih etme yetkisini ortadan kaldırmaz. EZİYETLERLE DOLU YOL Bu ayetler gurubunu gözden geçirmeyi tamamladıktan sonra şimdi de bu ayetlerin her kuşaktan tüm İslâm dâvetçilerine yönelik direktifinin içerdiği ibret derslerini kısaca özetleyelim. Bu direktifin çapı belirli tarihi şartların özel çerçevesini aşar, bütün kuşakları ve tüm dâvetçileri kapsamı içine alır, böylece bu dinin yer ve zaman şartlarından bağımsız, genel dâvet metodunun esas!arını çizer. Burada bu metodun bütün yönlerini ayrıntılı biçimde incelememiz mümkün olmadığı için sadece ana hatları, önemli yol işaretleri üzerinde duracağız. İnsanları Allah'a çağırma yolu çetindir; tersliklerle, sıkıntılarla kaplıdır. Gerçi yüce Allah'ın hakka yönelik desteği, zaferi mutlaka gerçekleşir, bunda kuşku yok. Ama bu destek, bu zafer yüce Allah'ın bilgisine ve hikmetine göre takdir ettiği zaman gelir. Bu "belirlenmiş zaman" bizim bilgimize kapalı bir "gayb" konusudur. O'nun yüce Allah'dan başka, -hatta peygamber bile- bilmez. Bu yolun çetinliği, sıkıntısı şu iki faktörden kaynak!anır: 1 ) Çağrının ilk plânda yöneltildiği kimselerin yalan!amaları, kârşı çıkışları, çağrının bayraktarlarına açtıkları savaş ve uyguladıkları baskılar. 2) Çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin vicdanlarında be!iren insanları hemen hidayete erdirme arzusu. Bu kimseler tadını aldıkları, hazzını yaşadıkları gerçeğin bir an önce diğer insanlar tarafından da paylaşılması hususunda sabırsız bir arzu duyarlar içlerinde. Gerçeğe yönelik bir heyecan ve onu bir an önce başarıya ulaşma tutkusuna kapılırlar genellikle. Bu sabırsız arzu, bu tutku karşıtların yalanlamalarından, yüz çevirmelerinden, savaş açmalarından ve baskılarından daha az önemli bir sıkıntı değildir. Her ikisi de bu yolun zorluğuna sebep olan faktörlerdir. Kur'an-ı Kerim'in yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen direktifi bu sıkıntıya çare ve çözüm getiriyor. Şöyle ki, sözünü ettiğimiz ayet!er bize anlatıyorlar ki, bu dini yalanlayan!ar, ya da ona ilişkin çağrıya karşı savaş açanlar, benimsemeye çağırıldıkları i!kelerin gerçek olduklarının ve bu mesajları yüce Allah katından getirmiş olan Peygamberimizin doğru söylediğini kesinlikle biliyorlar. Fakat onlar bu bilgilerine rağmen bu çağrıya olum!u karşılık vermiyorlar, inat!a ve ısrarla inkârcılıklarını sürdürüyorlar. Çünkü canları yalanlamak ve yüz çevirmek istiyor! Yoksa bu gerçek doğruluğunun kanıtını beraberinde taşıyor. O fıtrata hitap ediyor, fıtrat canlı oldukça ve algı!ama cihazları sağlıklı oldukça buna olumlu cevap verir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi "Ancak işitebilenler olumlu cevap verebilirler." İnkâr edenlere gelince onların kalbleri cansızdır, on!ar ölüdür!er, sağırdırlar, dilsizdirler ve karanlıklar içinde bocalamaktadırlar. Peygamber ölülere ve sağırlara mesajını duyuramaz. Bu çağrının bayraktarlığını üstlenenlere ölüleri diriltmek düşmez. Onu ancak yüce Allah yapabilir. Bunların hepsi işin bir tarafını oluşturur. Diğer tarafına gelince yüce Allah'ın yardımı, zaferi mutlaka imdada yetişecektir, bunda şüphe yok. Bu yolda olup biten her şey yüce Allah'ın son aşamada zaferin gerçekleşmesine ilişkin kanunu nasıl aceleye getirilip öne alınamıyorsa, nasıl O'nun bu yoldaki kesinleşmiş hükmü değiştirilemiyorsa, aynı şekilde bu yardımın, bu zaferin gerçekleşme zamanı da öne alınamaz, bu zamana ilişkin kesin hükmü değişmez. Bu dâvanın bayraktarları eziyetlere uğruyorlar, ya;anlamalar ile karşılaşıyorlar diye yüce Allah belirlenmiş, zamana bağlanmış kararını öne almaz. Bu bayraktar Peygamber de olsa bu böyledir. Çünkü dâva bayraktarının sabırsızlığa kapılmadan kendini yüce Allah'ın takdirine teslim etmesi, mırın-kırın etmeden eziyetlere katlanması ve hiç kuşku duymadan son gülenin kendisi olacağına inanması gerekir. Yardımı ve zaferi belirli bir sürenin sonuna ertelemenin gerisinde yatan maksat bu gerekliliklerin dâvetçiler tarafından kavranmasıdır. Kur'an'ın bu direktifi bu dinde Peygamber'in -ve O'nun arkasından gelen her kuşaktan dâvet bayraktarlarının- rolünü, fonksiyonunu belirliyor. Bu fonksiyon tanıtma, duyurma (tebliğ), yola devam etme ve yolda karşılaşılacak olan sıkıntılara sabırla katlanmadır. İnsanların hidayete ermelerine ya da sapıklığa düşmelerine gelince bu konu Peygamberin görev alanı ve gücü dışında kalır. Hidayet ve sapıklık yüce Allah'ın değişmez kanununa bağlıdır. Peygamberin sevdiğini hidayete erdirmeye ilişkin arzusu bu kanunda değişiklik yapamayacağı gibi çağrısına inatla karşı koyan, savaş açan bazı karşıtlarına yönelik can sıkıntısı da bu kanunun hükümlerini değiştiremez. Bu konuda O'nun şahsı önemli değildir. Ayrıca O'nun hesabı aracılığı ile hidayete erenlerin sayısına da bağlı değildir. O'nun hesabı görevini yapma, sabretme, bağlılık gösterme ve emredildiği yoldan da dosdoğru gitme derecesine göre tutulur. Bunun ötesinde insanların işi yüce Allah'a kalmıştır. Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir." (En'am Suresi: 39) "Eğer Allah dileseydi onların tümünü doğru yolda biraraya getirirdi." (En'am Suresi: 35) "Ancak işitebilenler çağrıya olumlu cevap verebilirler." (En'am Suresi: 36) Daha önce yüce Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin özgür dileği ile insanların yönelişleri, çabaları arasındaki ilişkiyi yeterli derecede açıklamıştık. Bundan dolayı bu dine çağrı bayraktarlığını üstlenenlerin çağrılarını yönelttikleri kimselerin önerilerine uyarak bu dinin çağrı yönteminin ilâhi karakterini yozlaştırmamaları, söz konusu kimselerin arzuları, keyifleri ve ihtirasları uyarınca bu dini şirin gösterme gayretkeşliğine yanaşmamaları gerekir. Vaktiyle müşrikler, o günün alışkanlıkları ve idrak düzeyleri uyarınca somut mucizeler istiyorlardı. Kur'an-ı Kerim, değişik yerlerinde bize bu durumu anlatıyor. Bu tür ayetlerin bazılarını bu surede okuyoruz ki, başlıca örnekleri şunlardır: "Müşrikler `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' derler." (En'am Suresi: 8) "Müşrikler `Muhammed'e Rabbinden bir mucize gelseydi ya' derler." (En'am Suresi: 37) "Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler." (En'am Suresi: 109) Başka surelerde bu önerilerin çok daha şaşırtıcı örnekleri ile karşılaşıyoruz. Meselâ İsra suresinde bize verilen şu örnek bunlardan biridir. Okuyoruz: "Kâfirler dediler ki; `Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Veya hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahud iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça indirmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir köşkün olmalı, yahut göğe çıkmalısın, ama oradan okuyabileceğimiz bir kitap indiremezsen o yükselişine inanmayız." (İsra Suresi: 90-93) Bu tür önerileri içeren bir başka şaşırtıcı örnek de Furkan suresinde yer alıyor. Okuyoruz: "Kâfirler dediler ki; `Bu ne biçim bir peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer? O'na kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya! Yahud kendisine bir hazine verilseydi ve ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı ya!" (Furkan Suresi: 7) Surenin yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen dolaysız Kur'an direktifi, Peygamberimize ve müminlere, çağrıya muhatap olan insanların istedikleri mucizeleri gösterme arzusuna kapılmayı yasaklıyor. Bilindiği gibi bu konuda Peygamberimize şöyle buyuruluyor: "Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma. Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar." (En'am Suresi: 35-36) Bunun yanısıra müşriklerin eğer kendilerine bir mucize gelirse ona kesinlikle inanacaklarına dair kesin bir dille yemin etmeleri üzerine müminler bu isteklere cevap verme arzusuna kapılınca yüce Allah'ın şu uyarısı ile karşılaştılar: "De ki; `Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir! Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar. Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız." (En'am Suresi: 109-110) Yüce Allah, bu uyarıyı müminlere şunun için yöneltti. Her şeyden önce bilsinler ki, ilâhi mesajı yalanlayanların eksikliğini çektikleri şey gerçeği kanıtlayan mucize ya da kanıttır. Onların eksiği sesleri işitme yeteneğini yitirmeleri, ölü olmaları ve yukarda açıklamaya çalıştığımız hidayet ve sapıklığa ilişkin ilâhi kanuna göre hidayetten pay almamış olmalarıdır. Bunun hemen arkasından müminlerin öğrenecekleri diğer bir ilke de şudur: Bu din yüce Allah'ın değişmez kanunları uyarınca yoluna devam eder ve birtakım öneri heveslilerinin arzularına ve ihtiraslarına boyun eğmekten yüce bir konumdadır, böyle bir uzlaşmacılığa asla tenezzül etmez! Bu bakış açısı bizi bu Kur'an direktifi ile ilgili daha geniş bir alana iletir. Bu direktif belirli bir zaman dilimine, belirli bir olaya özgü olmadığı gibi belirli bir öneriye de bağlı değildir. Zaman değişir, insanların arzuları da başka önerilerde somutlaşabilir. Buna göre yüce Allah'ın dininin çağrı bayraktarlığını üstlenenler insan arzularının baskısı altında gerçekten sapmamalıdırlar. Nitekim günümüzde bazı İslâm dâvetçileri İslâm inancını "teorik bir doktrin"in kalıplarına dökerek yazıya geçirmeye kalkışıyorlar. Bu girişimin altında birtakım insanların önerilerine olumlu karşılık verme gayretkeşliği yatar. Böylece basit yeryüzü kaynaklı düşünce ekollerine özeniyorlar. İnsanlık bu ekollere bir süre için dört elle sarılıyor. Sonra zamanla görülüyor ki, bunların tüm içeriği kusur, saçmalık ve çelişkilerden ibaretmiş. Bazı İslâm dâvetçileri de İslâm düzenini, bir sosyal düzen programının ya da ayrıntılı bir hukuk programının kalıpları için sayfalara dökmeye kalkışırken aynı arzunun baskısı altında kalıyorlar. Bu kimseler İslâm'ın sosyal düzeninden türettikleri bu ayrıntılı sosyal ve hukuki programlar aracılığı ile cahiliye düzeninin İslâm'la ilgisiz problemlerini çözmeye, mevcut şartlarını düzene koymaya kalkışırlar. Çünkü cahiliye zihniyetinin taraftarları "İslâm, sadece bir inançtır, onun pratik hayata ilişkin genel bir düzeni yoktur" diyorlar ya, işte bu çözümler ile onların istekleri karşılanarak gözlerine girilecektir sözde! Oysa onlar cahiliye zihniyetinden kaynaklanan tutumlarını devam ettirerek tağutun, yüce Allah dışı kaynakların yargısına dayanmayı sürdürüyorlar. Yüce Allah'ın şeriatın ı ne uyguluyorlar ve ne de bu şeriatın yargısına teslim oluyorlar. Bütün bunlar onur kırıcı girişimlerdir. Hiç bir müslüman değişken düşünce modalarının arzularına uyayım diye, Allah yoluna çağırma yöntemlerini geliştirme adı altında bu girişimlere başvurmamalı, bu oynak ve sebatsız isteklerin peşine takılmamalıdır. Bundan daha onur kırıcı bir girişim var ki, o da İslâm'a başka kılıklar giydirmek isteyenlerin, ona herhangi bir zaman diliminde geçerli olan yabancı bir sıfata yakıştırmaya kalkışanların girişimidir. Sosyalizm, demokrasi ve benzerleri gibi. Böyleleri İslâmı bu onur kırıcı takdimleri ile ona hizmet ettiklerini sanıyorlar. "Sosyalizm, insan yapısı bir sosyoekonomik doktrindir, doğru ve yanlış olma ihtimallerine açıktır. "Demokrasi" de insan yapısı bir sosyal düzen ya da rejim biçimidir. O da insan yapısı olmanın doğal sonucu olarak doğru da olabilir, yanlış da. İslâm ise inanca dayalı düşünceyi, sosyoekonomik sistemi, yürütme ve örgütlenme sistemini içeren bir yaşama tarzıdır. Allah yapısı olması açısından kusurdan, eksiklikten arınmıştır. Acaba yüce Allah'ın sistemine, kullar katında insan yapısı bir sıfatla aracılık etmek isteyen kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir? Daha doğrusu yüce Allah'a kullar katında kulların sözleri ile aracılık yapmaya girişen kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir? Arapların cahiliye döneminde müşriklerin bütün müşrikliği, bazı yaratıkları yüce Allah ile kendileri arasında aracı olarak tanımaları, onları dost ve dayanak edinmeleridir. Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "Allah'ı bırakıp da putları dost edinenler `Onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' derler." (Zümer Suresi: 3) İşte şirk budur. Peki, bir de şöylelerini düşünelim: Bunlar kendileri ile yüce Allah arasında kullardan aracı tutmuyorlar da kullar katında yüce Allah'a kulların sistemlerinden ya da doktrinlerinden birini aracı olarak tutuyorlar. Aman Allah'ım, ne çirkin ve ne iğrenç bir girişim! İslâm İslâm'dır, sosyalizm sosyalizmdir, demokrasi de demokrasidir. İslâm yüce Allah'ın sistemidir, onun yüce Allah'ın taktığı addan başka bir adı, yüce Allah'ın yakıştırdığı sıfattan başka bir sıfatı yoktur. Diğer ikisi ise insan yapısı, insan deneyimlerinin ürünü birer beşeri sistemdir. İnsanlar İslâmı seçeceklerse bu, ilke uyarınca seçsinler. İnsanları yüce Allah'ın dinine çağırma görevini üstlenen bir müslümanın yüce Allah'ın dinine yararlı olacağını sanarak insanların gelip geçici heveslerini tatmin etmeye kalkışması, değişken düşünce modalarına ayak uydurmaya girişmesi doğru değildir. Üstelik bu dinlerini küçük görenlere, yüce Allah'ın ululuğunu gerektiği gibi anlamamış olanlara soruyoruz. Siz bugün İslâmı insanlara "sosyalizm" ya da "demokrasi" yaftası altında sunuyorsunuz. Çünkü bu iki sistem "çağımızın modalaşmış iki sosyal ve politik akımıdır. Peki bir zamanlar da insanlar tarafından en çok tutulan sistem "kapitalizm" idi, bu sisteme tutunarak derebeylik (feodalite) düzeninden çıkıyorlardı. Başka bir zamanlarda gözde olan moda sistem monarşi (mutlakiyet) rejimi idi. Çünkü bu sistem sayesinde dağınık eyaletler bir bayrak ve tek otorite altında birleştirilebiliyordu. Meselâ Bismark dönemi Almanya'sı ile Mazzini dönemi İtalya'sında olduğu gibi. Kim bilir yarının moda sistemleri, tutulan sosyo-ekonomik sistemleri, gözde kul-işi rejimleri neler olacak? Acaba bu modaya ayak uydurmaya çalışanlar yarın İslâmı insanlara sempatik gelecek bir kılık içinde sunma gayretkeşliği uğruna İslâmdan ne ad altında söz edecekler, onun hakkında nasıl konuşacaklar? İşte gerek incelemekte olduğumuz yukardaki ayetler ve gerekse Kur'an'ın diğer ayetlerinin direktifi bütün bu söylediklerimizi içerir. Bu direktif çağrı bayraktarının dinini yüksekte tutmasını, şunun bunun önerilerine cevap verme gayretkeşliğine kapılmamasını, başka bir isimle veya başka bir yafta ile onu süslemeye kalkışmamasını, insanlara onu tanıtırken kendi yönteminden, kendi üslubundan başka bir yöntem ve üslup kullanmamasını istiyor. Yüce Allah'ın varlıklara ihtiyacı yoktur. Kulluğu sırf Allah'ın tekelinde görerek, O'nun dışındaki her şeyin kulluğundan sıyrılarak bu dini kabul etmeyenlere bu dinin ihtiyacı yoktur. Tıpkı yüce Allah'ın ne itaatkârlara ve ne de asilere ihtiyacı olmadığı gibi. Bir de şunu unutmamak gerekir. Bu din, yüce Allah'ın insanlar tarafından benimsenmesini istediği ilkeleri ve özellikleri bakımından orijinal olduğu gibi uygulama yöntemi ve insan fıtratına hitap etme üslubu bakımından da orijinaldir, kendine özgü bir kimliğe sahiptir. Bu dini bu ilkeleri ile, bu özellikleri ile, bu uygulama yöntemi ve bu üslubu ile yeryüzüne indiren, insanı yaratan ve onun iç dünyasında ne gibi duyguların cirit attığını bilen yüce Allah'tır. İncelemekte olduğumuz bu ayetler grubunda Kur'an'ın insan fıtratına asıl hitap ettiğini somutlaştıran bir örnek vardır. Bu örnek birçok benzerinin sadece bir tanesidir. Bu örnekte insan fıtratı ile evrensel varlık arasında bağ kuruluyor, evrensel mesajlar insan fıtratına yansıtılıyor, insan varlığı bu mesajları algılasın diye uyandırılmaya çalışılıyor. Çünkü yüce Allah, eğer bu mesaj insan fıtratının derinliklerine güçlü bir frekansla ulaşırsa fıtratın ona da karşılık vereceğini iyi biliyor. Nitekim O bize "Ancak işitebilenler çağrıya olumlu karşılık verirler." buyuruyor. Bu ayetler grubunda karşılaştığımız örnek şudur: "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden yoksundur." Bu ayette önce yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanların, onlara karşı çıkanların ve kendi kuşakları tarafından görülüp sona erecek nitelikte somut mucize isteyenlerin sözleri naklediliyor. Arkasından kalblerine oturacak etkinlikte bir üslupla bu önerilerinin gerisinde ne olduğu, eğer bu önerileri kabul edilse arkasından ne geleceği açıklanıyor. Arkasından gelecek olan akibet kıskıvrak yakalanma ve toplu-kırıma uğramadır. Yüce Allah'ın mucize göndermeye gücü yeterlidir. Fakat onun gönderilmemesini gerektiren faktör, O'nun kullarına yönelik merhametidir; bu öneriye olumlu karşılık vermemesi O'nun hikmetinden kaynaklanıyor. |