Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Eylül 2008, 21:56   Mesaj No:14

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:48
Mesaj: 4.079
Konular: 315
Beğenildi:49
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları yüce Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen olan, hükmeden ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve yeri "hakk'a göre yaratmıştır. Bu yaratılışın dayanağı haktır. Bu ayet, felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren hakkında söyledikleri "algılanan bu alem, aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek bir varlığı söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp bu tür düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin yapısında ve hareketlerinde aslolanın `hak" olduğunu da bildirmektedir. İnsanların sığındıkları gerçek, varlığın fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir güç haline gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı bulunmayan batılın buna karşı koyması artık mümkün değildir. Batıl, yerden koparılmış, köksüz kötü bir ağaç gibidir. Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece önemli bir gerçektir, etkin olduğu kadar derindir de.
Bir müminin (kişisel olarak kendi sınırları içinde) sahip olduğu hakkın varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe bağlı olduğunu düşünmesi, (nitekim bir ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı zamanda varlık alemindeki gerçeğini de yüce Allah'ın zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun bilincinde olması. Evet, bu gerçeği, bu ürpertici şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin, istediği kadar azgınlaşsın, zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin yine de batılı, varlık içinde sonradan beliren bir kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne de uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp gidecektir. Bu, varlık içinde hiç olmamış gibi yok olacaktır.
Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.
Her şey "Ol" dediği gün oluverir."
İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir. Dilediği gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini ortadan kaldırıp yerine başkasını getiren, dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu gerçeğin burada sunulması, mümin gönüllerde inanç yapısının oturtulması operasyonunun bir parçası olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye `Ol' dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim olmaya çağırılanların gönüllerinde de duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.
"Sözü gerçektir."
İster her şeyi onunla yarattığı `Ol, der o da olu verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim olunmayı emrettiği sözü olsun veya kendisine teslim olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü olsun yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten, yaratmadan, yoktan var etmeden, huzurunda toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek cezadan haber veren sözü olsun fark etmez.
Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri gerçektir. O halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri yetmeyen yaratıkları O'na ortak koşanlar ve nereden gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara uyanların sadece O'na teslim olmaları çok daha iyidir.
Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.
Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği günde... Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir şekilde diriliş ve meydana gelme olayları gerçekleşecektir. Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de mahiyeti, hakikatı ve ölülerin karşılık vermesi açısından `gayb'ın sınırları içine girmektedir. Tercih edilen rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir melek tarafından üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir ve dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim Zümer suresinde yer alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölür. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar." (Sümer Suresi: 68)
Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri hakkındaki haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların şu yeryüzünde ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri şeylerden tamamen farklı bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden bildirdiği kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı aşmamız söz konusu değildir. Bunun dışında söylenenlerin güvenirliği ve kesinliği söz konusu değildir ve artık söylenenler zandan öteye geçmez.
İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde -inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen körler dahi son derece belirgin bir şekilde hükümranlığın tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden başka bir iradenin söz konusu olmadığını göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle O'na teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde mutlak otoritesine teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu dünyadayken teslim olmaları çok daha yerinde bir davranış olur.
`O gizli-açık her şeyi bilir.'
Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden habersiz olmayan, hiçbir durumlarını gözden kaçırmayan yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle hatırlatılıyor. Allah'a teslim olmayı kabul etmeyen yalanlayanlara karşı duygulandırıcı bir etken olarak sunuluyor.
"O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır."
Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre yönlendirir. O halde, O'nun direktiflerine ve şeriatına teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin etkileriyle mutlu olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri, ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine, hidayet ve basiretin himayesine sığınmaları daha yararlı olacaktır.
İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere ilhamlar akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir...
HZ. NUH'DAN HZ. MUHAMMED (S.A.V)'E TEVHİD DAVASI

Bu ders uzunluğuyla beraber tek bir parçadan oluşmakta ve birbirine bağlı birkaç bölümden oluşan tek konuyu işlemektedir. Surenin ele aldığı başlıca konuya değinmektedir. Bu da, inanç binasını, ilâhlık ve kulluğun gerçek mahiyetlerini ve ikisinin arasındaki ilişkinin mahiyetini kapsamlı bir bilgiye dayandırmaktan ibaretti. Ancak konu, bu sefer surenin başından beri takip edilen üslûbun dışında bir üslûpla ele alınmaktadır. Konu işlenirken, hikâye tarzı bir anlatıma başvurulmakta, ardından bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bunun yanında surede de yoğun bir şekilde yer alan duygulandırıcı etkenlere de başvurulmaktadır. Bunlar arasında tüm çizgileri eksiksiz bir şekilde sunulan sahne yer almaktadır. Bütün bunlar, surenin önsözünde sözünü ettiğimiz peş peşe gelen uzun ve düzenli solukta işlenmektedir
Bir bütün olarak ders, Hz. Nuh'dan başlayıp, Peygamberimiz (s.a.v)'e kadar süren iman kafilesini sunmaktadır. Kafilenin başında da Allah'ın salih kullarından bir kul olan Hz. İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun) fıtratında belirdiği şekilde ilâhlık gerçeği sunulmaktadır. Böylece, çevresindeki cahiliye sapmaları ve düşünceleriyle çarpışırken, bir yandan da gerçek ilâhını araştıran ve onu kendi içinde bulan bozulmamış fıtratın gerçek olduğu kadar, insanı ürperten bir tablosu çizilmektedir. Fıtratın derinliklerinde beliren şekliyle gerçek ilâhına ilişkin doğru bir düşünceye kavuşmaktadır. Bu düşünce, gözle görülen ve algılanan kanıtlardan çok daha güçlü ve daha kalıcı olan iç dünyasının derinliklerinde yer alan kanıtlara dayanmaktadır. Ayetlerin akışı, gerçek Rabbine yönelişinden ve ona ilişkin gönlünde hissettiği kanıtla tatmin oluşundan sonra İbrahim Peygamberin (selâm üzerine olsun) durumunu söz konusu etmektedir:
-Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara de ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"
"Sizler Allah'ın hakkında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Sonra ayetlerin akışı, asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamberlerden oluşan şerefli kafilenin önderlik ettiği iman kervanıyla birlikte yoluna devam ediyor. Böylece, Allah'a ortak koşanların şirki, Rabblerinden gelen mesajı yalanlayanların yalanı ciddiyetten uzak bir saçmalık olarak beliriyor. Birbirinden kopmadan yoluna devam eden kervanın yanında darmadağın bir durum sergiliyor. Bu kervanın başı ile sonu birbiri ile bütünleşmiş ve tek bir ümmeti oluşturmuştur. Öncekilerin uyduğu yol göstericiliğe sonrakiler de uyuyor. Hem de zaman ve mekân farkını dikkate almadan, ırk ve ulus farklılığını ölçü edinmeden, soy ve renk ayırımına itibar etmeden... Çünkü, onları birbirine bağlayan ip, şu şerefli kafilenin taşıdığı biricik dindir.
Bu ulu kervanın sunulmasından sonra, yüce Allah'ın seçkin Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik sözlerinde olağanüstü bir sahne de ortaya çıkmaktadır.
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
-Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
-İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, O bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir."
Bu ulu kervan sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bir peygamber göndermediğini ve herhangi bir insana hiçbir zaman kitap indirmediğini ileri sürenlere yönelik bir kınama yer almaktadır. Bunlar Allah'ı gereği gibi değerlendirememişler. Gerçekten de `yüce Allah'ın insanları, nefisleri, akılları ve ondan kaynaklanan arzuları, ihtirasları, zaaf ve kusurlarıyla baş başa bıraktığını söyleyebilen biri, Allah'ı gereği gibi tanıyamamış demektir. Böyle bir durum yüce Allah'ın ilâhlığına, Rabblığına, ilim ve hikmetine, adalet ve rahmetine yakışmaz. Yüce Allah'ın rahmeti, ilmi ve adaleti kullarına peygamber göndermeyi, peygamberlerinden kimisine kitap indirmeyi, böylece insanları yaratıcılarının yoluna yöneltmeye çalışmalarını, fıtratlarının üzerine çöken, hakka açılan pencerelerini tıkayan, içindeki alıcı ve verici aygıtlarını işlemez hale getiren tozlardan arındırmaya çalışmalarını gerektirmiştir. Bu arada Musa'ya (Allah'ın selâmı üzerine olsun) indirilen kitapla birlikte kendisinden önce gelmiş tüm kitapları doğrulayan şu kitap örnek verilmektedir.
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu uzun ders, Allah'a iftira edenlerin davranışının, Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürenlerin iddiasının ve Allah'ın indirdiği kitaba benzer bir kitap indirebileceğini söyleyenlerin, bu davranışlarının iğrençliğini gözler önüne sermekle son bulmaktadır. Bu tür iddiaları, İslâm çağrısıyla karşı karşıya kalanların kimisi ileri sürmüştü. Bazısı vahiy aldığını, bazısı da peygamber olduğunu iddia etmişti.
En sonunda müşriklere ilişkin insanın içini karartan bir sahne yer almaktadır.
Zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız" derlerken görmelisin!
Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi bize yine yalnız başınıza geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız, üzerinizde etkili ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar kopuverdi, ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı.
Bu, son derece sıkıntı verici, iç karartıcı ve korkunç bir sahnedir. Allah'a karşı büyüklenmenin, mesajından yüz çevirmenin, iftira edip yalanlamanın cezası olarak küçümseme, ayıplama ve azarlama öne çıkmaktadır sahnede.


TEVHİD VE İNSAN FITRATI


74- Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum.


75- Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.


76- Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem " dedi.


77- Arkasından ayı doğarken görünce "Rabbim budur dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum " dedi.


78- Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım. "


79- Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.

Kur'an akışının bu ayetlerde gözler önüne getirdiği sahne, gözleri kamaştıran olağanüstü bir sahnedir. İlk aşamada, putlara ilişkin cahiliye düşüncelerini reddeden ve onlardan tiksinen fıtratın sahnesidir bu. Üzerindeki bu hurafeleri silkeleyince içten gelen coşkun bir istekle vicdanında bulduğu gerçek ilâhını arıyor. Bu düşünce henüz anlayışında ve belleğinde açıklığa kavuşmamıştır. Gizli bir coşkuyla parlayan her şeyle ilgi kurup bunun ilâhı olabileceğini düşünüyor. Fakat iyice araştırdıktan sonra bunların gelip geçici şeyler olduğunu anlıyor. Çünkü içinde gizli ilahlık gerçekliğini ve uluhiyet sıfatlarıyla bir benzerliklerini görememiştir. Sonra bu fıtrat içinde parlayan ve iyice belirginleşen bir gerçeğin farkına varıyor. Büyük bir sevinçle ve bu gerçeğin coşkusuyla dolup taşıyor. Daha önce kendi kavrama yeteneğiyle belirlediği, içindeki gerçeğe uygun gerçeğe ulaşmanın büyük coşkunluğuyla duyuruyor inancını. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) gönlünde belirginleşen bu sahne, olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnedir. Kur'an'ın akışı bu büyük deneyimi şu kısacık ayetlerde ifade edip geçiyor. Bu, fıtratın hak ve batıl karşısındaki tutumunun hikâyesidir. Müminin ilân ettiği ve bu konuda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmediği inancın hikâyesidir. Bu konuda babaya, aileye, aşirete ve ulusa hoş görünmek gibi bir endişesi yoktur. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına ve kavmine karşı takındığı şu katı, kesin ve net tutum gibi.
Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
Bu, İbrahim'in diliyle konuşan fıtratın kendisidir. Çünkü İbrahim henüz idrakiyle, kavrama yeteneğiyle ilâhını bulmamıştı. Ancak onun bozulmamış fıtratı daha baştan kavminin kullukta bulunduğu putların ilâh olabileceklerini reddetmişti. -Irak Keldanileri olan İbrahim'in kavmi, putlara kullukta bulundukları gibi gezegenlere, yıldızlara da taparlardı.- Çünkü kullukta bulunan, zorluk ve rahatlıkta kulların kendisine yöneldiği, insanları ve tüm canlıları yaratan ilahın... Evet İbrahim'in fıtratına göre bu ilahın taştan bir heykel ya da ağaçtan bir put olması mümkün değildi. Madem ki yaratan, yarattıklarının rızkını veren, her şeyi işiten ve karşılık veren bu heykeller değildir,-ki durumları da bunun açıkça göstermektedir.- O halde, kullukta bulunulmayı hak etmemişlerdir ve gerçek ilâh ile kulları arasında aracı şeklinde de olsa ilâh edinilemezler.
O halde daha ilk karşılaşmada İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratının hissettiği açık bir sapıklıktır bu. Ayrıca bu, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtratın eksiksiz bir örneğidir. Sonra bu, açık bir sapıklıkla yüzyüze geldiğinde onu reddedip tiksinen, sorun inancı ilgilendirince de gerçek sözü açıklayıp duyuran mükemmel fıtrata da bir örnek oluşturmaktadır.
"Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
Bunlar, İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına söylediği sözler. Oysa İbrahim son derece yufka yürekli, halim, güzel ahlâklı, hoşgörülü ve yumuşak biridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu nitelikleri sıralanmaktadır. Ancak burada inanç söz konusudur. İnanç da babalık ve oğulluk bağlarının çok çok üstündedir. Yumuşaklık ve hoşgörü duygularının ötesinde bir olaydır. İbrahim de, yüce Allah'ın, soyundan müslümanların uymasını emrettiği bir önderdir. Hikâyenin burada anlatılması da insanlar için bir örnek, bir numune olması amacına yöneliktir.
Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) fıtratının arılığı ve gerçeği aramadaki içtenliği nedeniyle yüce Allah'ın kendisi için evrende gizli sırları ve varlık aleminde doğru yolu gösteren kanıtları ortaya çıkarmasını hakediyor.
Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.
Şu bozulmamış fıtrat ve açık basiret gibi, hakka karşı böylesine bir içtenlik ve bu derece şiddetle batıldan tiksinme üzerine İbrahim'e bu mülkün, göklerin ve yerin mülkünün gerçek mahiyetini gösterdik. Evrenin planında gizli sırlardan haberdar kıldık. Varlık sayfalarına serpiştirilmiş işaretleri ortaya çıkardık. O'nun kalbi ve fıtratı ile şu olağanüstü evrende yer alan imana yönelik mesajlarla doğru yolu gösteren kanıtları birbirine bağladık. Böylece O'nu, sahte tanrılara kulluk yapmayı reddetme aşamasından gerçek ilahı benimseme aşamasına yükselttik.
İşte fıtratın derin ve yalın yöntemi budur. Bu, birikintilerin yozlaştıramadığı bilinçtir. Evrendeki yüce Allah'ın harikulade sanatını düşünen basirettir bu. Görülen alemleri, içlerindeki sırları dile getirene kadar derinliğine incelemektir. Bu, O'nun uğruna çaba sarfetmenin mükâfatı olarak yüce Allah'ın doğru yolunu göstermesidir.
İşte İbrahim (selâm üzerine olsun) bu şekilde yoluna devam edip Allah'ı bulmuştur. Daha önce fıtratında ve vicdanında bulduktan sonra düşünce ve bilincinde de bulmuştur. Düşünce ve bilincinde bulduğu ilâhlık gerçeği fıtrat ve vicdanda yer eden gerçekle bir uyum arzetmiştir.
O halde İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bozulmamış fıtratıyla zorlu bir yolculuğa çıkalım. Kuşkusuz bu, son derece korkulu bir yolculuktur, ilk başta rahat ve kolay görünse de. Fıtrî iman noktasından bilinçli iman noktasına uzanan bir yolculuktur bu. Bu, birtakım farzların ve hükümlerin yükümlülüğü gerektiren imandır. Bu noktada yüce Allah, halk kitlelerini sadece akılları ile başbaşa bırakmamıştır. Peygamberlerin getirdiği mesajlarla açıklama yönüne gitmiştir. İnsan fıtratını veya insan aklını değil de, peygamberliği insanlar için bir gerekçe kılmıştır. Hesaba çekilmenin ve cezalandırılmanın nedeni budur. Bu, yüce Allah'ın adaletinin, rahmetinin, insanlardan haberdar olmasının, onları bilmesinin gereğidir.
İbrahim'e gelince, o, İbrahim'dir. Rahmanın dostu, müslümanların babasıdır.
-Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi.
Bu, İbrahim'in ruhunun bir portresidir. Babasının ve kavminin kullukta bulunduğu putlara karşı içinde bir kuşku hatta, kesin bir karşı çıkış belirmişti. İnanç sorunu fikrini meşgul etmiş, tüm dünyasını doldurmuştu. "Üzerine gece basınca" deyimi bu tabloyu daha bir somutlaştırmaktadır. Sanki gece sadece onu bürümektedir. Ve sanki onu çevresindeki insanlardan koparmaktadır. Ta ki, kendi ruhu, duyguları, düşünceleri, fikrini uğraştıran, hafızasını dolduran yeni ilgisiyle başbaşa kalabilsin...
Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi yıldızlara ve gezegenlere kullukta bulunurlardı. Bir bilinç ya da kavrama söz konusu olmaksızın, fıtratında bulduğu gerçek ilâhının bu putlardan bir put olmasını imkânsız görünce, kavminin kulluk yaparak yöneldiği bir şeyde gerçek ilâhını bulabileceğini düşünmüştü.
Ulusunun gezegenlere, yıldızlara kulluk yaparak yöneldiklerini ilk görmesi değildi bu. Yıldızları da ilk defa görüyor değildi. Ancak -o gece- yıldız, daha önce konuşmadığı bir dille konuşuyordu, fikrini meşgul eden, dünyasını dolduran problemin uyandırdığı duygulara benzer işaretler getiriyordu hatırına.
"Rabbim budur" dedi.
Çünkü yıldız, parlaklığı, çekiciliği ve yüksekliğiyle putlardan daha çok Rabb olmaya yakındır. Ama hayır... Yıldız O'nun zannını yalanlıyor.
"Fakat yıldız batınca, `Batanları sevmem' dedi."
Yıldız kayboluyor. Yaratıklara görünmez oluyor. O halde kim onları gözetecek, işlerini kim düzene koyacak, Rabb kaybolduktan sonra? Yok, bu Rabb olamaz. Çünkü Rabb kaybolamaz.
İşte fıtratın yakın ve yalın mantığı budur. Mantıksal önermelere, diyalektik varsayımlara danışmaz, rahatça, net ve doğrudan doğruya hareket eder. Çünkü insanlığın varlığı içten ve kesin bir şekilde bunu dile getirmektedir.
"Batanları sevmem"...
Fıtrat ile ilâhın arasındaki bağ, sevgi bağıdır. Aradaki ilişki, kalp ilişkisidir. Bu nedenle İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratı, batanları sevmiyor, onlardan ilâh edinmiyor. Çünkü fıtratın sevdiği ilâh, kaybolmaz, batmaz...
-Arkasından ayı doğarken görünce, "Rabbim budur" dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
Deneme bir daha tekrarlanıyor. Sanki İbrahim, daha önce hiç ayı görmemişti, ailesinin ve kavminin aya ibadet ettiğini bilmiyordu. Bu gece onun nazarında ay, yeni gördüğü bir şeydir.
"Rabbim budur" dedi.
Varlık alemine akıttığı aydınlığı, sevimli ışığıyla gökte belirginleşmesiyle... Fakat kayboluyor... Oysa Rabb -İbrahim'in fıtratı ve kalbiyle bildiği gibi- kaybolmaz, batmaz...
Bu noktada İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında ve fıtratında bulduğu gerçek ilahının yardımına muhtaç olduğunu anlıyor. Sevdiği ve fakat henüz idrakinde ve bilincinde bulmadığı Rabbinin... Şayet Rabbi ona doğru yolunu göstermeyecek olursa, O'na elini uzatmayacak olursa ve yolunu göstermeyecek olursa, sapıtıp yolunu yitireceğini anlıyor.
"Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
-Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım."
-Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gözle görülen cisimlerin en büyüğü, ışık ve sıcaklık bakımından en zorlusuyla geçirilen üçüncü bir denemedir. Güneş... Güneş her gün doğar ve batar.. Ancak bugün İbrahim'in gözüne yeni yaratılmış gibi görünmektedir. Çünkü İbrahim (selâm üzerine olsun) bugün eşyaya, ilâhından haberdar olan, ona güvenen, onunla tatmin olan, uzun bir şaşkınlık, kararsızlık ve çabadan sonra kalıcı bir temele varan benliğiyle bakmaktadır.
"Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi.
Ancak o da kayboluyor.
İşte bu noktada arzu gerçekleşiyor, kıvılcım alevleniyor. Bozulmamış dosdoğru fıtrat ile gerçek Allah'ı arasında buluşma meydana geliyor. Gönül nurla dolup taşıyor, görülen evreni, insan aklını ve bilincini kaplıyor. Burada İbrahim (selâm üzerine olsun) ilâhını buluyor. O'nu fıtratında ve vicdanında bulduğu gibi bilincinde ve idrakinde de buluyor. İşte bu noktada gizli fıtrî algılama ile açık aklî düşünce arasında bir uygunluk gerçekleşiyor.
İbrahim (selâm üzerine olsun) burada ilâhını buluyor. Ancak, parlayan yıldızda, doğan ayda ya da yükselen güneşte değil. Gözlerin görebildiği, duyu organlarının algıladığı hiçbir şeyde bulmuyor. Gözlerin gördüğü, duyu organlarının algıladığı ve aklın kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak görüyor. O'nu gönlünde, fıtratında, aklında, bilincinde ve çevresindeki tüm varlıklarda görüyor. Gözlerin gördüğü duyu organlarının algıladığı ve akılların kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak buluyor.
Bu durumda, kullukta bulundukları sahte ilâhlardan ötürü kendisiyle kavmi arasında içinde kesin bir ayrılığın farkına varıyor. Hiçbir ödün vermeksizin yönelişlerinden, hayat metodlarından ve yaşadıkları şirkten kesin bir şekilde uzaklaşıyor. -İbrahim'in kavmi, Allah'ı doğrudan doğruya inkâr etmiyordu, ancak bu sahte Rabbleri ortak koşuyorlardı- İbrahim de sadece ortaksız Allah'a yöneliyordu.
"Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım." Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gökleri ve yeri yaratana yöneliştir. Şirke sapmayan tevhidi bir yöneliştir. Bu, kesin bir söz, pürüzsüz bir inanç ve son yöneliştir. Bundan sonra, vicdanda yer alan gerçeğe uygun düşen bu gerçeğin akılda iyice belirginleşmesinden sonra, kararsızlığa, tereddüte yer yoktur.

HZ. İBRAHİM'İN KAVMİYLE TARTIŞMASI

Bu göz kamaştırıcı, olağanüstü sahneyi bir kere daha seyrediyoruz. Tam manasıyla açığa kavuştuktan ve üzerine çökmüş karanlıktan kurtulduktan sonra, gönülde beliren ve kalbi bürüyen inanç sahnesi... İnsanın bünyesini tamamen doldurup geride hiçbir şey bırakmadığını seyrediyoruz. Kalbinde, aklında ve çevresindeki varlıklarda bulduğu yüce Rabbinden kaynaklanan güven duygusu akmaktadır içine. Bu sahne, ayetlerin akışında yer alan aşağıdaki bölüm= de bütün göz kamaştırıcılığı ile, bütün güzelliği ile belirginleşmektedir.
Kuşkusuz İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında, aklında ve çevresindeki varlıklarda yüce Allah'ı görecek duruma gelmişti. Kalbi mutmain olmuş, fikri durulmuştu. Yüce Allah'ın elinden tutup yol boyunca adımlarını yönlendirdiğini hissediyordu. Şimdi de kendi ulusu gelmiş, onunla, vardığı kesin sonuç ve gönlünü açan tevhid konusunda tartışmağa kalkışıyor. O ise, ulusunu, kesin kararlılığı, derin inancı ve kendisini doğru yola ileten gerçek Rabbinin gizli açık görüşüyle karşılıyor.


80- Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"


81- "Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"

Fıtrat bozulmaya başladı mı sapıtır. Ardından bu sapıklığını giderek derinleştirir. Artık açı genişlemeye, başlangıç çizgisinden gittikçe uzaklaşmaya başlamıştır. Öyle ki, fıtratın bundan sonra doğru yola dönmesi son derece güçleşir. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi putlara, gezegenlere ve yıldızlara kullukta bulunuyor. İbrahim'in gönlünde gerçekleşen bu dehşet verici yolculuğu düşünüp değerlendirmiyorlardı. Bu olay onları sırf düşünüp incelemeye bile yöneltememiştir. Üstelik düşünce ve sapıklıklarındaki gözle görülür çaresizliklerine rağmen, gelip onunla tartışmaya ve inkâra kalkışıyorlar.
Ancak, Allah'ı gönlünde, aklında ve çevresindeki varlık aleminde bulan mümin İbrahim (selâm üzerine olsun) onları, büyük bir güven ve kararlılıkla tiksinerek karşılıyor.
Allah beni doğru yola eriştirmişken, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?"
Elimden tutarken, basiretimi açarken, beni kendisine yöneltirken ve kendisini bana tanıtırken bulduğum Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Yüce Allah elimden tutmuş bana yol göstermiştir. O halde vardır. Bana göre bu, varlığının kanıtıdır. O'nu, çevremdeki evrende gördüğüm gibi vicdanımda ve bilincimde de gördüm. O halde, içimde bulduğum ve bunun için bir kanıta da ihtiyaç duymadığım bir şey hakkında benimle tartışmanızın bir anlamı yoktur. O'nun beni kendisine iletmesi yeterli bir kanıttır.
Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam.
Allah'ı bulan kişi nasıl korkabilir? Allah'ın gücünden başka tüm güçler ciddiye bile alınmayacağına, O'nun otoritesinden başka bir otoriteden korkulmayacağına göre, Allah'ı bulan kişi, neden ve niçin korkabilir ki?
Ancak, derin imanı ve içten teslimiyeti nedeniyle İbrahim (selâm üzerine olsun) Allah'ın serbest iradesine ve her şeyi kapsayan bilgisine dayanmadan kestirip atmıyor.
Meğer ki, Rabbim hakkında bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?
O, Allah'ın iradesine, korumasına ve gözetimine dayanarak hiçbir konuda kavminin sahte tanrılarından korkmadığını duyuruyor. Çünkü o, Allah'ın korumasına ve gözetimine sığınmıştır. O biliyor ki, Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir şey başına gelmez. Allah'ın her şeyi kapsayan bilgisi onu da kapsamına almıştır.
-"Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin' bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Bu, kendisine güvenen ve şu varlıkta yer alan gerçekleri kavrayan müminin mantığıdır. Korkması gereken biri varsa bu, İbrahim (selâm üzerine olsun) olmayacaktır. Korku duyması gereken, elini Allah'ın eline tutuşturan ve böylece yoluna devam eden mümin olmayacaktır. Bir müminin ne olursa olsun bu aciz tanrılardan korkması düşünülemez. Kimi zaman yeryüzünde zorba diktatörler şeklinde beliren bu tanrılar, yüce Allah'ın gücü karşısında kaale bile alınmayacak derecede zayıftırlar. Onlar, yüce Allah'ın kendilerine bir yetki ve güç vermediği canlı cansız şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadıkları halde, İbrahim (selâm üzerine olsun) bu çaresiz sahte tanrılardan korkar mı? O halde, iki gruptan hangisi daha güvencededir? Allah'a inanıp ortakları reddeden mi, yoksa hiçbir yetkisi ve gücü bulunmayan şeyleri Allah'a ortak koşan mı? Şayet az da olsa, bir bilgileri ve anlayışları varsa söylesinler bakalım, hangi grup kendini güvencede hissetmeyi hak etmiştir?
Burada cevap yüceler aleminden geliyor, yüce Allah bu soruna ilişkin hükmünü bildiriyor:


82- İman edenler ve bu imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya, güven işte onlar içindir, doğru yolda olanlar onlardır.


83- Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi bilendir.

İnananlar ve kendilerini bütünüyle Allah'a adayanlar, gerek kulluk, gerek boyun eğme ve gerekse yöneliş noktasında bu inançlarına şirki bulaştırmayanlar... İşte güvencede olma bunların hakkıdır, doğru yolda olanlar da bunlardır.
Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz.
Kuşkusuz bu, kendisiyle tartışmak ve kavminin ileri sürdüğü kanıtı çürütmek için, yüce Allah'ın İbrahim'e (selâm üzerine olsun) ilham ettiği bir kanıttır. Şu sahte tanrılarının, ona bir kötülük dokundurabileceğine ilişkin düşüncelerinin basitliği de ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca, yüce Allah'ın varlığını ve evren üzerindeki güç ve otorite sahibi oluşunu tartışma konusu yapmadıkları, sadece bu tanrıları O'na ortak koştukları gayet açıktır. İbrahim (selâm üzerine olsun) O'na ortak koşanınsa, korkmayı daha çok hak ettiğini belirterek, onları karşıladığı zaman... Yüce Allah'ın kendisine verdiği, ilham ettiği bu kanıtla onları karşılayınca, ulusunun ileri sürdüğü kanıt çürüyüp kendi kanıtı geçerli oluyor. Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) inanç, kanıt ve konum bakımından kendi kavmine karşı üstünlük sağlamış oluyor.. İşte yüce Allah dilediği kimsenin derecesini böyle yükseltir. Bu konuda hikmeti ve bilgisi uyarınca tasarrufta bulunur.
Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.
Bu bölümü bitirmeden önce, Peygamberimizin arkadaşlarının yaşadığı dönemin esintilerinden birini duymak istiyoruz. O dönemde Kur'an onlara, yeni yeni iniyordu, ruhları onu yavaş yavaş sindiriyordu. Onunla yaşıyor ve onun için yaşıyorlardı. Olağanüstü bir ciddiyet, dikkat ve sorumluluk duygusuyla ona yaklaşmış, işaretleri, ilhamları ve gerekleriyle içiçe yaşamışlardı. Bu durum karşısında ürpermekten kendimizi alamıyoruz, dehşetten dona kalıyoruz. Bu eşsiz insan topluluğunun durumunu ve çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zamanda yüce Allah'ın bu toplulukla ne tür olağanüstülükler meydana getirdiğini kavrıyoruz.
İbn-i Cerir, Abdullah b. İdris'e dayandırarak şöyle rivayet eder: "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum Peygamberin arkadaşlarına ağır geldi. `Hangimiz kendisine haksızlık etmez ki' dediler. Bunun üzerine Allah'ın elçisi, `Durum sizin sandığınız gibi değildir. Lokman'ın oğluna söyledikleri kastedilmektedir burada' buyurdu. "Allah'a ortak koşma, çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
Yine İbn-i Cerir, İbn-i Müseyyeb'den şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayetini okuduğunda büyük bir korkuya kapıldı. Ardından Ubey b. Ka'b'a gidip, ey Eba Munzir, Allah'ın kitabından bir ayet okudum ki, buna göre kurtuluş imkânsızdır. Ubey b. Ka'b:
-Hangi ayettir bu? diye sordu. Bunun üzerine Ömer (Allah ondan razı olsun) ayeti okudu ve hangimiz kendisine zulüm etmez diye ekledi. Ubey b. Ka'b, `Allah seni affetsin, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi: "Şirk büyük bir zulümdür." İmanlarına şirk karıştırmayanlar" demek isteniyor' dedi.
Yine İbn-i Cerir, Ebul Eş'ar'dan, o da babasından şöyle rivayet eder: Zeyd b. Sevhan Selman'a sordu: `Ey Ebu Abdullah, Allah'ın kitabından bir ayet beni çok etkiledi': "iman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar..." Bunun üzerine Selman (Allah ondan razı olsun) `Burada kastedilen Allah'a ortak koşmaktır' dedi. Zeyd, `Bunu senden duymamış olsaydım hiçbir zaman sevinmeyecektim. Sanki sahip olduğum her şeyi kaybedip yeniden bulmuş gibi oldum' dedi.
Şu üç rivayet bu seçkin topluluğun Kur'an'ı nasıl algıladıklarını, ruhlarının üzerïnde ne kadar ciddi bir etki bıraktığını göstermektedir. Bunun doğrudan doğruya uygulamaya dönük emirler ve uyulması gereken prensipler olduğunu ve uyulması zorunlu olan hükümler olduğunu bildikleri zaman, nasıl karşıladıklarını göstermektedir. Aynı zamanda sınırlı güçleri ile yerine getirilmesi istenen yükümlülükler arasında büyük bir fark olduğunu sandıkları zaman, nasıl da dehşete kapıldıklarını gözler önüne sermektedir. Yaptıkları ile yükümlülük arasında büyük bir fark olduğu halde, işledikleri her türlü kusurdan ötürü hesaba çekilecekleri düşüncesinin, Allah ve peygamberinden hafifletici bir açıklama gelene kadar nasıl bir panik meydana getirdiğini de göstermektedir.
Bu, aynı zamanda göz kamaştırıcı ve olağanüstü bir sahnedir. Allah'ın kaderine perde olan bir aracı olmuş, O'nun iradesini pratik hayatta uygulayan ve O'nun dininin taşıyıcısı gönüllerin sahnesi...

TEVHİD KERVANI

Bundan sonra ayetlerin akışı, peygamberlerden Nuh, İbrahim ve son Peygamberin (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) oluşturduğu şerefli topluluğun öncülük ettiği ulu iman kafilesini sunmaya başlıyor. Ayetlerin akışı, birbirine bağlı olarak yol alan bu kafileyi -özellikle İbrahim ve onun soyundan peygamberleri- sunarken, değişik yerlerde göz önünde bulundurduğu tarihsel sıralamayı burada dikkate almıyor. Çünkü güdülen amaç, bir bütün olarak bizzat kafilenin kendisidir, yoksa tarihsel kronoloji değildir.


84- Biz O'na İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. Hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve O'nun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.


85- Zekeriyya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da doğru yola ilettik. Hepsi de iyilerdendi.


86- İsmail'i, el-Yesa'yı, Yunus'u ve Lût'u da doğru yola ilettik. Hepsini de alemlere üstün kıldık.


87 Bunlardan bazılarının babalarını, soylarından gelenleri ve kardeşlerini de seçip doğru yola ilettik.


88- İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.


89- Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.


90- İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir. "

Ayetlerde Nuh ve İbrahim'in (selâm üzerlerine olsun) dışında onyedi nebi ve resul sayılmaktadır. Diğerlerine de, "Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden..." şeklinde işaret edilmektedir. Bu kafile değerlendirilirken de "Biz iyi hareket edenleri işte böyle mükafatlandırırız..." "Her birine alemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik..." "Bir kısmını da seçip doğru yola eriştirdik..." denmektedir. Bütün bu değerlendirmeler, şu ulu kafilenin elde ettiği iyilikleri, Allah tarafından seçilişlerini ve doğru yola iletilişlerini göstermektedir.
Bu topluluğun bu şekilde anlatılması ve bu kafilenin bu tarzda sunulması hep aşağıdaki açıklamalar için bir hazırlık amacına yöneliktir:
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dileği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
Bu yeryüzünde hidayet kaynağını oluşturma amacına yönelik bir açıklamadır. Buna göre yüce Allah'ın insanlar için belirlediği doğru yol peygamberlerin getirdiği mesajda somutlaşmaktadır. Böylece içtenlikle inanılması ve direktiflerine zorunlu olarak uyulması gereken yol göstericilik, bu biricik kaynakla sınırlandırılmış oluyor. Çünkü yüce Allah, bunun kendi hidayeti olduğunu ve kullarından dilediğini bununla doğru yola ilettiğini bildirmektedir. Şayet bu yol gösterici kullar, Allah'ın birliğinden ve O'nun hidayetini aldıkları kaynağın birliğinden şaşacak olurlarsa, inanç, kulluk ve herhangi bir konuda başvurulacak merci olması bakımından Allah'a ortaklar koşarlarsa, sonunda yaptıklarının boşa gitmesi kaçınılmaz olacaktır: Yani tüm yaptıkları kaybolup gidecektir. Zehirli otlakta otlayıp sonunda şişerek ölen bir hayvan gibi yok olacaktır. Ayette geçen "Habitat: kelimesinin sözlük anlamı budur.
Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
Bu da ikinci açıklamadır. Birincide yol göstericiliğin kaynağı belirtilmiş ve bu peygamberlerin getirdiği hidayetle sınırlandırılmıştı. İkincide ise, adları geçen ve kendilerine işaret edilen peygamberlerin yüce Allah'ın kendilerine kitap, hikmet, yetki ve peygamberlik verdiği kimseler olduğu belirtilmektedir. `Hüküm' kelimesi, hikmet anlamına geldiği gibi, `yetki, otorite' anlamına da gelmektedir. Ayette her iki anlamın da kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre bu peygamberlerden kimisine yüce Allah kitap indirmiştir, Musa'ya Tevrat'ı, Davud'a Zebur'u, İsa'ya İncil'i indirdiği gibi. Kimisine de egemenlik verilmiştir, Davud ve Süleyman gibi (selâm üzerine olsun). Her birisine getirdikleri dinin Allah'ın hükmü olması ve insanlara taşıdıkları bu dinin vicdanlar ve emirler üzerinde Allah'ın otoritesine sahip olması bakımından yetki verilmiştir. Başka ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah, peygamberleri yalnızca kendilerine itaat edilmesi, kitabı da insanlar arasında adaletle hükmetmesi için göndermiştir. Her birine hikmet ve peygamberlik verilmiştir. Yüce Allah, dininin sorumluluğunu onlara bırakmıştır. Dini insanlara götürecek, onu insanların hayatına yerleştirecek, ona inanacak ve koruyacaklardır. Bundan sonra Arap müşrikleri, kitabı, hükmü ve peygamberliği inkâr ediyorlarsa, Allah'ın dininin onlara ihtiyacı yoktur. Şu seçkin toplulukla onlara inananlar, bu din için yeterlidir. Bu, ağacı boy salmış köklü bir gerçektir. Bu halkaları birbirine bağlı yol alan bir kafiledir. Birbirinin ardınca tüm peygamberlerin insanlara taşıdıkları tek mesajdır bu. Bu mesaja, doğru yola girmeyi hak ettiklerini bilmesinden dolayı, yüce Allah'ın doğru yola ilettiği kişiler inanmış ve inanacaklardır. Bu açıklama mümin gönüllere ve sayıları ne olursa olsun müslüman topluluğun vicdanlarına huzur akıtmaktadır. Bu topluluk tek başına değildir, dalından koparılmamıştır. Bu topluluk, kökü sağlam, dalları gökleri kaplamış bir ağacın dalı mahiyetindedir. Allah'a ve yol göstericiliğine bağlanmış ulu kafilenin bir halkası konumundadır. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, hangi soydan gelirse gelsin mümin kişi, son derece güçlü ve oldukça büyüktür. Çünkü o, kökü insan fıtratının ve insanlık tarihinin derinliklerine kadar uzanan sağlam ve soylu ağacın bir parçasıdır. Eski çağlardan beri, Allah'a ve O'nun yol göstericiliğine bağlı olarak yol alan ulu kervanın bir parçasıdır.
İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir."
Bu da üçünçü açıklama... Buna göre, iman kafilesine öncülük yapan şu seçkin topluluk, yüce Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Bu topluluğun Allah'dan getirdiği hidayet, Peygamberimizin ve O'na inananlar için bir örnek konumundadır. O halde uyulacak tek yol göstericilik budur, sadece onun hükmüne başvurulur. Ona çağrılır ve onunla müjde verilir. Çağrılacak kimselere, "Sizden buna karşılık bir ücret istemem..." "Bu, alemler için bir öğüttür" diye iletilen mesajdır bu. Bu çağrı tüm alemlere yapılmaktadır. Herhangi bir ulusa, ırka, uzağa ya da yakına özgü kılınamaz. Çünkü bu, tüm insanlığa öğüt vermek amacına yönelik yüce Allah'ın yol göstericiliğidir. Bu nedenle onun karşılığında bir ücretin alınması söz konusu değildir. Bu işin ücreti Allah'a aittir.
Ardından ayetlerin akışı, nübüvvet ve risaleti (peygamberlik ve elçilik) inkâr edenleri kınamakta, onların, yüce Allah'ı gereği gibi değerlendiremediklerini, O'nun hikmetini, rahmetini ve adaletini tanıyamadıklarını belirterek devam etmektedir. Ayrıca son peygamberliğin önceki peygamberliklerin yolunu takip ettiğini, son olarak gelen kitabın daha önce gelen kitapları doğruladığını vurgulamaktadır. Bu açıklamalar daha önce sunduğumuz kafilenin atmosferine uygun düşmekte ve bir ahenk oluşturmaktadır.
Alıntı ile Cevapla