Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Eylül 2008, 21:03   Mesaj No:16

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

GECE İLE GÜNDÜZ


96- Sabahı açtıran O'dur. O geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir.

Şüphesiz tane ve çekirdeği yarıp yeşerten, şafağın sökmesini de sağlayan O'dur. O'dur geceyi dinlendirici, güneş ve ayın hareketlerini hesaplı, dönüşlerini ölçülü kılan. Bütün bunlar, her şeye egemen olan gücü ve her şeyi kapsayan O'nun bilgisi çerçevesinde düzenlenir.
Karanlığın içinden şafağın söküşü hareketi şekil bakımından tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesini andırmaktadır. İlk harekette aydınlığın yayılışı da tohumun tomurcuklanmasına benzemektedir. Hareket, canlılık, çekicilik ve güzellik açısından, benzerlik bakımında, her iki olay arasında ortak özellikler vardır. Ïfadede her iki olayın tabiatları ve mahiyetlerindeki ortak gerçekler göz önünde bulundurulmuş oluyor böylece.
Tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesi ile şafağın söküşü ve gecenin dinlendiriciliği arasında diğer bir ilgi söz konusudur. Şüphesiz şafağın sökmesi ve karanlığın basması ile evrendeki -ya da dünyadaki- hareket ve hareketsizlik olaylarının bitki ve hayatla doğrudan ilişkileri vardır.
Dünyanın güneşin önünde kendi ekseni etrafında dönüşü, ayın bu hacimde ve dünyadan bu uzaklıkta oluşu, aynı şekilde güneşin bu hacimde, bu uzaklıkta ve bu sıcaklıkta oluşu... Evet bütün bunlar her şeye gücü yeten otorite sahibi `Aziz' ve bilgisi herşeyi kapsayan `Alim' olan Allah'ın belirlediği ölçülerdir. Şayet yüce Allah'ın belirlediği bu ölçüler olmasaydı yeryüzünde de hayat bu şekilde ortaya çıkmazdı, tane ve çekirdekten bitki ve ağaç fışkırmazdı.
Evrenin düzeni ince bir hesapla düzenlenmiştir. Evrendeki hayatın hesabı yapıldığı gibi hayatın derecesi ve türü de belirlenmiştir. Bu evrende geçici tesadüflere yer yoktur. Hatta tesadüf olarak adlandırılan olaylar dahi bir kanuna göre meydana gelmektedirler, bir plana göre belirlenmişlerdir.
Evrendeki hayatın geçici bir istisna olduğunu, evrenin hayatı barındırmadığını, hatta hayata karşı olduğunu söyleyenler. Üzerinde hayat bulunan bu küçücük gezegenin tüm bunlara işaret ettiğini söyleyenler... Hatta `şu küçücük gezegen göstermektedir ki, şayet evrenin bir ilâhı bulunsa, bu hayatla ilgilenmeyecektir gibi tartışmaya bile değmeyecek laflar sarfeden `Bilgin' ve `Filozoflar'...
Evet bu adamlar ruhlarında yer eden sapık arzularının esiridirler. Kendilerinin ortaya koyduğu bilimin sonuçlarına bile uymazlar. İnsan bunları araştırdığında gerçeklerle yüzyüze gelmemek için kaçıştıklarını görebilir. Onlar her tarafta varlığının, birliğinin ve mutlak gücünün kanıtlarını gösteren Allah'dan kaçıyorlar. Ancak ne zaman bu gerçekle yüzyüze gelmemek için bir yol tutmuşlarsa, sonuçta hep Allah'ı bulmuşlardır. Ardından dehşet içinde kalıp başka bir yola koyulmuşlardır, tekrar Allah'la karşılaşmak üzere...
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Bir gün kiliseden ve onun adına insanları köleleştirdiği kilisenin tanrısından kaçtılar... "Sanki ürkmüş yaban eşeklerinin aslandan kaçtıkları gibi" kaçtılar. Bu geleneksel kaçışlarını çağımızın başlarına kadar sürdürdüler. (Müddessir Suresi: 50) Öyle ki, kilise kendilerini takip etmeye devam mı ediyor, yoksa kendi nefesleri kesildiği gibi onun da mı nefesi kesildi?.. Bunu görmek için arkalarına bile bakmıyorlardı.
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Çünkü kendi bilimleri bile bugün kendilerine karşı çıkmaktadır... "Nereye kaçacaksınız?"
Hayatın ortaya çıkışına ilişkin makalesinden, geçen bölümde alıntı yaptığımız tabiat bilgini Franc Allen şöyle der:
`Yeryüzünün hayata elverişli olması, tesadüf veya rastgele olmakla açıklanmayacak kadar çeşitli şekilleri kaçınılmaz kılmaktadır. Dünya uzay boşluğunda kendi ekseni etrafında dönen bir yuvarlaktır. Bu hareketiyle gece ve gündüzün ardarda gelişi gerçekleşmektedir. Aynı zamanda dünya yılda bir kere de güneş etrafında dönmektedir. Bu turun sonunda da mevsimler meydana gelmektedirler. Böylece gezegenimizin üzerinde yaşayanların, hayatlarını sürdürmesine uygun alanların genişlemesi ve güneş etrafında dönmemesi durumundan çok daha fazla bitki türlerinin ortaya çıkması görevi yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca hayat için gerekli gazları içeren bir gaz bulutu bu hareket sayesinde dünyayı sarar. Bu bulutun yüksekliği büyük bir düzeye ulaşır. (500 mili geçer).'
`Dünyamızın çevresini saran bu gaz kütlesinin yoğunluğu, saniyede otuz mil hızla düşen öldürücü gök taşlarının her gün dünyamıza ulaşmasını önleyecek bir düzeydedir. Dünyayı koruyan hava kütlesi dünyanın sıcaklığını sürekli hayata elverişli bir düzeyde tutmaktadır. Bu kütle, toprağı ölümünden sonra diriltecek yağmurun yoğunlaşması için gerekli olan su buharını okyanuslardan kıtaların içlerine doğru taşır. Nitekim yağmur tatlı suyun kaynağını oluşturmaktadır. Şayet yağmur olmasaydı yeryüzü tüm hayat belirtilerinden yoksun çıplak bir çöle dönecekti. Buradan anlıyoruz ki, hava ve yeryüzündeki okyanuslar, tabiattaki denge çarkını temsil etmektedirler.
Görülüyor ki, onlara karşı çıkan bilimsel kanıtlar oldukça fazladır. Bunlar hayatın ortaya çıkışını yorumlamada tesadüflerin çaresizliğini tam olarak gözler önüne sermektedirler. Hayatın ilk defa ortaya çıkması -gelişmesi, kalıcı olması, sonra farklı şekiller alması- için evrenin planında yer alan uygun koşulları saymak imkânsızdır. Bunlar arasında az önceki tabiat bilgininin söz konusu ettiği uygun koşullarda yer almaktadır. Bunların dışında daha birçok şekli mevcuttur. Bundan sonra tüm bunları açıklamak için güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın yönlendirip düzenlemesinden başka bir seçenek kalmıyor. Her şeyi yaratan sonra da yol gösteren O'dur. Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen O'dur.


YILDIZLAR


97- O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı. Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.

Güneşi, ayı ve yıldızlarıyla dönüp duran uzay sahnesine uygun bir sonuçlandırma. İnsanın hayatı, çıkarları ve ilgileriyle ilişkili evrenin korkunç ve ürpertici sahnesinin amacıyla, uyuşan bir tamamlayış...
"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı."
Karanın ve denizin derinlikleri insanların yıldızlarla yollarını bulabildikleri karanlıklarla doludur. Bu durum eskiden olduğu gibi şimdi de sürmektedir. Yıldızlarla yol bulmanın çeşitli yöntemleri vardır. Bilimsel keşifler ve değişik deneyimler sonucu bu yöntemlerin boyutları gelişmektedir. Bùnunla beraber kural her zaman için geçerlidir; karanın ve denizin karanlıklarında bu cisimlerle yol bulma kuralı... Bu karanlıklar ister duygularla yer etsin, ister düşünce ve fikirlerde yer etsin, durum değişmeyecektir. Kur'an'ın kuşatıcı ayeti ilk aşamalarında insanlığa bu gerçekle hitab ediyordu. Bu gerçeği doğrulayan kanıtlar insanların . pratik hayatlarında rahatlıkla gözlenebilirdi. İçte ve dışta yüce Allah'ın ortaya çıkmasını dilediği kadar birtakım evrensel sırların ortaya çıktığı günümüzde de bu gerçekle hitap etmektedir insanlığa. Aynı şekilde yüce Allah'ın bu sözünü doğrulayan kanıtlar pratik hayatlarında bulunabilir.
Kur'an metodunun insan fıtratına evrensel gerçeklerle hitap etmedeki üstünlüğü süreklidir. Ancak Kur'an bu gerçekleri birer teori olarak sunmaz, aksine birer realite olarak sunmaktadır. Bu sunuş tarzının ardında yaratıcı el, O'nun takdiri, rahmeti ve planı belirginleşmektedir. Bu sunuş tarzı akıl ve kalp üzerinde oldukça etkilidir. Sezgi ve idraki duygulandırıcı özelliklere sahiptir. İnsanı düşünmeye, incelemeye, birbirleriyle uyum arzeden büyük gerçeklere ulaşmak için bilgi ve kavrama yeteneğini kullanmaya yöneltmektedir. Karanın ve denizin karanlıklarında insanların yollarını bulmaları için yüce Allah'ın varettiği yıldızlara ilişkin ayetin sonuç bölümünde aşağıdaki değerlendirmenin yer alması bu nedenledir.
"Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Karanın ve denizin karanlıklarında yıldızlarla yol bulmak için yıldızların hareketlerini, dönüşlerini, yerlerini ve yörüngelerini bilmek gerekmektedir. Aynı zamanda tüm bunların güçlü ve hikmet sahibi yaratıcının varlığına kanıt oluşturduğunu bilecek bir kavmin varlığı da gerekmektedir. Yol bulma -daha önce söylediğimiz gibi- duyguların, akıl ve vicdanın pratik karanlıklarında yol bulmaktır. Somut yolu bulmak için yıldızları kullandıkları halde, onların işaretlerini ve yaratıcılarım gösteren kanıtlarını kavramayanlar, bu büyük yol göstericilikle doğru yolu bulamayan kimselerdir. Bunlar evren ile yaratıcısı, bu evrenin içerdiği işaretler ve O'nun yüce yaratıcısına yöneltici kanıtlar arasındaki bağı koparan kimselerdir.


İNSANIN YARATILIŞI


98- O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.

Bu sefer konu direkt ele alınmaktadır. İnsanın kendisi açısından değinilmektedir konuya... Erkek ve dişideki mahiyeti ve gerçekliği bakımından birlik arz eden insan nefsi... (Şimdiye kadar -okuduğum kadarıyla- Havva'nın Adem'in vücudundan yaratılmasına değinen güvenilir İslâmi bir kaynağa rastlamadım. Oysa kimi zaman "O sizi tek nefisten yarattı" sözü bu şekilde yorumlanmaktadır. Bana kalırsa "tek nefisten" sözüyle erkek ve gerçeklik noktasındaki birliği kastedilmektedir.) Hayat, döllenmiş hücre sayesinde çoğalmak üzere ilk adımını orada atmaktadır çünkü. İnsan nefsi erkeğin sülbündeki hücre için bir korunaktır. Dişinin rahmi de bir karargâh konumundadır.
Bundan sonra hayat gelişir ve yaygınlaşır. Bir de bakılır ki, çeşitli türler ve renkler, değişik diller ve şiveler, farklı halklar ve kabileler, sayılmayacak kadar çok örnekler ve tarzlar hayat bulundukça çoğalıp gitmektedir.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Bir tek nefisteki yüce Allah'ın sanatını kavramak için derinliğine anlayış zorunludur. Tüm örnekler ve nesiller bu tek nefisten türemiştir. Ayrıca çoğalmanın ve artmanın aracı olan döllenmenin ötesinde gözlenmiş olağanüstü uygunlukları, insanlık alemindeki erkek-dişi sayısındaki sürekli uygunluğu kavramak için bu derinliğine anlayış gereklidir. Yüce Allah'ın, üreme ve çoğalma için bir araç kıldığı evliliğin meydana gelmesi için bu denklik zorunludur. Ayrıca çocukların insanlıklarını koruyabilecekleri koşullarda yetişmesi ve insanlık haya-tının korunması için evlilik kaçınılmazdır.
Bu uygunlukların iyice anlaşılması için konuyu tüm ayrıntılarıyla uzatmamız imkânsızdır. Burası özel bir araştırmanın alanına girmektedir. Ancak biz erkek olsun, dişi olsun meninin nasıl meydana geldiğini, hayatın devamı ve sürekliliği için gerekli olan uygun sayının çokça bulunması için yeterli oranda erkek ve dişi yaratılması, gaybi bir dağıtım yoluyla nasıl gerçekleştirildiğini açıklayacağız sadece. "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'nun dışında hiç kimse bilemez" ayetini açıklarken buna değinmiştik...
"Döllenmiş yumurtanın erkek ya da dişi oluşunu belirleyen, Allah'ın takdirinin; yumurtayı dölleyen spermdeki erkek kromozomların dişi kromozomlardan çok olması veya aksi bir durumun söz konusu olması şeklinde belirmesidir." Allah'ın kaderinin bu veya öbür şekilde meydana gelmesi Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedir. Allah'ın dışında hiç kimsenin bunu bilmeye gücü yetmez.
Her defasında meydana gelen dilediğini dişi, dilediğini de erkek olarak var eden, yüce Allah'ın bu takdiridir. Böylece dişi olmaları takdir edilmiş olanlar ile erkek olmaları takdir edilmiş olanlar arasında yeryüzünde sürekli bir denge oluşturulmuş olur. Tüm insanlık düzeyinde bu dengenin bozulması söz konusu olmamıştır. Üreme ve çoğalma, bu denge sayesinde gerçekleşebilir. Ancak aynı zamanda evlilik hayatının istikrarlı olması da bu sayede mümkündür. Bunun yanında üreme ve çoğalma az sayıda erkekle de mümkün olabilir. Ancak yüce Allah, insanlık hayatında erkekle dişinin buluşmasının hedefini bu şekilde takdir etmemiştir. Tersine insanı hayvandan üstün kılan hedefi, erkekle dişi arasındaki evlilik hayatının istikrarlı olması şeklinde belirlemiştir. Bu istikrarın ötesinde de başka türlü gerçekleşmeleri mümkün olmayan hedefler gözetilmektedir. En önemlisi de neslin aile ortamında, anne ve babanın himayesinde sağlıklı bir şekilde yetişmesidir. Bu neslin özel insanî rolünü yerine getirmeye hazırlanması için bu ortam zorunludur. (Bu söylediklerimiz, insan neslinin güç elde etmesi ve hayvanlar gibi kendini koruması için hazırlanmasının ötesinde bir şeydir.) İnsan yavrusuna yüklenen özel insanî görev, hayvan yavrusundan çok daha fazla, aile ortamında anne ve baba arasında uzun süre devam edecek kalıcı beraberliği zorunlu kılmaktadır.
Bu sürekli denge yüce yaratıcının eşsiz planına, hikmetine ve takdirine kanıt oluşturmak için yeterlidir. Ancak meseleleri derinliğine anlayan bir kavim için elbette.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
Gerçekleri görmeyen, sezgiden yoksun körlere gelince; (Ki bunların başında "gaybiliği"` hafife alan "Bilimsellik" taraftarları yer almaktadır). Bunlar tüm bu işaretleri, mucizeleri görmeden ve sezmeden geçip gitmektedirler. "Her ayeti görseler bile inanmazlar O'na."
Daha sonra ayetlerin akışı yeryüzünün her köşesinde açılmış hayat sahnelerini sunmaya devam ediyor. Gözler rahatlıkla görebilir bu sahneleri. Duygular algılar, gönüller düşünüp Allah'ın sanatının güzelliklerini görür. Ayetlerin akışı bu sahneleri sunarken, evren sayfasında olduğu gibi, çeşitli tavırlarına, şekillerine ve türlerine dikkat çekiyor. Bu sahnelerde gözler önüne serilen hayatın gelişimi ile ve hayatı var eden güce yönelik kanıtlarla vicdanlar harekete geçirilmektedir. Nitekim gönül, bu sanatın güzelliğini ve üstünlüğünü onaylamaya ve bu güzellikten yararlanmaya yöneltilmektedir.


SU VE DOĞA


99- O ki, gökten suyu indirdi Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık, her bitkiden yeşil sürgün çıkardık, bu yeşil sürgünden taneleri üst üste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız. Bu meyvaların kimi birbirine benzer, kimi de benzemez. Bunların meyvalarına bir hamken ve bir de olgunlaşınca bakınız. Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok ibret dersi vardır.

Kur'an-ı Kerim'de, hayattan ve bitkilerin yeşermesinden söz edildiğinde, çok kere sudan da söz edilmektedir.
"O ki, gökten suyu indirdi. Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık."
Bütün bitkilerin yeşermesinde suyun önemli bir rol oynadığı ortadadır. İlkel, uygar herkes bu işlevi bilir ve cahil, bilgin herkes anlar bunu. Ancak suyun üstlendiği rol, gerçekte Kur'an'ın genel olarak tüm insanlara hitab ederken belirlediğinden çok daha önemli ve daha boyutludur. Bir kere su -Allah'ın takdiriyle yeryüzündeki toprağın, bitkilerin gelişmesine elverişli olmasında önemli bir görev üstlenmiştir. Şayet yeryüzünün bir dönem kızgın alev olduğunu, sonra da tarıma elverişli topraktan yoksun sert bir yüzeye dönüştüğünü, ardından su ve atmosferdeki etkenlerin yardımıyla yumuşak toprağa dönüştüğünü ileri süren teoriler doğruysa; su, topraktan bitki yeşermesine eşlik etmektedir. Bu da, havada yıldırım çakması sonucu meydana gelen elektrik akımıyla birlikte nitrojen ve azotun toprağa düşmesiyle meydana gelmektedir. Nitrojen suda çözülmeye elverişli bir element olup, toprağa yeniden verimlilik kazandırmak için yağmurla birlikte düşer. Aynı zamanda bu, insanların yapımında evrensel yasaları taklit ettikleri bir gübredir. Bu gübre şu anda dahi aynı yöntemle elde edilmektedir. Bu madde toprakta yer alacak olursa, yeryüzü bitkilerden yoksun kalacaktır.
"Her bitkiden yeşil sürgün çıkardık. Bu yeşil sürgünden taneleri üstüste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız."
Her bitki bir yeşillik olarak gelişmeye başlar. Ayette geçen (hâdiren) "yeşillik) kelimesi (ehğdare) "yeşil" kelimesinden hem etki, hem de derin yakınlık bakımından daha kapsayıcı bir özelliğe sahiptir; işte bu yeşil bitkiden "üstüste binmiş taneler" başaklar ve benzerleri gibi. "Hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar..." ifadede yer alan "Gınvan" kelimesi "Ganvun"un çoğuludur ve küçük dal anlamına gelmektedir. Hurma için kullanıldığı zaman, meyveyi taşıyan salkım anlamına gelmektedir. Dolayısıyle (Gınvanun) "salkım" kelimesi ile (Daniye) "sarkan" sıfatı birlikte, hoş ve sevecen bir ortam meydana getirmektedirler. Aslında sahnenin tümüne son derece yumuşak ve sevimli bir atmosfer egemendir:
"Üzüm bağları..." "Zeytin ve nar..." Dalları ve kökleriyle birlikte "birbirine benzeyen benzemeyen" tüm bu bitkiler... "Mahsul verdiklerinde mahsullerine, olgunlaşmalarına bir bakın..." Önsezili bir duygu, uyanık bir kalple bakın. Tamamen olgunlaştığı zaman parlaklığına, çekiciliğine bakın. Bakın da güzelliğinden yararlanın. Dikkat edilirse, "meyve verdiğinde meyvelerinden yiyin" denmiyor da "meyve verdiğinde meyvelerine ve olgunlaşmalarına bakın" denmektedir. Çünkü konu "güzellik" ve "güzellikten zevk almakla" ilgilidir. Sözkonusu edilen Allah'ın ayetlerini düşünme ve olanca genişliğiyle hayat alanında O'nun sanatının güzelliğini algılamadır.
"Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok ibretler vardır." İnsanın kalbini açan, görüşünü aydınlatan, fıtrattaki alıcı ve verici cihazları uyaran imandır. İman sayesinde insan bünyesi varlık bütününe bağlanır. İman, her şeyin yaratıcısı olan Allah'a inanmaya yöneltir vicdanı. Aksi takdirde kalpler kilitlenmiş, basiretler körelmiş ve fıtratlar dejenere olmuş demektir. Bu nedenle bunca güzellikleri ve mucizeleri hissetmeden, algılamadan geçip giderler!
"Sadece işitenler karşılık verebilir." (En'am Suresi: 32)
Bunca mucizeyi ancak mümin olanlar kavrayabilir.
Ayetlerin akışını bu noktaya varana kadar insan kalbine, Allah'ın varlığının, birliğinin, gücünün ve eşsiz planının kanıtlarını içeren varlık safhalarını sunmuştu. Vicdan, bu duygùlandırıcı evrensel havayı solumuş, gönül, her canlıda çarpan ve yüce yaratıcının sanatının olağanüstülüğünü dile getiren varlık bütünü kalbine bağlanmıştı. Evet, akış bu noktaya vardığında, "şirk" ve "şirk koşmayı" sunmaya başlıyor. Öyle ki, varlığın yaratıcısına inanan ve ona bağlanan bu atmosferde, şirk olayı son derece garip bir olay olarak beliriyor. Müşriklerin asılsız kuruntuları kalpleri ve akılları tiksindirecek bir tarzda sunuluyor. Peşinden de beklemeksizin bir konuma varıyor. Zaten oluşan atmosfer de buna müsaittir!


MÜŞRİK CİNLER


100- Müşrikler cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa cinleri yaratan O'dur. Körükörüne, hiç yoktan O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Haşa O, onların uydurdukları sıfatlardan uzak ve yücedir.

Arap müşriklerinden kimisi cinlere ibadet ederdi. Bununla beraber cinlerin ne olduğunu bilmezlerdi. Sadece birtakım asılsız putçu kuruntuya dayanırlardı. İnsan mutlak tevhitten bir karış dahi sapmaya görsün, artık bu sapıklık giderek büyür ve başlangıçta kâle alınmayacak kadar küçük olan sapma açısı gittikçe genişler. Nitekim bu müşrikler de önceleri Hz. İbrahim'in (selâm üzerine o(sun) dinine bağlıydılar. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bölgeye getirdiği tevhid dini... ancak onlar bu tevhitten saptılar. Kuşkusuz başlangıçta bu sapma önemsizdi. Gittikçe de bu iğrenç düzeye ulaşmıştı. Öyle ki, cinleri Allah'a eş koşacak kadar alçalmışlardı. Oysa cinler de herkes gibi O'nun yaratmış olduğu varlıklardır.
"Müşrikler cinleri Allah'a ortak koştular. Halbuki cinleri O yaratmıştır."
Değişik cahiliye toplumlarında yer alan birçok putçu düşüncede şeytan fikrini andıran kötü varlıklara inanıldığı bilinmektedir. Bu varlıklardan korkup (ister kötü ruhlar, ister kötü kişiler olarak algılansın), kötülüklerinden korunmak için kurbanlar sunmuş, sonra da ibadet etmişlerdir.
Arap putperestliği de, bu tür kötü düşünceleri barındıran bozuk putperestliklerden biridir. Cinlere ibadet etmek ve onları yüce Allah'a ortak koşmak suretiyle onlara benzemektedirler. (Kelbî "kitab-el-esnam"da "Huzzae" kabilesinden Melihoğulları'nın cinlere taptıklarını anlatır.)
Kur'an'ın akışı onları, bu inancın gülünçlüğüyle yüzyüze getirmektedir. Ancak tek bir cümleyle...
"Halbuki cinleri O yaratmıştır."
Evet tek bir cümle... Ancak bu düşüncenin gülünçlüğünü ifade etmek için yeterli oluyor bu kelime... Onları "yaratan" yüce Allah olduğuna göre, ilâhlık ve Rabblıkta nasıl O'na ortak olabilirler?
Onların sapıkça iddiaları bununla da bitmiyordu. Putçu düşüncenin asılsız kuruntuları birkere başladı mı sapıklıkta sınır tanımaz çünkü. Yüce Allah'ın, oğullarının ve kızlarının da bulunduğunu iddia ediyorlardı.
"Körükörüne, hiç yoktan O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar."
Ayette geçen uydurmalar anlamındaki harakal kelimesinin özel bir vurgusu ve havası vardır. Yırtılıp parçalanan yalanın doğuş tablosunu çizmektedir adeta.
Yüce Allah'ın oğullarının olduğunu uydurdular. Yahudiler Uzeyr'in hristiyanlar İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu uydurdular. Bir de kızlarının olduğunu ileri sürdüler. Nitekim müşrikler, melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlardı. Onların dişi varlıklar olduklarını ileri sürüyorlardı. Tabii ki, hiç kimse neden dişi olduklarını bilmiyordu. Dolayısıyla bu iddiaların tümü herhangi bir bilgiye dayanmıyordu. Bütünüyle bilgisizce söylenmiş sözlerdi:
"Haşa O, onların uydurdukları sıfatlardan çok uzak ve çok yücedir."
Sonra ayetlerin akışı bu yalanlarını, ilâhlık gerçeğine ilişkin sapıkça düşüncelerini ele almakta ve düşüncelerindeki tutarsızlığı ortaya çıkarmak suretiyle bu sapıklıklarını tartışmaktadır.


HER ŞEYİN YARATICISI


101- O göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Eşi olmadığına göre, çocuğu nasıl olabilsin ki? Her şeyi O yarattı ve O her şeyi bilendir.

Kuşkusuz şu varlık bütününü yoktan varedenin kendisinden sonra yerine geçecek birine ihtiyacı yoktur. Yerine geçecek birinin olması geçici kimselerin beklentisidir. Zayıfların dayanağıdır. Hiçbir şey yaratamayanların hoşlanacağı bir duygudur.
Üstelik onlar çoğalmanın kuralını biliyorlar; kişinin cinsinden dişi bir éşinin olması lâzım. Allah'ın bir eşi bulunmadığı halde nasıl çocuğu olabilir ki? O, tektir-birdir. O'na benzer hiçbir şey yoktur. Evlilik olmadan neslin olması söz konusu olabilir mi?
Bu bir gerçektir. Ancak bütün bunlar onların düşünce düzeylerini gözler önüne sermektedir. Ayetlerin akışı onların hayatlarından ve her zaman gördükleri şeylerden örnekler vererek hitap etmektedir. Ayetlerin akışı onlara hitap ederken, şirkin bütün gölgesini bertaraf etmek için `yaratılış' gerçeğine dayanmaktadır. Çünkü hiçbir zaman yaratılmış biri yaratıcının ortağı olamaz. Yaratıcı gerçeği yaratılmışın gerçeğinden farklıdır. Nitekim onları yüce Allah'ın mutlak ilmiyle de yüzyüze getirmektedir. Buna karşılık birtakım asılsız kuruntu ve zandan başka bir şey ileri süremezler.
"Her şeyi O yaratmıştır."
"Ve O her şeyi bilendir."
Ayetlerin akışı, daha önce, yüce Allah'ın oğullarının ve kızlarının bulunduğuna ve Allah'ın yarattığı cinlerin O'na ortak olduğuna ilişkin düşüncelerinin tutarsızlığını ortaya çıkarmak için müşrikleri, her şeyin Allah tarafından yaratıldığı gerçeğiyle yüzyüze getirdiği gibi bu sefer de kendisine ibadet edilen, boyun eğilen, itaat edilen, bir hayat nizamı olarak dinine uyulan zatın her şeyin yaratıcısı olduğunu belirlemek için yine aynı gerçeğe dayanmaktadır. O halde, O'ndan başka ilâh yoktur. O'nun dışında bir Rabbın varlığı söz konusu değildir!


ALLAH'DAN BAŞKA İLÂH YOKTUR


102- İşte Rabbimiz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur, o halde sırf O'na kulluk ediniz, her konuda dayanılacak tek merci O'dur.

Yüce Allah'ın yaratıcı olarak tekliği, mülkün sahibi olarak tekliğini doğurmaktadır. Dolayısıyle yaratmada ve mülkün sahibi olmada tek olan, yarattıklarının rızkını vermede de tektir. O, yarattıklarının yaratıcısı ve sahibi olduğuna göre, hiç kimsenin ortaklığının söz konusu olmadığı mülkünden onları rızıklandırandır da. İnsanların elde ettiği ve yararlandığı her şey, yüce Allah'a özgü olan bu mülktendir. Bu gerçekler; yaratma, mülk ve rızıklandırma gerçekleri açığa kavuştuğu zaman beraberinde de -zorunlu olarak ve kesinlikle- Rabblığın da O'na ait olması gerçeğini getirir. Dolayısıyla egemenlik, yönlendirme, boyun eğilen ve itaat edilen otorite, kulların birleştikleri hayat düzenini belirleme gibi Rabblığın özellikleri de O'na özgü kılınmış olur. O halde itaat, boyun eğme ve teslim olma gibi tüm anlamlarıyla birlikte kulluk, sadece O'na yönelik olmalıdır.
Cahiliye döneminde Araplar, bu evrenin ve insanların yaratıcısının insanları, onun ötesinde kulların yararlanabilecekleri bir mülkün söz konusu olmadığı mülkünden, rızıklandıranın, yüce Allah olduğunu inkâr etmiyorlardı. Materyalist Grek filozoflarından oluşan küçük bir azınlık dışında diğer cahiliye toplumlarında da bu gerçeklerin inkârı söz konusu değildi. Dolayısıyla bugün eski Yunan'da bilindiğinden daha fazla yaygınlık kazanan bu materyalist ekoller mevcut değildi. Bu yüzden İslâm, Arap cahiliyesinde, Allah'a yaklaşmak amacıyla birtakım kulluk davranışlarıyla sahte tanrılara ibadet etmek ve insanların hayatına hükmeden yasa ve gelenekleri belirlemek için başvurulan merci noktasında ortaya çıkan sapmanın dışında bir durumla karşılaşmamıştır. Daha doğrusu günümüzde kimi insanların söylediği ya da bir bilgi, hidayet ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın şımarıkça ileri sürdüğü gibi, Allah'ın varlığına ilişkin bir inkâr söz konusu değildi.
Doğrusu günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların bir azınlık olduğu doğrudur. Azınlık olmaya da devam edeceklerdir. Esas sapma, cahiliyede olduğu şekliyledir. O da, hayata ilişkin konularda yasalar edinmek için Allah'dan başkasına başvurmaktır. İşte, hem Arap cahiliyesinin, hem de diğer tüm cahiliye düzenlerinin dayandığı geleneksel temel şirk budur.
Günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu yapan bu kural dışı azınlık bilimsellik iddiasıyla ortaya atılmasına rağmen, hiçbir şekilde "bilim"e dayanmamaktadır. Çünkü insan bilgisi dahi böyle bir inkârı açıklayamamaktadır. Ne bilimden, ne de evrenin yapısından bir kanıt elde edememektedir. Bu sadece bir pisliktir. Başlıca nedeni de kiliseden ve dini hiçbir esasa dayanmaksızın O'nun adına insanları köleleştirdikleri kilisenin tanrısından kaçıştır. Ayrıca Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların fıtratlarında da bir eksiklik söz konusudur. insan bünyesinin başlıca görevlerini yerine getirememesi bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim yapısal bir değişikliğe uğramış kimi yaratıklarda durum bundan ibarettir.
Bununla beraber -hayatın ortaya çıkışı gibi- yaratılış ve ona egemen kader gerçeği, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığını isbat etmek için söz konusu edilmez. Çünkü O'nun varlığını tartışma konusu yapmak Kur'an'ın ciddiyetine yakışmaz, saçma bir durumdur. Sadece insanları doğruluğa yöneltmek için söz konusu edilir bu gerçekler. Böylece yüce Allah'ın ilâhlık, Rabblık, yöneticilik ve hayatın tümüne egemenlik noktasında birlenmesinin, ayrıca hiçbir şeyi ortak koşmadan tek başına O'na kullukda bulunmalarının zorunluluğu gibi insanlardan, bu gerçeklerin gereklerini yerine getirmeleri istenmektedir.
Buna rağmen -hayatın ortaya çıktığı gibi- yaratılış ve ona egemen kader gerçeği, Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların yüzüne kahredici bir kanıt olarak çarpmaktadır. Buna karşılık, gösteriş yapmaktan ve kimi zaman bunamanın sınırına varan şımarıklıktan başka bir şey gelmez ellerinden.
"İnsan Yalnızdır" ve "Çağdaş Dünyada İnsan" kitaplarının yazarı Julian Hauxley (Modern Darvinizmle uğraşan çağdaş İngiliz biyolog) bunak şımarıklardan biridir. İşte bu adam yalnızca sapık arzularına dayanarak birtakım şeyler söylemektedir. "Çağdaş Dünyada İnsan" kitabının, "Uydurma Bir Sorun Olarak Din" bölümünde şunları söylemektedir:
"Fen, mantık ve psikoloji bilimlerinin gelişmesi sonucu, tanrı fikrinin yararsız bir varsayım olduğu bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Doğa bilimleri tanrıyı akıllarımızdan kovmuştur. Artık evreni düzenleyen bir hükümran olarak gizlenmiştir. "İlk sebep" ya da genel bir gizli esasa dönüşmüştür."
"Felsefenin Övünçleri" kitabının yazarı Will Durant (Filozofluk taslayan bir Amerikalı) şunları söylemektedir:
Felsefe Tanrı'dan söz etmektedir, ancak teologların evrenin dışında tasavvur ettikleri tanrıdan değil elbette. Felsefenin tanrısı, alemin yasası, iskeleti, hayatı ve dileyişinden ibarettir.- "Bunlar söylenecek laflar değil ama, söylenmektedir işte."
Karanlıklarda yüzen bu insanları Kur'an'ımıza göre yargılamayacağız elbette. Ve bu onları Kur'an'ın yol göstericiliğiyle hareket eden akıllarımıza göre değerlendirmemiz söz konusu değildir. Sadece onları az da olsa ciddiyet ve akıl kullanmak suretiyle bu sorunu ele alan meslektaşları "bilgin"ler ve insan aklının ürünü bilimlerle karşı karşıya getirmek istiyoruz.
Cornel Üniversitesi'nden doktora sahibi, Dault Üniversitesi Tabii Bilimler Bölüm Başkanı kimyager matematikçi John Kleyflant Cautran, "Çağdaş Dünyada Allah Tecelli Ediyor" kitabında yer alan "Kaçınılmaz Sonuç" adlı makalesinde şunları söylemektedir:
"Acaba akıl sahibi bir kişi, akıl ve hikmetten yoksun maddenin yalnızca tesadüfler sonucu kendi kendine oluştuğunu düşünebilir mi? Böyle bir şeyi aklına getirebilir mi? Buna inanması mümkün mü? Ya da maddenin bu düzen ve kanunları meydana getirdiği sonra da kendisine empoze ettiğini iddia edebilir mi? Hiç kuşku yok ki, buna verilecek cevap olumsuz olacaktır. Madde enerjiye dönüşürken ya da enerji maddeye dönüşürken belirli kanunlara göre hareket etmektedir. Üretilen madde de kendisinden önce var olan maddenin uyduğu kanunlara uymaktadır."
"Kimya bilimi kimi maddelerin yok olmaya, ortadan kalkmaya yüz tutmasının mahiyetini bize göstermektedir. Ancak kimi madde büyük bir hızla yok olmaya yönelirken, diğer bir kısmı da daha düşük bir hızla yok olmaya yüz tutmaktadır. Buna göre madde sonsuz değildir. Bu demektir ki, öncesiz de değildir. O halde bir başlangıcı vardır. Kimya ve diğer bilimin tanıklığıyla, maddenin başlangıcının yavaş yavaş ya da aşamalı olmadığı, aksine birden bire olduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta bilim, bu maddelerin oluştukları sürenin sınırlarını da belirleyebilir. Buradan anlaşılıyor ki, şu maddi dünyanın yaratılmış olması bir zorunluluktur ve yaratıldığından beri de belirli evrensel yasa ve kurallara göre hareket etmektedir. Burada tesadüf unsuruna yer yoktur.(Daha önce bilimin vardığı tüm sonuçların zanna dayandığını açıklamıştık. Biz bu sözleri İslâm'ın doğruluğuna bir kanıt olsun diye aktarmıyoruz. Sadece bilime dayananlara, onu delil kabul edenlere göstermek için anlatıyoruz.)
"Şu maddi dünya kendisini yaratmaktan ya da uyacağı yasaları belirlemekten aciz olduğuna göre, yaratılış olayının maddi varlığın dışında bir güç tarafından gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda bütün kanıtlar gösteriyor ki, bu yaratıcının akıl ve hikmet sahibi biri olması da gerekmektedir. Ancak özgür irade olmadığı sürece -tıp, psikoterapi alanında olduğu gibi- akıl, maddi dünyada birşey yapamaz. Özgür irade sahibi birinin de kendi başına varolması gerekmektedir. Aklımızın kabul etmemizi zorunlu gördüğü kesin ve mantıksal sonuca göre, bu evrenin bir yaratıcısının olmasıyla iş bitmiyor. Bu yaratıcının hikmet sahibi, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten olması da zorunludur. Bu evreni yaratıp düzenlemesi ve yönetmesi için kaçınılmazdır bu. Bu yaratıcının varlığı sürekli olmalıdır. Varlığının kanıtları her taraftan görülebilmelidir. Bundan dolayı makalenin başlangıcında işaret ettiğimiz gibi şu evrenin yaratıcısı ve yönlendiricisi olan Allah'ın varlığına teslim olmaktan başka seçenek yoktur."
Lord Ceilwent döneminden beri bilim, öylesine büyük ilerlemeler kaydetmiştir ki, daha önce söylediklerini her zamankinden daha çok onaylıyoruz: "Şayet derin düşünürsek, bilim bizi Allah'a inanmaya zorlayacaktır."
Biyoloji bilgini Frank Allen adı geçen kitapta yer alan "Evrenin Oluşumu Tesadüf Sonucu mu Yoksa Bir Hedefe mi Yöneliktir" adlı makalesinde şunları söylemektedir: .
"Çok defa söylemişlerdir: Şu maddi evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur. Ancak biz evrenin varlığını kabul ettiğimiz zaman, varlığını neyle açıklayacağız? Bu soruya cevap olabilecek dört ihtimal bulunmaktadır:
a) Bu evren sadece vehim ve hayalden ibarettir. Ancak bu, evrenin varlığına ilişkin kabul ettiğimiz önermeye ters düşmektedir.
b) Bu evren kendi kendine yoktan var olmuştur.
c) Bu evren öncesizdir, var oluşunun bir başlangıcı yoktur.
d) Evrenin bir yaratıcısı vardır.
Alıntı ile Cevapla