Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR Yüce Allah'ın zalimleri bilmesi münasebetiyle ve "ilâhlık gerçeği"nin açıklamasına yeniden dönülmesi esnasında bu gerçek, derin ve önemli bir alanda belirginleşmektedir. Gizli, gayb alanında ve yüce Allah'ın bu gaybı bütünüyle kuşatmış bilgisinde ortaya çıkmaktadır bu gerçek. Bu bilginin eşsiz bir tablosu çizilmektedir. Uzaktan bu bilginin boyutlarına ve ufuklarına işaret eden uzun menzilli oklar gönderilmektedir: 59- Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Bu, yüce Allah'ın kapsamlı, her şeyi kuşatıcı ilminin bir tablosudur. Zaman ve mekanda, yerde ve gökte, karada ve denizde, yerin altında ve gök tabakalarında diri, ölü, kuru ve yaş hiçbir şey bu bilgiden kaçmaz. Ancak bizim -insan olarak bilinen üslûbumuzla- söylediklerimiz nerede, Kur'an'ın bu olağanüstü ahengi nerede? Yalnızca ezbere söz söylemekten ibaret ifademiz nerede, şu derin olduğu kadar gönüllere ilham akıtan tasvir nerede? İnsan hayalı, bu kısacık ayetin ötesine geçip bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen aleme kanatlanıyor. Uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde ve görünen evrenin sınırlarının ötesinde adım adım Allah'ın ilmini izliyor. Her vadide, her derede çeşitli tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmağa çalışıyor. Oysa bilinmezliklerin anahtarı yüce Allah'ın katındadır, O'ndan başkası bilemez. Bütünüyle Allah'ın bilgisine açık karanın bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor insan hayalı. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Orada, burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir yüce Allah. Yerin derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah'ın gözünden kaçmaz. İçindeki hiçbir şeyin Allah'ın kuşatıcı bilgisinin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız evrende yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir. Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir. Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir bu gezintinin. Hayal, bu gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten aciz kalıyor. İşte böyle birkaç kelimede bu derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı çizilmektedir bu tablo. Dikkat edin, bu bir mucizedir! Ne yönden bakarsak bakalım, şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz. Konusu açısından baktığımızda, bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını daha karşılaşır karşılaşmaz, duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesi böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu araştırdığı zaman, böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta; ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesine dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da. Kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir. İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş her tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği toprağın altına bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği, elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş, kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden ancak yüce yaratıcıdır. İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gizlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden, mülkün sahibidir. Mülkünden hiçbir şey bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de büyük gibidir ve basit önemli biridir. Örtülü olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır. Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş, kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit üstün, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir. Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım? Kur'an'da yer alan bu ve benzeri ayetler bile bu yüce kitabın kaynağını bilmek için yeterlidir. İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır. "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir." Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmezlik"teki uzaklık ufuklar ve dipsizlik... "Karada ve denizde olanı bilir." Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri; aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik perdeli gayb alemine uygun düşmektedir. "O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez." Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi... "Yerin karanlıklarında olan tane..." Dipten yüzeye, gizlilikten ve sessizlikten, patlamaya ve serbestliğe doğuş ve gelişim hareketi... "Yaş, kuru her şey apaçık kitaptadır." Kapsamlı bir genelleme... genel anlamda her canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır. Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir? GAYB NEDİR? Şimdi de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım: "Gaybın anahtarları O'nun katındadır. O'ndan başka kimse bilemez onu." "Gayb", "anahtarları" ve bunlara ilişkin "bilgi"nin yüce Allah'a özgü oluşu konusu üzerinde birkaç söz söylemek için duruyoruz. Bunun nedeni "gayb" olgusunun, İslâm inancının temel bir ilkesi ve imanın başlıca kuralıdır. Bir de "gayb" (görünmez) ve gaybiyet (görünmezlik) kelimesinin, materyalizmin ortaya çıkışından sonra son günlerde çokca savsaklanması ve "Bilim" ve "Bilimsellik" kelimelerine karşıt gibi gösterilmesinden ötürü üzerinde durmamız gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim, anahtarlarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği, bir "gayb alemi"nin olduğunu bildirmektedir. Ayrıca insana bu konuda çok sınırlı bir bilginin verildiğini belirtmektedir. Bu az bilgi de insana, yüce Allah'ın bildiği insanın gücü ve ihtiyacı oranında verilmiştir. Buna göre insanlar yüce Allah'ın kendilerine verdiği bilginin ötesinde zandan başka hiçbir şey bilemezler. Zan ise, hakka göre hiçbir şey ifade etmemektedir. Ayrıca yüce Allah, bu evreni yarattığını, onu değişmez bir kanuna dayandırdığını, insan ilminin bu kanunların bir kısmını araştırıp kavrayabileceğini, gücü ve ihtiyacı oranında bu kanunlara göre hareket edebileceğini ve Rabbinin katından gelen şeyin gerçek olduğuna olan inancını arttıracak ve pekiştirecek şekilde iç ve dış dünyada bu kanunlardan bir kısmını ortaya çıkarabileceğini bildirmektedir. Ancak bu ortaya çıkarma olayı, insanın bilmediği "gayb" gerçeğine ilişkin yüce Allah'ın değişmez kanunlarının ihlâli anlamına gelmez. Çünkü bu hep "gayb" olarak kalacaktır. Ayrıca bu durum, yüce Allah'ın iradesinin serbestliğine ve her şeyin Allah'a özgü gaybi bir kader uyarınca meydana gelişi gerçeğine de ters düşmez. İslâm inancındaki ve bu inancın gerçeklerinden meydana gelen müslümanın düşüncesindeki uyuma denk bir şekilde yokdan var olup, varlıklar arasında görülür. Çok yönlü birbirleriyle uyum içinde olan eksiksiz bu gerçeklerin tümü, -bu tefsire- elimizden geldiğince özet olarak bir açıklama yapmamızı gerektirmektedir. Ayrıca sözlerimiz bu tefsirde uyduğumuz metodun sınırlarının dışına çıkmamalıdır. Yüce Allah, Kur'an'ın birçok yerinde müminleri "gayba" inanan kişiler olarak nitelendirmektedir. Böylece bu sıfatı imanın temellerinden biri saymaktadır: "Elif-Lam-Mim. Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine (gayba) inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen bidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (Bakara Suresi: 1-5) Allah'a inanmak da bizzat görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü insana göre, yüce Allah'ın zatı bir gaybtır. O'na inandıkları zaman görmeden inanıyorlar. Fiillerinin etkilerini görüyorlar sadece, yoksa ne zatını ne de yaptıklarının mahiyetini kavrıyorlar. Ahiret gününe inanmak da aynı şekilde görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü kıyamet, insana göre bir gaybtır. Ondan sonra meydana gelecek yeniden dirilme, hesap, mükâfat ve ceza Allah'ın anlattıklarını doğrulamak için müminlerin inandıkları birer gaybtır. Ancak onu doğrulamakla imanın gerçekleşebileceği gayb olayı, Kur'an-ı Kerim'in müminlerin pratik durumunu ve kapsamlı inançlarını söz konusu ederken, anlattığı başka gerçekleri de içermektedir! "Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır" dediler." (Bakara Suresi: 285) Bu ayette peygamberin (Allah'ın selâmı üzerine olsun), aynı şekilde müminlerin hep birlikte Allah'a inandıklarını -ki bu bir gaybdır- Allah'ın peygamberine indirdiklerine inandıklarını görüyoruz. Yüce Allah, peygamberini, kendisine indirdiği kitapta gaybın bir kısmından haberdar etmektedir. Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyeni kimseye göstermez. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır." (Cin Suresi: 26-27) Peygamberin ve müminlerin meleklere inanmaları da bir gaybdır. Çünkü insan gücü ve ihtiyacı oranında, yüce Allah'ın melekler hakkında bildirdiklerinden başka bir şey bilmez. (Bu cüzde "Melekler" konusuna bkz.) Doğrulamayınca imanın varlığından söz edilemeyecek olan bir gayb daha kalıyor. O da, Allah'ın kaderidir! İman hadisinde sözü edildiği gibi, meydana gelmediği sürece bu konuda insan hiçbir şey bilemez. "Kadere, iyilik ve kötülüğün O'ndan olduğuna..." (Buhari, Müslim) Bununla beraber varlıklar aleminde insanı her yönden bir görülmezlik, bir gayb kuşatmıştır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek bir gaybtır. İnsan için, insan bünyesi gaybtır. Çevresindeki tüm evren gaybtır. Evrenin oluşumu, hareket çizgisi, tabiat ve hareketleri gaybtır. Hayatın meydana gelişi, hareket çizgisi, tabiatı ve hareketleri gaybtır. İnsanın bilmediğinde, aynı şekilde bildiğinde de hep bir gayb mevcuttur. İnsan bir bilinmezlik denizinde yüzmektedir. Değil çevresindeki ve tüm evrenin yapısında olup bitenleri bilmek, çevresindeki evrende, her atomda, atomdaki her elektronda, her hücrede ve hücrenin her dokusunda olacakları bilmek, bizzat içinde bulunduğu durumu ve kendi içinde olup bitenleri bile bilemez. Büsbütün gayb! Her taraf bilinmezlikle dolu! Kısa görüşlü zavallı insanın aklı, bilinmezlik denizinde yüzmektedir. İnsan, şu koca denizde bir belirti olarak şurada, burada beliren buzul adacıklarına sığınmaktadır yalnızca. Allah'ın yardımı olmasaydı, tüm evreni emrine verip bazı kanunlarını öğretmemiş olsaydı, hiçbir şey yapamayacaktı. Buna rağmen şükretmiyor insan. "Kullarımdan şükredenler çok azdır." (Sebe Suresi: 13) Hatta son zamanlarda insan, yüce Allah'ın evrensel kanunlardan bir kısmını kendisine göstermesinden ve kendisine verdiği az bilgiden dolayı büyüklenmektedir. Büyüklenmekte ve kimi zaman "insan tek başına ayaktadır" iddiasını ileri sürebilmektedir. İnsanın kendisine yardım edecek bir tanrıya ihtiyaç duymadığını söylemektedir. Evet insan büyüklenmekte ve "Bilim"in "Gayb"a (görülmeze), düşüncedeki "Bilimselliğin" de "Gaybiyet"e (görülmezliğe) karşıt olduğunu sanmakta ve "Bilim"le "Gayb"ın uyuşamayacağını iddia etmektedir. Aynen bilimsel mantıkla gayb mantığının uyuşamayacağını iddia ettiği gibi. GAYBA GÖRE BİLİMİN KONUMU "Gayb"a göre "bilim"in konumu nedir, buna bir göz atalım. İnsanın sınırlı bilgisi hakkında kesin hükmü bildiren, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde düşündükten sonra, bizzat insanoğullarından kimi bilginlerin araştırmalarına ve söylediklerine bir bakalım: "Size çok azı dışında bilgi verilmemiştir." (İsra Suresi: 85) "Onlar zandan ve nefislerinin arzusundan başkasına uymazlar. Oysa Rabblerinden onlara hidayet gelmiştir." (Necm Suresi: 29) Aşağıdaki ayet gaybın (görülmezliğin), bütünüyle Allah'ın bilgisince kuşatıldığını göstermektedir: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bilemez." (En'am Suresi: 59) Bu ayet de, gaybı bilenin aynı zamanda her şeyi de gördüğünü belirtmektedir. "Yoksa gaybın bilgisi onun katında mı ki görüyor? (Necm Suresi: 35) Ne kastedildiği bizzat sorunun içindedir. İnsanoğlunun bilginlerinin araştırma ve sözlerinden yola çıkarak `gayba" göre "bilim"in konumuna bir göz atalım. Ancak amacımız bu konuda yüce Allah'ın kesin sözünü, bunların dedikleriyle doğrulamak değildir. -Bir müminin yüce Allah'ın sözünü insanların sözleriyle tasdik etmeye kalkışması düşünülemez.- Fakat biz, bunlara "Bilim", "Gayb", "Bilimsellik", "Gaybilik" kavramlarını geveleyenleri doğruluğuna inandıkları insanların sözleriyle muhakeme etmek için göz atıyoruz. Böylece kendi çağlarında yaşayabilmek, çağın akılcılığından ve deneyimlerinin sonuçlarından geri kalmamak için, "kültür" ve "bilgi" edinmeleri gerektiğini öğrenmiş olurlar. Bizzat insanın araştırması, bilgi ve deneyimleri sonucu tek bilimsel gerçeğin "gayb" olduğunu anlarlar. Son deneyim ve sonuçlarının ışığında "Bilimselliğin" tamamıyla "Gaybilikle" eş anlamlı olduğunu görürler. "Gaybilik"in karşıtına gelince o da "bilgisizlik"tir. Onyedinci, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yaşanmış ve fakat yirminci yüzyılda yaşanmaması gereken bilgisizlik... Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı "gerçek"lerden özetle şöyle söz etmektedir: "Bilimler deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla beraber değerlendirmesinde, nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten uzak olduğu oranda insanın hayal ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel sonuçlar bu sınırlar içinde kabul görmektedir. Oysa bu haliyle nitelendirme ve bilgi açısından sayıların alanıyla sınırlanmış oluyor. İhtimallerle başlayıp, ihtimallerle sonuçlanıyor. Hiçbir zaman kesinlik ifade etmemiş oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık sonuçlardır. Her zaman için ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü, sonuçlarda olabilen muhtemel yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde değişime uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat kanunlarından birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin şöyle dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçlardır." Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık bırakıyor." Bu sözler, bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm sonuçların gerçek mahiyetini özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri, hatta öncesizlik ve sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu sonuçlara ulaşmaya çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar, insanın mührünü taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak, yanlış ve doğruya ve iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine benzer özelliklere açık olacaktır. Bununla beraber insanın herhangi bir sonuca varmak için başvurduğu yöntemler, deney ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu sonucu karşılaştırma yoluyla genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim adamlarının itiraflarıyla; karşılaştırma, tahmini sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir zaman kesin ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, -bu ise, deney ve üzerinde deney yapılan şeyden elde edilen sonucu her zaman ve koşuldaki benzerine uygulatma anlamında araştırmadır.- İnsan için o kadar kolay bir yöntem değildir. Sadece kesin sonuçlara ulaştıran yöntemlerden bir tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve açıklaması Olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir yel olma vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında insanın tüm bilgisi, hiçbir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi olarak kalacaktır. Bununla beraber insan, ulaştığı bu zanna dayalı bilgilerinin ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır. Çevresindeki bu evren... Evet insan halâ çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu, mahiyeti, hareketleri; "zaman" ve mahiyeti, "mekân" ve onun "zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her şeyin "zaman" ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar geliştirip durmaktadır. Şayet evrende "fikir" ve genel anlamda "enerji"nin mahiyetinden farklı bir mahiyete sahipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl oluşmuştur? Ne tür bir mahiyete sahiptir? Hareket çizgisi nasıldır? Kendisini etkileyen unsurlar nelerdir? Şu `maddi' varlıkla ne tür bir ilişkisi vardır? `İnsanın kendisi nedir? Onu `madde'den farklı kılan nedir? Geri kalan canlılardan ne gibi bir ayrıcalığa sahiptir? Şu yeryüzüne nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık kazandıran ve onun sayesinde başka şeyler üzerinde tasarruf yetkisine sahip olduğu `akıl' nedir? Öldükten ve yok olduktan sonra ne olacaktır? Bizzat insanın bünyesinde her an olup biten analizler ve bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor? Tüm bunlar `gayb'ın alanıdır. Bilim ise kenarında durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da olsa, kimi zaman içine dalacak gibi oluyor sadece. Her ne kadar ileri sürülen görüşler, varsayım ve ihtimallerden öteye geçmiyorsa... Bu çağda çok azı dışında bilimin bizzat ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve Allah'dan başka kimsenin bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm, ahiret, hesap ve ceza konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir an için tüm bunları bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki `gayb' yeterlidir. Bu gayb karşısında bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demogojiyi bilgiye, büyüklenmeyi samimiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan kaçınmaz. Bazı örnekler verelim: 1- Evrenin temel yapısı ve gidiş tarzı hakkında modern bilimin dediğine göre, evrenin yapısının temelini atom oluşturmaktadır. Ancak alemin yapısındaki en küçük birim atom değildir. O da protonlardan (pozitif elektriksel enerji), elektrondan (negatif elektriksel enerji) ve nötronlardan (yüksüz pozitif ve negatif elektriksel enerjiyi eşit miktarda içeren nötr tarafsız enerji) meydana gelmektedir. Atom parçalanınca elektrikler (elektronlar) dağılır. Ancak laboratuarda her zaman kesin ve uyumlu bir hareket sergilemezler. Kimi zaman ışık dalgaları kimi zaman da mermi gibi hareket ederler. Hareketleri önceden belirlenemez. Aksine hiçbir zaman kesin olmayan başka bir kanuna uyarlar. O da ihtimaller kanunudur. Atomun hareket tarzı budur. Parçalar şeklinde atomlardan meydana gelen gruplar da bu şekilde hareket ederler. İngiliz doğa bilimci ve matematikçi Sir James Jains şöyle der: "Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın başlangıcından sonuna kadar sebep ve sonuç arasındaki sürekli zincirleme doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A) durumundan sonra (B) durumunun gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise, şu ana kadar söyleyebildiği tek şey, (A) durumundan sonra (B) durumunun ya da (C) durumunun veya (D) durumunun veyahut bunlardan başka bir durumunun meydana gelebileceğidir. Evet şunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemel-dir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak, hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez. Çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların gerçek mahiyeti ne olursa olsun." Şayet insan bilgisinin deneyimlerinin ulaştığı ve evren ve atomlarının içinde, eşiğinde durduğu nokta bu olmasaydı `gayb' ve insan bilgisine kapalı Allah'ın kaderi ne olacaktı? Bu duruma radyum atomlarının ışınlanarak kurşun ve helyuma dönüşmesi örnek verilmektedir. Bu, tamamen bilinmez bir kadere, örtülü bir `gayb'a göre meydana gelmektedir. İnsan bilgisi bunun ötesine geçemiyor. "Daha iyi açığa kavuşması için somut bir örnek verelim: Bilindiği gibi radyum atomları ve ondan başka ışınlama yeteneğine sahip elementler sırf zamanın geçmesiyle parçalanırlar. Geride kurşun ve helyum atomları kalır. Bu nedenle radyum kütlesi sürekli hacmini kaybeder ve zamanla yerini kurşun ve helyuma bırakır. Bu dengeli eksilmeye hükmeden genel kanunsa, son derece garip bir kanundur. Buna göre radyum atomları, sadece doğum olmadığı ve nüfusun tümü yaşlılıktan kaynaklanmayan tek bir ölümle yüzyüze kaldığı zaman insanların yok olması gibi eksilirler. Ya da aralarında hiç kimsenin kendi isteğiyle katılmadığı bir bölük askerin yok olacağı ateş hattına sürülmesi gibi yok olurlar. Kısacası bir radyum atomu üzerinde yaşlılığın hiçbir etkisi söz konusu değildir. Yani radyum atomu hayattan payını aldığı için ölmez. Aksine ölüm kendisine tesadüfen isabet ettiği için ölmüştür." (Sir James Jains böyle söylüyor. Deneyimlerin ve tabiatın açık vasfının doğurduğu bilimsel sonuçlar çıkarıyoruz sözlerinden. Ancak kullandığı "tesadüfen isabet etme" deyimi, bizi ilgilendirmez. Çünkü biz biliyoruz ki o, süresini doldurmuştur ve ölüm ona, Allah'ın takdiri ve hikmeti uyarınca gelmiştir. Ve yine biliyoruz ki; her ecel önceden tayin edilmiştir. Bu noktada bir radyum atomu ile herhangi bir canlı arasında hiçbir fark yoktur. İnsanlar da bu şekilde gözlere görünmeyen ecelin dolması sonucu ölürler.) "Bu gerçeği açıklamak için somut bir örnek verecek olursak şöyle söyleriz: Diyelim ki odamızda 2000 tane radyum atomu vardır. Bilim bir sene sonra bunlardan kaç tanesinin aktif kalacağını söyleyemez. Olsa olsa geri kalanlara tercih edilebilecek ihtimalleri sıralayabilir, 2000 veya 1999 ya da 1998 gibi. Sayısının 1999 olması, olabilecek en yakın ihtimaldir. Yani en çok tercih edilen ihtimale göre, gelecek yıl içinde 2000 atomdan sadece bir tanesi yok olacaktır. 2000 atom içinde bu belli atomun hangi yöntemle seçildiğini kavrayamıyoruz. İşin başında bu atomun diğerlerinden daha çok bir çarpışmaya uğrayacağını ya da daha sıcak bir ortama girebileceğini yahut gelecek yıl içinde bu ikisinin dışında bir olayla karşılaşabileceğini varsayabiliriz. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman doğru olmayacaktır. Çünkü şayet bir tek atomun çarpışmaya uğraması ya da sıcak bir ortama girmesi sonucu yok olması mümkün oluyorsa, geri kalan 1999 atomun da parçalanması mümkündür. O halde basınç ya da ısı uygulama sonucu, radyum atomunu parçalamak konusunda acele edebiliriz. Ancak doğa bilimcilerden her biri bunun mümkün olmadığını bildirmektedir. Aksine her yıl 2000 tane radyum atomunun içinde sadece bir tane atoma ölümün isabet ettiğine ve onu parçalanmaya zorladığına inanmaktadır." İşte 1903 yılında "Ruderford" ve "Sdey"nın ortaya attıkları kendiliğinden parçalanma teorisi budur. O halde kendisinin ve başkasının isteği dışında, kendisinden ve başkasından bir bilgi olmaksızın atomun radyasyon yaymasını sağlayan görünmez kader bu değilse nedir? Kuşkusuz bunları söyleyen adam, insanların göremediği ilâhi kaderi ispat etmek isteğinde değildir. Aksine bizzat insan bilgisinin vardığı sonuçların baskısından kaçma çabasındadır. Ancak `gayb' gerçeği onu, gördüğümüz gibi konuşmak zorunda bırakmaktadır. 2- Nasıl ki `gayb' gerçeği evrenin yapısının, temelinin ve hareketlerinin açıklanması konusunda bir zorunluluksa, aynı şekilde insan bilgisinin ulaştığı aynı güçle hayatın ortaya çıkışı ve hareketleri konusunda da bir zorunluluktur. Almanya Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden biyolog ve botanikçi Russel Charles Ernest şöyle der: "Cansızlar aleminden hayatın nasıl meydana geldiğine ilişkin birçok teoriler geliştirilmiştir. Kimi araştırmacılar hayatın proteinden ya da virüsden yahut proteinin büyük parçalarının biraraya gelmesinden meydana geldiği sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemini bölen boşluğu kapattığını düşünebilir. Ancak kabul etmek zorunda olduğumuz realite gösteriyor ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için harcanan tüm çabalar, beklenmeyen bir başarısızlık ve bozgunla sonuçlanmıştır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sonradan meydana gelen alemin, atomların ya da parçaların rastlantı sonucu biraraya gelmesinden oluştuğuna ilişkin doğrudan bir kanıt ileri süremez. Canlı hücrede gördüğümüz şekilde hayatın ortaya çıkışını, korunmasını ve yönlendirilmesini bu şekilde izah edemez. Kişi hayatın ortaya çıkmasına ilişkin bu yorumu kabul etmekte serbesttir. Bu onu ilgilendiren bir şeydir. Ancak bunu kabul ettiği zaman, Allah'ın varlığına, her şeyi yaratıp yönlendirdiğine inanmanın akla getirdiği zorlukların ve çaresizliklerin çok daha şiddetlisini yaşayacaktır. Canlı hücrelerden herbirinin son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğuna bu yüzden anlaşılmasının oldukça güç olduğuna inanıyorum. Yeryüzünde bulunan milyarlarca canlı hücre Allah'ın gücüne, düşünce ve mantığa dayalı bir şahitlik yapmaktadırlar. Bu yüzden ben Allah'ın varlığına bütün içtenliğimle inanıyorum." Bu şahitlikten bizi ilgilendiren evrenin oluşumu ve hareketleri gibi hayat sırrının ve oluşumunun da Allah'ın bilgisince kuşatılmış gaybın kapsamına girdiği gerçeğidir. Bu konuda ihtimaller ileri sürmekten başka insanın elinden bir şey gelmez. Kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor. "Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasını onlara göstermedim." (Kehf Suresi: 51) 3- İnsana ulaşmak için daha geniş bir adım atıyoruz. Erkeğin bir atımlık menisinde yaklaşık olarak 60.000.000 (altmış milyon) sperm yer almaktadır. Hepsi de kadının rahmindeki yumurtalığa döllenmek için hızla atılırlar. Hangisinin ileriye geçip yumurtacıkta döllendiğini hiç kimse bilemez. İşte bu `gayb'dır. Ya da aralarında bu işte bir rol sahibi olan kadın ve erkekde olmak üzere hakkında insanların hiçbir şey bilmediği Allah'ın görünmez kaderidir. Sonra altmış milyon spermi geride bırakan tek sperm, birlikte döllenmiş hücreyi oluşturmak için yumurta ile birleşir. İşte cenin bundan meydana gelmektedir. Yumurtalıktaki kromozomların tümü, dişi olmakla beraber, sperm kromozomlarının bir kısmı erkek bir kısmı da dişidir. Yumurtalığa giren erkek ya da dişi kromozomların sayısı -erkek veya dişi olması bakımından- ceninin durumunu belirler. Bu da yüce Allah'ın görünmez kaderine göre meydana gelmektedir. Bu konuda insan herhangi bir bilgiye sahip olmadığı gibi hiçbir şekilde müdahalede bulunma gücüne de sahip değildir. Ceninin anne ve babası da farklı bir konuma sahip değildir. "Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir, yücelerin yücesi büyük Allah." (Ra'd Suresi: 8-9) "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk verir. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir her şeye gücü yetendir." (Şura Suresi; 49-50) "Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?" (Zümer Suresi: 6) İşte bu, insan `bilgi'sinin kapısında durduğu ve yirminci yüzyılda karşı karşıya kaldığı `gayb' gerçeğidir. Oysa geçmiş asırlarda yaşayan bazı kimseler `gaybilik'in `bilimsellik'e aykırı olduğunu iddia ediyorlardı. Bilimsel mantıkla yaşamak isteyen toplumların, `gayb' mantığından kurtulmalarının gerektiğini söylüyorlardı. Ama işte bakınız bizzat insan bilgisi, yirminci yüzyıl bilim ne diyor: Ulaşılan tüm sonuçlar ihtimallerden ibarettir. Ortada kesin ve içinde kuşku bulunmayan tek gerçek "gayb"dır. Gayb gerçeği hakkındaki bu kısa ve toplu değerlendirmemizi burada kesmeden önce İslâm inancında, İslâm düşüncesinde ve İslâm mantığında gayb gerçeğinin mahiyeti hakkında birkaç söz söylememiz yararlı olacaktır. İslâm düşüncesini ve İslâm mantığını oluşturan İslâm inancının kaynağı olan Kur'an, ortada bir görülen bir de görülmeyen alemin varlığından söz etmektedir. O halde insanı kuşatan her şey, görülmezlikten ibaret değildir. Aynı şekilde insanın sürekli ilişki içinde olduğu evrensel kanunlar, büsbütün bilinmezlik değildir. Kuşkusuz bu evrenin değişmez kanunları vardır. İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini yerine getirmek için, gücü ve ihtiyacı oranında kendisine gerekli olacak kadarını öğrenebilir bu kanunların. Kuşkusuz yüce Allah, insana evrensel kanunların bir kısmını öğrenmek ve halifelik görevini yerine getirmek, yeryüzünü imar etmek, hayatı ilerletmek, yeryüzünün zenginlik kaynaklarından, rızıklarından ve enerji kaynaklarından yararlanmak için bu kanunlar uyarınca, evrensel kanunları egemenliğine alma gücünü vermiştir. Tüm genelliğiyle bu değişmez kanunların yanında, yüce Allah'ın serbest iradesi vardır. Her ne kadar bu kanunları kendisi koymuşsa da hiçbir zaman bu kanunlar O'nun dilemesini bağlayamaz. Uygulanan bu kanunların her defasında O'nun öngördüğü şekilde uygulandığı Allah'ın kaderi vardır. Dolayısıyla bu kanunlar, otomatik birer unsur değildirler. Allah'ın koyduğu kural uyarınca hareket etséler de, tüm hareketlerine Allah'ın kaderi egemendir. Her defasında bu kanunların kendisine uygun olarak hareket ettiği kaderde, hiç kimsenin hakkında kesin olarak bir şey bilemediği `gayb'ın kapsamındadır. Bu konuda insanların ileri sürdükleri tüm bilgiler, `zan' ve `ihtimaller'den ileri gidemez. Bu, aynı zamanda insan bilgisinin kabul ettiği bir husustur da. Kuşkusuz, an gibi kısa bir zaman diliminde insan bünyesinde milyarlarca operasyon meydana gelmektedir. Kendi bünyesinde olup bitmesine rağmen tüm bunlar, insan için birer gaybdırlar. Aynı şekilde çevresindeki evrende de bunun gibi milyarlarca operasyon gerçekleşmektedir. Bunlar da tıpkı diğerleri gibi insanın, hakkında hiçbir şey bilmediği `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Bazısı insanlar tarafından bilinen ve yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek için düzenli ve bilimsel bir şekilde yararlandığı değişmez kanunların varlığına rağmen `gayb', insanın ve evrenin geçmişini, bugününü ve geleceğini kuşatmıştır. Kuşkusuz insan, kendi isteğinin dışında ve ne zaman geleceğini bilmeden bu dünyaya. gelmektedir. Aynı şekilde kendi isteğinin dışında ve ne zaman gideceğini bilmeden gitmektedir. Bu durum her canlı için geçerlidir. Ne kadar bilirse bilsin, neler öğrenirse öğrensin, bu realiteden hiçbir şey değiştirmeyecektir. "İslâm rasyonalizmi", `bilimsel gaybi' bir rasyonalizmdir. Çünkü `bilim' ve `realite'nin şahitliğiyle `gaybi'lik, `bilimsel'liğin ta kendisidir. Gayb gerçeğini inkâr etmeye gelince bu, bilgiçlik taslayanların içinde yüzdükleri bir bilgisizliktir. Kuşkusuz "İslâm rasyonalizmi", anahtarlarını yüce Allah'dan başka kimsenin bilemediği gizli gayb'a inanmayı ve değişmez evrensel kanunların varlığını kabul etmeyi bünyesinde toplamıştır. İnsanın yeryüzündeki hayatı için lâzım olacak kadarını bilmek ve değişmez temelleri uyarınca ilişkide bulunmak mümkündür bu kanunlarla. Müslüman kendi sınırları içinde insan bilgisini görmezlikten gelmez. Aynı şekilde, ortada yüce Allah'ın dilediği kimseye dilediği kadarını öğretmesinin dışında hiç kimsenin bilemediği bir gayb aleminin olduğuna ilişkin realist gerçeği de kavramaktan geri durmaz. Gayb'a iman, kişiyi, duyularının algıladığından başkasını algılayamayan hayvanlık derecesinden alıp, varlık aleminin, duyuların ya da duyu organlarının bir uzantısından başka bir şey olamayan teknolojik araçların algılayabildiği şu küçücük ve sınırlı mekandan çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu algılayan insanlık düzeyine çıkartan bir merdiven konumundadır. Kuşkusuz bu, insanın, varlığın tümüne, kendi varlığı, varlığın bünyesindeki sınırsız güç kaynaklarına, evrenin algılanmasına ve evrenin ötesindeki güç ve planı kavramasına ilişkin düşüncesinde derin etkileri bulunan bir değişimdir. Nitekim bu değişimin, insanın yeryüzündeki hayatında da derin etkileri söz konusudur. Kuşkusuz küçük bir ortamda yaşayıp duyu organlarıyla algılayan, kocaman evrende yaşayıp her şeyi ortada ve gözleriyle gören, evrenin katmanları arasından ve derinlilerinden gelen sesleri ve ilhamları algılayan, kısa ve sınırlı ömründe aklının aldıklarının zaman ve mekân içinde çok daha boyutlu olduğunun bilincinde olan, görüleni ve görülmeyeni ile birlikte evrenin ötesinde evrenden çok daha büyük bir gerçeğin varlığından haberdar olan, evrenin bu gerçekten kaynaklandığını, varlığını ondan aldığını ve bu gerçeğin, gözlerin göremediği, akılların kavrayamadığı yüce ilâhlık makamı olduğunu bilen birisi gibi olamaz. ..."Gayb'e (görünmeyene) inanmak, insanın, hayvanlar alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayırımı konumundadır. Fakat günümüzün materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı, duyu organlarının' algıladıkları dışında, hiçbir varlığın onaylanmadığı hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne `ilericilik' adını veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten koruyarak, `görünmeyene inanmak' sıfatın ı onların ayırıcı niteliklerinden biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamd olsun. Ve yine tersine gidenler ile baş aşağı dönenlere yazıklar olsun." `Gaybilik' ve `Bilimsellik'ten söz edenler bir de `tarihsel determinizm'den söz etmektedirler. Sanki tüm gelecekten eminmişler gibi. Oysa çağdaş bilim, "ihtimaller"den söz etmektedir, `kesin sonuçlar'dan değil. `Kesin zorunluluk'lardan söz edenlerden biri de Marx'tı. Peki günümüzde Marx'ın haber verdiği `determinizm' nerede? Marx, sanayileşmenin zirvesine ulaşması ve dolayısıyla kapitalizmin zirveye yerleşmesi, öte taraftan işçilerin gittikçe yoksullaşmaları sonucu kaçınılmaz olarak komünizmin İngiltere'de gerçekleşeceğini haber vermişti. Ancak komünizm sanayi bakımından en çok, geri kalmış uluslarda; Rusya Çin ve benzeri yerlerde kurulabildi. Fakat sanayileşmiş ileri ülkelerde hiçbir zaman gerçekleşemedi. Lenin ve Stalin, Kapitalist dünya ile Komünist dünya arasında zorunlu bir savaştan haber vermişlerdi. Oysa halefleri Kruşçef `barış içinde yaşam' bayrağını yükseltmektedir. Biz zorunluluklardan söz eden bütün kehanetleri uzun uzadıya anlatacak değiliz. Çünkü üzerinde ciddi ciddi tartışmaya değmezler. Kuşkusuz ortada tartışmasız tek gerçek vardır, o da gayb gerçeğidir. Bundan sonrası ihtimallerden ibarettir. Meydana gelmesi zorunlu olan bir tek şey vardır, o da yüce Allah'ın hükmünü takdir ettiği şeyin meydana gelmesidir. Allah'ın kaderi de görülmez gaybdır. Bunların yanında bir de evrenin değişmez bir yasası vardır. İnsanın bu yasayı öğrenmesi ve yeryüzündeki halifelik görevinde onlardan yararlanması her zaman mümkündür. Ancak Allah'ın yürürlükteki kaderine ve bilinmez gaybına kapıyı her zaman açık tutmak şartıyla. İşte her şeyin temeli budur. "Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür." (İsra Suresi: 9) Ayetlerin akışı, gaybın anahtarlarına ve evrenin her köşesinde olup bitenlere ilişkin yüce Allah'ın kapsamlı bilgisinden, insanların şahsında bu kapsamlı bilginin bir diğer alanına geçmektedir. Kuşatıcı bilgiden sonra ilâhi egemenliğin alanlarından birine geçmektedir. 60- Sizi geceleyin öldüren ve gündüzleyin neler yaptığını bilen O'dur. Sonra O sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Geçen ayette `gayb'ın ufuklarını, boyutlarını ve derinliklerini çizen ve yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğuna ve kapsayıcılığına işaret eden kelimeler gibi birkaç kelime daha. Tüm insanlığın hayatını Allah'ın yetkisine, bilgisine, gücü ve idaresine bırakan birkaç kelime daha. Bu kelimeler, insanların uyanıklıklarını, uykularını, ölümlerini, dirilişlerini, toplanıp hesaba çekilmelerini Allah'ın yetkisine vermektedir. Ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının gözler önüne getirdiği her tabloda, her sahnede ve her harekette başvurduğu canlandırma, somutlaştırma, duyguları uyarıp harekete geçirmeye ilişkin olağanüstü yöntemine göre. "Geceleyin sizi öldüren O'dur."... O halde uyumaları bir tür ölümdür. Duyular hareketsiz hale geldiğinden, his dünyası tamamen durgunlaştığından, akıl sessizliğe büründüğünden ve uyanıklık durumu -kesilip- uykuya dönüştüğünden dolayı, uyku da bir çeşit ölümdür. Dış görünüşünü ve etkilerini görmelerine rağmen insanların hakkında ne söyleyeceklerini bilmedikleri bir sırdır. İnsanı çepeçevre kuşatan gayb şekillerinden biridir. işte insanlar, her türlü çabadan ve hareketten (hatta uyanıklıktan bile) soyutlanıyorlar. İşte onlar hayattan uzak, kopuk durumdadırlar. Her zaman oldukları gibi, şimdi de Allah'ın kontrolü altındadırlar. Onları yüce Allah'dan başka hiç kimse eksiksiz hayata ve uyanıklığa geri getiremez. Şu insan Allah'ın avucunda ne kadar da zayıftır. "Gündüzleri ne yaptığınızı bilir"... Tutmak ya da bırakmak üzere hareket eden tüm uzuvlarının kazandığı iyilik veya kötülük Allah katında bilinmektedir. Tüm insanlar, gerek hareket halinde gerekse hareketsizliklerinde hep gözetim altındadırlar. Sabahleyin uyandıktan sonra uzuvlarının kazandığı hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kaçmaz. "Belirlenen süre dolsun diye gündüzleri sizi dirilten O'dur"... Yani yüce Allah'ın belirlediği ecelinizin tamamlanması için düz vakti sizi uykunuzdan, hayattan kopukluğunuzdan uyandırır. İnsanlar, yüce Allah'ın takdir ettiği alan içerisinde hareket etmek zorundadır. Bunun dışında kaçabilecekleri bir yer, varabilecekleri bir son söz konusu değildir. "...Sonra O'nun huzuruna döneceksiniz"... İstirahatın bitiminden sonra yeniden gözetim altına girmektir bu. "Sonra ne yaptığınızı bildirecektir"... Bu, olup biten her şeyi kaydeden kütüğün gözler önüne serilmesidir. Ve bu, en ince noktasına kadar adaletin gerçekleşmesidir. Hiçbir şekilde verilen cezada zulüm söz konusu olmayacaktır. Birkaç cümleden oluşan bir tek ayet, bunca tablo ve sahneyi, prensip ve gerçekleri, ilham ve gölgeleri içeren şeridi işte böyle kapsamaktadır. Peki kim yapabilir bunu? Şayet bu değilse, o halde nasıl olur olağanüstü mucizeler? Ancak, yalanlayanlar bundan habersizdirler. Peşinden korkunç bir azabın geldiği maddi mucizeler isteyip duruyorlar. ECEL Uluhiyet gerçeğine ilişkin diğer bir temas... Kulların üzerindeki kahredici güce, ihmal etmeyen sürekli gözetime, öne ya da geriye alınması mümkün olmayan yürürlükteki kadere, kaçıp kurtulma imkânı bulunmayan kaçınılmaz sona ve içinde gevşeklik ya da ihmale yer bulunmayan son hesaba ilişkin bir esinti yer almaktadır. 61- O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar. 62- Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur. "O, kulları üzerinde kesin egemendir"... O, üstün otorite sahibidir. Onlar da O'nun otoritesi ve hakimiyeti altındadırlar. Onlar, bu otoritenin kontrolünde yaşayan zayıf kimselerdir. Ne bir güçleri ne de yardımcıları söz konusudur. Kuldur onlar, üzerlerinde üstün bir otorite vardır. Bu üstün otoriteye boyun eğmek zorundadırlar. İşte üstün ilâhlık makamına kulluk yapmak budur. Her ne kadar diledikleri gibi kullanmaları için kendilerine yeterince özgürlük, öğrenmeleri için bilme ve halifelik görevini yerine getirebilme yeteneği verilmişse de, insanların realiteleri bu gerçeği dile getirmektedir. İnsanın alıp verdiği her nefes bir kadere bağlıdır. Bünyelerinde meydana gelen her hareket, yüce Allah'ın içlerine yerleştirdiği kanun uyarınca meydana gelmesi bakımından Allah'ın otoritesine boyun eğmektedir. Bu otoriteye karşı çıkmaları mümkün değildir. Kuşkusuz bu kanun, her defasında, hatta bir nefes alış verişinde ve ufak bir harekette bile bir kader doğrultusunda hareket etmektedir. "Size koruyucu melekler gönderir." Ayet burada koruyucuların niteliğinden söz etmemektedir. Başka yerlerde bunların insanlardan kaynaklanan şeyleri kaydeden melekler oldukları belirtilmektedir. Ancak buradaki açık amaç, doğrudan gözetim gölgesini nefislerin üzerine düşürmektir. Nefislerde bir an bile kendi başlarına olmadıkları, başıboş olmadıkları duygusunu uyandırmaktır. Çünkü ortada her hareketi ve sesi kaydeden gözetici koruyucular vardır. İnsandan kaynaklanan her şeyi kaydederler, hiçbir şey gözlerinden kaçmaz bu koruyucuların. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesini, içindeki her kıvrımın her uzvun uyanmasını garantilemektedir. "Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz, hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar." Aynı gerçeğin gölgesi bir başka şekilde belirmektedir. Alıp vereceği nefesleri sayılı olan her nefis, ne zaman geleceğini bilemediği bir ecele bağlıdır. (Ecel insana göre bir gaybdır ve insanın onu ortaya çıkarması mümkün değildir.) Ancak ecel, yüce Allah'ın bilgisi dahilinde bir plana göre belirlenmiştir. Geriye ya da ileriye alınması mümkün değildir. İnsanın alıp verdiği nefesleri kaydetmek ve eceli gelince de camı almakla görevli hazır ve doğrudan doğruya insanın yakınında bulunan koruyucu, hiçbir zaman uyuklamaz, unutup ihmal etmez. Çünkü koruyuculardan bir koruyucu, meleklerden bir elçidir. Önceden belirlenen, vadedilen an geldiğinde nefis, her şeyden habersiz oyalandığı bir sırada, koruyucu görevini yerine getirir, elçi elçiliğini yapar. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesine yeterli bir nedendir. Çünkü o, kendisini çepeçevre kuşatan görülmez kaderi algılamaktadır. Artık her an canının alınabileceğini ve her nefeste kaçınılmaz ecelin yaklaştığını bilmektedir. Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler. Yakardıkları tanrıların dışında tek ve gerçek efendileri... Onları yoktan var eden ve yanılmaz, şaşmaz gözetimi altında dilediği kadar yaşamalarına izin veren gerçek efendileri O'dur. Hiç kimse tarafından hesaba çekilmeksizin haklarında hükmünü vermek için, dilediği zaman onları yanına döndürecektir. "İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur." Hükmeden sadece O'dur. O'dur tek başına hesaba çeken. Hükmederken ağır davranmaz, cezayı da ihmal etmez. Ayette yer alan `çabukluk' ifadesinin insan kalbine dokunan bir yanı vardır. Buna göre insan, hesap anında söz konusu olacak bir ihmale bile terk edilmemiştir. Müslümanın hayata, ölüme, ölümden sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye ilişkin inancından kaynaklanan bu düşünce, yeryüzünde kullara ait işlerde yüce Allah'ın tek başına hükümran oluşuna ilişkin tüm tereddütleri gidermeyi garantilemektedir. Ahirette gerçekleşecek hesap, ceza ve hüküm, insanların dünyada yaptıklarına göre olacaktır. Ortada neyin helal, neyin haram olduğunu belirleyen Allah'dan gelmiş bir şeriat olmadığı sürece, insanların dünya hayatında kazandıklarından dolayı hesaba çekilmeleri söz konusu olmayacaktır. Çünkü ahirette bu şeriatın esaslarına göre hesaba çekileceklerdir. Dünyada ve ahirette hakimiyet bu temele dayanılarak birlenebilir. İnsanlar yeryüzünde Allah'ın şeriatının dışında bir yasayla hükmederlerse, ahirette neye göre hesaba çekileceklerdir? Acaba yeryüzünde hükmettikleri ve hükmüne başvurdukları insanların yasalarına göre mi hesaba çekileceklerdir? Yoksa, onunla hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları Allah'ın semavi şeriatına göre mi hesaba çekileceklerdir? İnsanlar şunu iyice bilmek zorundadırlar, yüce Allah onları kendi şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların yasasına göre değil. Şayet hayat düzenlerini, dinsel sembol ve kulluklarını olduğu kadar, toplumsal ilişkilerini Allah'ın şeriatına uygun bir şekilde düzenlemeyecek olurlarsa, Allah'ın huzurunda ilk bundan hesaba çekileceklerdir. O gün, yeryüzünde Allah'ı ilâh edinmeyip, O'nun dışında birçok rabbler edinmelerinden ötürü hesaba çekileceklerdir. O halde Allah'ın ilâhlığını inkâr etmekten -ya da ibadet ve sembolik kulluk davranışlarında O'nun şeriatına, sosyal, siyasî ve ekonomik düzen bakımından, uygulama ve ilişkilerinde O'ndan başkasının yasasına uymak suretiyle şirk koşmaktan- dolayı hesap vereceklerdir. Kuşkusuz yüce Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz bunun dışındaki günahları dilediğine bağışlar. Sonra ilâhlık gerçeğini bilen ve zorluk anında gerçek ilâhına sığınan fıtratlarıyla, onları muhakeme etmektedir. Bu fıtratın korku ve sıkıntı anındaki durumu gözler önüne getirilmektedir. Kısa ve süratli, ancak net, kesin, duygulandırıcı ve etkin bir sahnede rahatlık ve güven ortamında, bu fıtrata karşı çıkışları da sergilenmektedir. Kuşkusuz insanın ödünü koparacak korku ve sıkıntılı anlar her zaman toplanma ve hesaba çekilme gününe bırakılmış değildirler. Karanın ve denizin karanlıklarında aynı korkuyla karşılaşmaları her zaman mümkündür. Bu sıkıntılı anda Allah'dan başkasına yönelmezler. Zaten Allah'dan başkası da kurtaramaz onları bu sıkıntıdan. Ancak, kendilerini rahat ve güvencede hissettikleri an, tekrar içinde bulundukları şirke dönüyorlar. |