Durumu: Medine No : 16627 Üyelik T.:
11 Şubat 2012 Arkadaşları:2 Cinsiyet: Yaş:48 Mesaj:
4.079 Konular:
315 Beğenildi:49 Beğendi:0 Takdirleri:149 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri -De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir. -"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben müslümanların ilkiyim." -De ki; "Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü bildirecektir." -Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer bazılarınızdan üstün kılan O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması gecikmesizdir, aynı zamanda O bağışlayıcı ve merhametlidir. (En'am Suresi: 161-165) Kuşkusuz bütün bunlar dünya-ahiret, diriler-ölüler, amel-ceza, kulluk ve hayat tarzına ilişkin inanç ve dinin kapsamına giren sorunlardır. İlâhî sunuş tarzı bütün bunları günlük yaşamın en basit olaylarında, yiyecek ve içeceklerinde ortaya çıkan hakimiyet ve kanun koyma problemi üzerine şu ulu, ürpertici ve aynı zamanda sevecen bir değerlendirme yapmak için biraraya getirmiştir. Çünkü en geniş alanları ve önemli konumlarıyla ilâhlık ve Rabblık davası budur. Ve işte yüce ilâhî kaynağın insanlara sunduğu şekliyle İslâm... -Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. -Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak. -Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. (En'am Suresi: 111-113) Birinci ayet, yedinci cüz'ün sonunda yer alan geçen bölümü bütünleyici niteliktedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinin peygamberi doğrulamak için mucize göstermeyi önermeleri ve şayet bu mucizeleri gösterecek olursa, kesinlikle inanacaklarını tekrar tekrar yemin ederek belirtmeleriyle ilişkilidir. Öyle ki, bazı müslümanlar içten içe "Keşke yüce Allah isteklerine karşılık verseydi" demişlerdi. Hatta Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) gidip, müşriklerin teklif ettikleri mucizeleri göstermesini Rabbinden dilemesini istemişlerdi. Nitekim bölüm bütünüyle bu şekilde sunulmuştu: -Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir." Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar. -Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız. -Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez. (En'am Suresi: 109-111) Yedinci cüz'ün sonunda bu ayetlerden söz edilmişti. Şimdi ise; bu ayetlerin genel anlamda içerdiği, ancak oradaki açıklamada yer almayan bazı gerçeklerden söz edeceğiz. Birinci gerçek: İman veya küfür, hidayet veya sapıklık... gerçeği gösteren belgeler ve kanıtlarla ilişkili değildirler. Çünkü gerçeğin kendisi bir kanıttır. İnsan kalbinin üzerinde bir etkinliğe sahiptir. Kalp gerçeği kabul eder, onunla tatmin olur, ona boyun eğer. Ancak gerçekle insan kalbinin arasına giren birtakım diğer engeller söz konusudur. İşte bu engellerin mahiyetini yüce Allah, müminlere şu şekilde açıklamaktadır: "...Hem bilmiyor musunuz ki, eğer onlar (yani kanıtlar ve mucizeler) gelse yine inanmazlar." "Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız." İlk defa meydana gelenin, onları doğru yola girmekten alıkoyanın -mucize geldikten sonra- tekrar meydana gelmesi ve onları bu sefer de doğru yola girmekten alıkoyması mümkündür. Kuşkusuz inanmaya yöneltici işaretler hem insan kalbinde hem de gerçeğin kendisinde gizlenmiştir: Dış etkenlerle bir ilişkisi söz konusu değildir. O halde bütün çabalar, bu kalbi felâketlerden ve engellerden kurtarmaya yöneltilmelidir. İkinci gerçek: Hidayet ve sapıklık konusunda son mercii Allah'ın iradesidir. Bu irade, başlangıçta bir süre seçme ve yönelme özgürlüğünü vererek insanı sınamayı, bu süreyi de insanın denendiği ve sınandığı bir süre kılmayı öngörmüştür. Kim bu özgürlüğü, doğru yola, onu bulmaya ve onu azarlamaya yönelik kalbi yönelişte kullanırsa -o esnada doğru yolun nerede olduğunu bilmese dahi- Allah'ın iradesi onun elinden tutmayı, ona yardım etmeyi, kendi yolunu göstermeyi öngörmüştür. Aynı şekilde kim bu özgürlüğü, doğru yoldan kaçmak, gerçeğe götüren kanıtlardan ve işaretlerden yüz çevirmek uğruna kullanırsa, Allah'ın iradesi onu saptırarak yoldan uzaklaştırmayı ve karanlıklar içinde çarpılmış durumda bırakmayı gerektirmiştir. Kuşkusuz, Allah'ın iradesi ve kaderi bütün durumlarda insanı kuşatmıştır. En sonunda her işin dönüşü de O'nadır. Ayetlerin akışında yer alan şu ifade bu gerçeğe işaret etmektedir: "Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini, iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız." Şu ayeti kerime de buna işaret etmektedir: "Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez." Bu bölümden önce yer alan şu ifade de bu gerçeğe işaret etmektedir: "Rabbinden sana gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh. yoktur. O'na ortak koşanlardan yüz çevir." "Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına koruyucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili ve davranışlarının sorumlusu da değilsin." (En'am Suresi: 106-107) Şu bölümde yer alan aşağıdaki ayette de bu işaret vardır: "Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak." O halde her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Onların doğru yolu bulmamalarını dileyen O'dur. Çünkü onlar hidayetin yolunu tutmadılar. Yine onlara, denemek üzere bu kadar serbestlik tanımayı dileyen O'dur. Doğru yolu bulmak için çabaladıkları zaman doğru yolunu gösteren, sapıklığı tercih ettiklerinde de onları saptıran O'dur. İslâm düşüncesinde yer alan ilâhî serbest irade ile insanlara verilen bu kadarlık seçme özgürlüğü ile sınanmaları için kendilerine bırakılan bu alan arasında bir çelişki söz konusu değildir. Üçüncü gerçek: Allah'ın buyruklarına uyanlarla isyan edenler, O'nun kontrolü altındadırlar. Gücü ve egemenliği karşısında birdirler. Kulların işlerini yönlendirmeye ilişkin yasalarla cereyan eden ilâhî iradeye uygun Allah'ın kaderi olmaksızın onlardan hiçbiri herhangi bir şey yapma imkânına sahip değildir. Ancak müminler, -kendilerine verilen seçme özgürlüğü oranında- kendi içlerinde, hücrelerinin hareketlerinde, organik ve psikolojik oluşumlarında, Allah'ın egemenliğine zorunlu olarak ister istemez boyun eğişleri ile bilgiye, hidayete ve serbestliğe dayalı olarak, kendilerini zorunlu gördükleri isteğe bağlı boyun eğişleri arasında bir uyum meydana getirirler. Bundan dolayı bizzat kendi kendisiyle barış içinde yaşar mümin. Çünkü hem zorunlu, hem de isteğe bağlı yönü tek bir kanuna, tek bir otoriteye, tek bir hakimiyete uymaktadır. İsyan edenlere gelince; onlar Allah'ın fıtrî yasasına uymak zorundadırlar. Bu yasa onları zorlamakta, ancak onlar bedensel oluşumları ve fıtrî ihtiyaçları bakımından bu yasaların dışına çıkamazlar. Bununla beraber kendilerine serbestlik tanınan alanda, O'nun hayat metodunda ve şeriatında somutlaşan Allah'ın egemenliğinden kaçmaktadırlar. Bu kopukluktan dolayı kişiliklerinde bir bedbahtlık yaşarlar. Bütün bunlara rağmen unlar Allah'ın kontrolü altındadırlar, hiçbir alanda O'nu aciz bırakamazlar. O'nun takdiri olmadıkça hiçbir şey yapamazlar. Bu üçüncü gerçek, surenin geri kalan kısmında ele alınan sorun açısından özel bir öneme sahiptir ve bu gerçek farklı şekillerde, değişik yerlerde tekrarlanmaktadır. Çünkü tümüyle bu bölüm -daha önce de açıkladığımız gibi- ilâhlık konusunu ve insan hayatı ve insanların uydukları kanunlar üzerinde ilâhlığın egemenliğini ele almaktadır. Bu nedenle surenin akışı, egemenliğin tümüyle Allah'a ait olduğunu belirtme noktasında yoğunlaşmaktadır. Hatta Allah'ın sisteminden ve şeriatından kaçan isyancıların oluşumları üzerindeki egemenlik de Allah'a aittir. Onlar, Allah'ın dilemesi dışında O'nun dostlarına herhangi bir eziyette bulunamazlar. Bir kere onlar kendilerine hakim olmaktan acizdiler, müminlere nasıl egemen olabilirler? Gerek Allah'ın buyruklarına uyanlar, gerekse isyan edenler için dilediğini onunla yaptığı Allah'ın iradesidir her şeye egemen olan. "Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileriyle konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez" ayetinin tefsirinde Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi şunları söylemektedir: (Yüce Allah Peygamberi Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) şunu söylüyor: Ey Muhammed, putları ve heykelleri Rabblerine denk tutan sonra da sana, "Şayet bize bir kanıt gösterecek olursan kesinlikle sana inanacağız" diyenlerin iflah olacaklarından ümidini kes. Çünkü onlar için melekleri indirsek, gözleriyle görseler, sonra bir kez de peygamberliğine bir kanıt oluşturmaları için ölüleri diriltsek de onlarla konuşsalar ve söylediklerinde haklı olduğunu, onlara getirdiğin şeyin Allah katından bir gerçek olduğunu bildirseler ve yine her şeyi biraraya getirsek ve onları senin karşına koysak (Yani "emrine versek) -Allah'ın hidayete ermesini dilediği kimsenin dışında- sana inanmayacaklardır, seni doğrulamayacaklardır, sana uymayacaklardır. "Fakat çoğu bunu bilmez." Şöyle diyor yüce Allah: Ancak bu müşriklerin çoğu bunun böyle olduğunu bilmez. Sanıyorlar ki; inanmak onlara kalmıştır, kâfir olmak onların elindedir; diledikleri zaman inanırlar, diledikleri zaman kâfir olurlar. Durum böyle değildir. Bu benim elimdedir. Doğru yola ilettiğim ve bunda başarılı kıldığım dışında hiçbiri inanamaz. Doğruluktan uzaklaştırıp saptırdığımdan başkası kâfir olamaz.) Burada İbni Cerir'in açıkladığı bu temel prensip doğrudur, ancak daha fazla açıklamayı gerektiriyor. Nitekim hidayet, sapıklık, Allah'ın iradesi ve insanın çabası hakkındaki Kur'an ayetlerine dayanarak konuya değinmiştik. Kuşkusuz inanmak ve kâfir olmak sonradan olan bir şeydir; ve şu varlık bütününde sonradan olan her şey ancak Allah'ın kaderi uyarınca meydana gelmektedir: "Şüphesiz biz her şeyi bu kader doğrultusunda yaratmışız." (Kamer Suresi: 49) Falanın inanması, falanın da kâfir olması şeklinde ortaya çıkan kaderin dayandığı temel kanuna gelince; ayetler bunu açıklamaktadır. Buna göre insan, bir miktar serbestlikle yöneliş noktasında sınanmaktadır. Doğru yola yöneldiğinde ve bu uğurda çaba sarfettiğinde, Allah ona yol göstericilik yapacaktır. Hidayete ermesi Allah'ın kaderi uyarınca gerçekleşecektir. Aynı şekilde sapıklığa yönelip, doğru yoldan kaçındığında, Allah onu saptıracaktır. Sapıklığı Allah'ın kaderi doğrultusunda meydana gelecektir. İnsan her iki durumda da Allah'ın kontrolü ve egemenliği altındadır. İnsanın hayatı, Allah'ın serbest iradesine göre hareket eden kader ve yine O'nun serbest iradesiyle belirlediği kanun uyarınca sürmektedir. Bundan sonra, surenin devam eden akışında iki ayet yer alıyor. Bunlar bir açıdan açıklamayı tamamladığımız geçen bölümün hedeflediği anlam ve gerçekleri bütünlemektedirler. Bir açıdan da yetki, şeriat ve egemenliğe ilişkin inanç sorunlarına hazırlık oluşturmaktadırlar. Nitekim surenin geri kalan kısmında bu sorunlar işlenmektedir. 112- "Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak. " 113- "Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. " İşte böyle... Tıpkı, inanmalarını mucizelerin gösterilmesi şartına bağlayan, evrende ve insanın içinde yer alan hidayete götürücü kanıtlardan ve işaretlerden yüz çeviren o müşrikler hakkında takdir ettiğimiz gibi, bütün kanıtlar teker teker gösterilse bile onlarda iman olayı gerçekleşmeyecektir. Aynı şekilde bunlar hakkında da takdir ettik. Her peygamberin insanlardan ve cinlerden oluşan düşmanlarının olmasını takdir ettik. Bunların birbirlerini aldatmak, peygamberlere ve hidayete karşı savaşmak için kandırmak hususunda birbirlerine yaldızlı sözler fısıldamalarını takdir ettik. Ayrıca ahirete inanmayan, bu tür sözlerden hoşlanan, peygamberlere ve hakka düşmanlık yapan, yeryüzünde sapıklık ve bozgunculuk yaymak gibi kötülükleri işleyen grupların bu yaldızlı sözlere kulak vermelerini de takdir ettik. Kuşkusuz tüm bunlar, Rabbinin iradesi uyarınca O'nun kaderine göre meydana gelmektedir. Şayet Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O'nun iradesi bundan farklı da olabilirdi. Kaderi bütün bu olanlar dışında cereyan edebilirdi. O halde, tüm olup bitenlerde tesadüf söz konusu değildir. Bu olanlar üzerinde insanların bir etkinlikleri olmadığı gibi, buna güçleri de yetmez. Yeryüzünde peygamberler ve beraberlerindeki gerçekle insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların batıl düşünceleri, yaldızlı sözleri ve gururları arasındaki bu bitmez tükenmez savaş böylece açıklandığı zaman... Yeryüzünde süren bu çatışmanın Allah'ın iradesi uyarınca ve O'nun kaderi doğrultusunda gerçekleştiği açığa kavuşunca, yeryüzünde meydana gelen bu olayın mahiyetini ve arka planındaki gücü kavradıktan sonra, müslümanın bunun ötesindeki hikmeti düşünmeye yönelmesi gerekmektedir: "Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler." İrademiz ve takdirimiz doğrultusunda her peygambere kimilerini düşman yaptık. Bu düşman, insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanlardır. Şeytanlık; azdırmak, saptırmak ve kötülüğe yönlendirmektir ki, insanlar için geçerli olduğu gibi cinler için de geçerli bir sıfattır. Cinlerden azgınlık yapan, kötülüğe ve sapıklığa yöneltenler şeytan diye nitelendirildikleri gibi, azgınlaşan, insanları kötülüğe ve sapıklığa yönelten insanlar da şeytan diye nitelendirilirler. Ayrıca kötü huylu, inatçı ve zararlı olan hayvanlar da bu şekilde nitelendirilirler. Nitekim: "Siyah köpek şeytandır" denmektedir. Yüce Allah'ın her peygambere düşman olmalarını takdir ettiği -insanlardan ve cinlerden oluşan- bu şeytanlar, birbirlerine vahyettikleri (fısıldadıkları) yaldızlı sözlerle bazısı bazısını aldatmaktadır. Valıyin anlamlarından biri; sözün bir canlıdan diğer bir canlıya içsel bir etkenle aktarılmasıdır. Bu şeytanlardan bazısı bazısını kandırıp birbirlerini azgınlığa, sapıklığa, kötülüğe ve günaha teşvik ederler. İnsanlardan oluşan şeytanların durumu bizce bilinmektedir. Yeryüzünde yaptıklarını görmek her zaman mümkündür. Bunların örnekleri her peygambere ve peygamberin beraberindeki gerçeğe ve müminlere karşı takındıkları düşmanca tavrın numuneleri bilinmektedir. İnsanlar bunları her zaman görebilirler. Cinlerden şeytanlara -ayrıca tüm cinlere- gelince; bunlar Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedirler. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği gaybın anahtarları katında bulunan Allah'ın bildirdiklerinden başka hiçbir şey bilmiyoruz bu konuda. Şu evrende insandan ve yeryüzünde bilinen diğer canlı türlerden ve cinslerden farklı yaratıkların varlığı prensibi açısından... Prensip açısından biz, "Allah'ın bunlar hakkında söylediklerine inandığımızı, açıkladığı sınırlar dahilinde haber verdiklerini doğruladığımızı söylüyoruz. Bu konuda yüce Allah'ın bildirdiği gerçekleri inkâr etmek için "bilim"i kalkan edenlere gelince; doğrusu bunların neye dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü beşeri bilimler, dünya gezegeninde yer alan tüm canlı türlerini kuşattığı iddiasında değildir. Hem bu bilimler, diğer gök cisimlerinde neler bulunduğunu bilme imkânına sahip değildir. Bu konuda tüm söyleyeceği, yeryüzündeki hayat türünün bazı gezegenlerde ve yıldızlarda olabileceği veya olamayacağı varsayımlarını ileri sürmektir. Dolayısıyla bu varsayımlar ispatlansa bile, diğer bir hayat türünün, başka bir canlı çeşidinin evrenin bir başka köşesinde yaşıyor olabilecekleri düşüncesini çürütemez. Çünkü `bilim' bu konuda herhangi bir şey bilememektedir. O halde herhangi birinin "bilim" adına bu değişik canlı alemlerin varlığını inkâr etmesi despotluktur, küstahlıktır. Tıpkı insanların kimisi gibi, bir kısmı şeytanlık yapan, kötülük ve sapıklığa teşvik eden -iblis ve soyu gibi- ve cin diye adlandırılan bu topluluğun mahiyeti açısından... Evet cin adı verilen bu topluluğun mahiyeti açısından, Allah'dan ve O'nun Peygamberinden (salât ve selâm üzerine olsun) gelen doğru haberlerden başka bir şey bilmiyoruz. Bu topluluğun dumansız ateşten yaratıldığını ve bunların yeryüzünde olduğu kadar yerin içinde ve dışında yaşama gücüyle donatıldığını, bu alanlarda insanlardan daha çabuk hareket etme yeteneğine sahip olduklarını, salih müminleri olduğu kadar azdırıcı şeytanlarının olduğunu, bunlar Ademoğulları'nı görebildikleri halde insanların onları oldukları şekilde göremeyeceğini -zaten insanları görüp de insanların göremediği daha nice yaratıklar var- aynı şekilde bunların şeytanlarının insanoğluna, yoldan çıkarmak ve saptırmak için musallat olduğunu biliyoruz. Bunlar bilmediğimiz bir yöntemle insanlara vesveseler ve çeşitli kötü düşünceler aşılama gücüne sahiptirler. Allah'ı anan müminler üzerinde bu şeytanların bir egemenliği söz konusu değildir. Mümin Allah'ı andığı zaman şeytan ortaya çıkar ve birtakım vesveseler verir. Allah'ı anmakla mümin, şeytanın zayıf hilesinden çok daha güçlü bir konuma gelir. Cinler alemi tıpkı insanlık alemi gibi Allah'ın huzurunda toplanıp yaptıklarından dolayı sorgulanacaklardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi cennete veya cehenneme gideceklerdir. Cinler meleklerle karşılaştırıldıkları zaman, hiçbir gücü ve etkinliği bulunmayan son derece zayıf bir topluluk olarak belirirler. İşte bu ayetten anlıyoruz ki yüce Allah, insanlardan ve cinlerden şeytanları her peygambere düşman kılmıştır... Kuşkusuz yüce Allah -dileseydi- böyle bir şey yapmamalarını sağlayabilirdi. İnsanları azdırmamalarım, kötülüğe teşvik etmemelerini, peygamberlere düşmanlık yapmamalarını, müminlere eziyet etmemelerini ve insanları Allah'ın yolundan saptırmamalarını sağlardı. Yüce Allah onları hidayete zorlayabilirdi. Ya da doğru yola yönelmeleri durumunda onları doğru yola iletebilirdi. Ya da onları peygamberlere, gerçeğe ve ona inananlara karşı çıkmaktan aciz bırakabilirdi. Ancak yüce Allah bu kadarlık ve serbestliği onlara bırakmıştır. Allah'ın iradesinin öngördüğü ve O'nun kaderinin belirlediği oranda Allah'ın dostlarına eziyet etmelerine izin vermiştir. Ayrıca yüce Allah, dostlarını düşmanlarının işkenceleriyle sınamayı takdir etmiştir. Tıpkı düşmanlarını kendilerine verdiği serbestlik ve güç oranında sınadığı gibi. Dolayısıyla bunlar, Allah'ın takdir ettiğinin dışında O'nun dostlarına işkence, eziyet yapamazlar. "Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı." Bu açıklamalardan hangi sonuçları çıkarabiliriz? a) Öncelikle, tüm peygamberlere düşman konumunda olanların, peygamberlere uyanlara baskı yapıp işkence edenlerin "şeytanlar" olduğunu, insanlardan ve cinlerden şeytanlar olduğunu anlıyoruz. Aynı zamanda (insanlardan ve cinlerden oluşan) bu şeytanların tek bir görevi yerine getirdiklerini, hep birlikte insanları azdırma, yoldan çıkarma ve Allah'ın dostlarına düşmanlık yapma görevini üstlenirken bazısının bazısını kandırıp saptırdığını da anlıyoruz. b) İkinci olarak, bu şeytanların saydığımız durumların hiçbirinde herhangi bir şey yapmadıklarını, kişisel güçleriyle peygamberle düşmanlık ve onlara uyanlara eziyet yapamadıklarını anlıyoruz. Onlar, Allah'ın kontrolü altındadırlar. Allah dostlarını arındırmak, kalplerini temizlemek ve kendilerine emanet edilen gerçeği savunmada dirençlerini, sabırlarını denemek gibi dilediği bir şey için bu şeytanlar aracılığıyla dostlarını sınamaktadır. Sınavı başarıyla geçtiklerinde yüce Allah, onlardan tabi tuttuğu denemeyi kaldırır. Bu düşmanları onlardan uzaklaştırır. Bu düşmanlar, Allah'ın takdir ettiğinin ötesinde onlara herhangi bir eziyet verme gücünden yoksundurlar. Sonuçta Allah'ın düşmanları omuzlarına günahlarını eksiksiz bir şekilde taşır durumda, büyük bir zaaf içinde rezil olarak O'na dönerler. "Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı." c) Üçüncü olarak, insanlardan ve cinlerden şeytanların şeytanlık yapmalarını -ki onları verdiği serbestlik ve güç oranında sınamaktadır- ve bir müddet dostlarına eziyet etmelerini gerektiren yüce Allah'ın özgür hikmeti olduğunu anlıyoruz. Yüce Allah böylece dostlarını denemektedir; acaba sabrediyorlar mı? Batıl üzerlerine çullandığı ve etraflarını sardığı zaman sahip oldukları gerçekte diretiyorlar mı? Kendilerine pay çıkarmaktan kurtulup, gerek zorlukta, gerek darlıkta, gerek tasada, gerek kıvançta bir defada kendilerini Allah için feda ediyorlar mı, bunu görsünler. Yoksa yüce Allah, tüm bu olanların olmamasına kadirdir. d) Dördüncü olarak, insanlardan ve cinlerden şeytanların, onların kurduğu tuzakların ve müminlere verdikleri eziyetlerin kendilerine özgü bir güçten kaynaklanmadığını ve yüce Allah'ın onların eliyle gerçekleşmesini dilediği şeyin dışında herhangi bir şey yapamayacaklarını anlıyoruz. Bütün bunları takdir edenin, meydana gelmesine izin verenin yüce Rabbi olduğunu bilen bir mümine yakışan, görünüşteki güçleri ve haksız egemenlikleri ne kadar görkemli de olsa şeytanları (düşmanları) önemsiz görmesidir. İşte bu noktada Allah'ın yüce elçisine yönelik şu direktif yer alıyor: "Onları asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak." Onları yalanlarıyla başbaşa bırak. Onları arkadan yakalamaya kadirim ben. Onların cezaları hazırlanmıştır. e) Burada şeytanların sınanması ve müminlerin denenmesi dışında, diğer bir hikmet de söz konusudur. Yüce Allah bu düşmanlığın, bu fısıldaşmanın, bu sözlü gurur ve aldatmanın bir başka hikmete yönelik olmasını dilemiştir: "Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye." Yani ahirete inanmayanların kalpleri bu aldatmalara ve fısıldamalara yönelsin diye... Çünkü bunlar tüm ilgilerini dünyayla sınırlandırmışlardır. Bunlar, bu dünyada şeytanların tüm peygamberlere tuzaklar kurduklarını, her peygamberin takipçilerine eziyetler verdiklerini ve bazısının diğerlerinin söz ve davranışlarını süslü gösterdiklerini görüyorlar ve yalancı yaldızlarına, aldatıcı güçlerine kanıp şeytanlara boyun eğiyorlar. Sonra da bu fısıldamaların gölgesinde ve bunlara kulak vermelerinden dolayı yaptıkları günah, kötülük, fuhuş ve bozgunculuğu işliyorlar. Bu, yüce Allah'ın böyle olmasını dilediği ve bu şekilde takdir ettiği bir şeydir, ötesindeki arınma ve denemeden dolayı... Herkese yapabileceğini yapma fırsatı verilmesi ve cezasını adilce ve ölçülere göre hak etmesi için... Sonra... Hayatın kötülüklerinin savmakla temizlenmesi, kesin ayrılıkla hakkın iyice ortaya çıkması, iyiliğin sabırla belirginleşmesi ve şeytanların kıyamet günü günahlarını eksiksiz yüklenmeleri için... Ve her işin Allah'ın iradesi doğrultusunda meydana gelmesi için; hem düşmanlarının hem de dostlarının işi... Allah'ın iradesi böyle. O, ne dilerse yapar. Bir açıdan insanlardan ve cinlerden şeytanların diğer açıdan tüm peygamberlerin ve takipçilerinin arasındaki çatışmaya, üçüncü bir açıdan da Allah'ın her şeye egemen iradesine ve yürürlükteki kaderine ilişkin Kur'an-ı Kerim'in çizdiği bu sahne... Evet bu sahne her yönüyle bir miktar üzerinde durmamızı gerektirecek önemdedir! Bu savaşta tüm şer güçler biraraya geliyor... İnsanlardan ve cinlerden şeytanlar... Dayanışma ve uyum içinde belirlenmiş bir plan uygulamak için biraraya geliyorlar. Kararlaştırılan plan, peygamberlerin mesajlarında somutlaşan hakka düşmanlık ve savaş açmak... Yöntemleri de belirlenmiştir bu planın. "Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler." Bazısı bazısına aldatma ve saptırma yöntemlerini gösterir. Bu arada kimileri de birbirlerini aldatırlar. Hakka ve taraftarlarına savaş açmış her kötülük kampında bu tür görüntülere her zaman rastlamak mümkündür. Kuşkusuz şeytanlar aralarında yardımlaşırlar. Aynı zamanda sapıklıkta da bazısı bazısına yardım eder. Zaten onlar hiçbir zaman birbirlerine doğru yolu göstermezler. Ancak birbirlerine hakka karşı düşmanlık beslemeyi, ona savaş açmayı, onunla uzun bir çatışmaya tutuşmayı süslü gösterirler. Fakat bu, tamamen başıboş bir tuzak değildir. Allah'ın iradesi ve kaderi tarafından kuşatılmıştır. Bu konuda şeytanlar, Allah'ın dilediğinden ve kaderi doğrultusunda meydana getirdiğinden başka bir şey yapamazlar. Bu noktada tuzak -bunca görkemine ve evrensel şer güçlerinin etrafında birikmesine rağmen bağlı ve kilitli olarak beliriyor. Hiçbir bağ, hiçbir sınır olmaksızın dilediği gibi serbestçe hareket edemez, sorgusuz, takipsiz dilediği kişiye isabet edemez. Nitekim tağutlar, kalplerini arzularına ve iradelerine bağlamak için kendilerine kulluk yapan insanları böyle bir korku ortamına atmak isterler. Asla!.. Onların iradeleri Allah'ın dilemesine bağlıdır, güçleri Allah'ın kaderiyle sınırlıdır. İmtihanın sınırları içinde olmak üzere Allah'ın dilediğinden başka O'nun dostlarına bir zarar dokunduramazlar. Kuşkusuz her şey sonuçta Allah'a dönecektir. Hak taraftarları, şeytanların kararlaştırdıkları bir plan etrafında biraraya gelişlerini canlandıran sahneye iyice dikkat etmelidirler. Planın mahiyetini ve yöntemlerini öğrenmeleri için bu gereklidir. Aynı şekilde yüce Allah'ın iradesinin ve O'nun takdirinin şeytanların plan(arını ve taktiklerini kuşattığını gösteren sahnenin, hak taraftarlarının gönüllerini bağlılık, güven ve kesin inançla doldurması, kalplerini ve bakışlarını üstün güce, yürürlükte olan kadere ve varlık üzerindeki temel ve gerçek egemenliğe yöneltmesi, hak taraftarlarının vicdanlarını şeytanların istedikleri ya da istemedikleri şeylere bağlılıktan kurtarması ve onların kendi içlerinde ve hayatlarında inşa ettikleri gibi hakkı insanların pratik hayatlarında inşa etmek için yollarına devam etmeleri açısından da son derece önemlidir. Şeytanların düşmanlığına ve kurdukları tuzaklara gelince; onları da her şeyi kuşatan iradeye ve yürürlükte olan kadere bıraksınlar. "Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak." Şu anda, surenin geri kalan kısmının ele aldığı ve surenin akışında sürekli zihinlerin hazırlandığı soruna gelmiş bulunuyoruz. Bu hazırlığın sonuncusu da büyük akide davasına, geçen iki ayette yer alan uzun inanç savaşının realitesine, bütün peygamberlerle insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki savaşta meydana gelen her şeyin Allah'ın mutlak otoritesi ve kontrolü altında olduğunun belirlenmesine, hidayet ve sapıklığın kurallarına; sapıklık ve hidayetin dayandığı ilâhi yasalara ve geçen sayfalarda sunduğumuz konulara ilişkin gerçeklerin ifade edilmesine yönelik olmuştu. Şimdi tüm bu ön açıklamaların kendisine temel oluşturduğu soruna gelmiş bulunuyoruz; üzerinde Allah'ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanın helalliği ve haramlığı sorununa... Bu sorun bir açıdan önemini, İslâm'ın ilk ilkesini belirlemesinden almaktadır: Mutlak egemenlik hakkının tek başına Allah'a ait olması ve insanların böyle bir hak iddia etmekten ya da her ne şekilde olursa olsun, böyle bir çaba içinde olmaktan soyutlanması ilkesi... Sorun bu ilkeye ilişkin olunca, ilkenin gerçekleşmesi ya da iptal edilmesi bakımından olayın küçüğü de büyük gibidir. Artık işin, kesilen bir hayvanın yenilip veya yenilmemesine ya da kurulan bir devlete veya yerleştirilen bir toplumsal düzene ilişkin olmasına bakılmaz. İlke bakımından da bu diğeri gibidir çünkü. Bu da diğeri gibi tek başına Allah'ın ilâhlığını tanımak ya da bu ilâhlığı reddetmek anlamına gelmektedir. Her münasebette açıklamak için Kur'an'ın ifade metodu çok kere özellikle bu ilkeye dayanmaktadır.,Büyük küçük her meseleye ilişkin hükümlerin öncesinde yeri geldikçe bunu tekrarlamaktan usanmaz. Çünkü bu ilke inancın, dinin ve İslâm'ın kendisidir. Bunun ötesinde din olarak sadece uygulamalar ve ayrıntılar kalır. , Surenin bu bölümünde -sonuna kadar olduğu gibi- bu ilkenin, cahiliye hükümlerinin ve geleneklerinin sunulması münasebetiyle çeşitli şekillerde defalarca açıklandığını göreceğiz. Burada cahiliyenin bu hüküm ve geleneklerinin şirkle ve İslâm'a karşı büyüklük taslamakla ilişkili olduğu, Allah'ın ilâhlığından başka bir ilâhlık belirlemek noktasından kaynaklandığı açıklanmaktadır. Kur'an'ın çeşitli yöntemlere başvurarak bunca sert hamleyle soruna eğilmesi ve sorunu bu kadar sıkı sıkıya itikad, iman ve İslâm'ın temeline bağlaması bu yüzdendir. HAKİMİYET ALLAH'INDIR Ayetlerin akışı -kesilen hayvanların helâl ve haramlığı noktasında egemenlik merciini belirlemeye bir giriş olması için- kulların tüm işlerinde egemenlik merciini açıklamakla başlıyor. Kesilen hayvanlar sorununda müşrikler Allah'a iftira ederek, O'nun otoritesine tecavüze yeltenerek egemenlik hakkı iddia ediyorlardı. Bu konuda ele alınan ayetlerin akışından da anlayacağınız gibi konuyu ele almak için uzun bir hazırlık yapılmaktadır: 114- "Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma. " 115- Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir. " 116- "Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinde giderler, sırf tahmin yürütürler. " 117- "Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir. " Tüm bu ön açıklamalar, pratik ve hazır olan ayrıca kendisi için hazırlıklar yapılan bu konuya girmeden önce yer almakta, ardından konuyu doğrudan doğruya iman ya da küfür sorununa bağlamaktadır. "Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz." "Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı..." (En'am Suresi: 118-119) Tüm bu hazırlıklardan sonra sunulan helâl veya haramlık konusu tamamlanmadan önce, emir, yasaklama, açıklama ve azaba ilişkin kuvvetli etkenler içeren diğer direktifler ve değerlendirmelerle iki bölüm birbirinden ayrılmaktadır: "...Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir." "Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir." Ardından yeniden helâl ve haram kılma konusundan söz açılmakta ve konu doğrudan doğruya İslâm ve şirk sorununa bağlanmaktadır: "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz." Bundan sonra, söz içinde küfür ve imanın özelliğine ilişkin diğer bir bölüm başlıyor. Sanki bu bölüm helâl ve haram kılma işinin bir değerlendirmesi olarak yer alıyor. Ayrıca bu sıralamada, bu ilgi kurmada ve bu vurgulamada günlük hayatın problemlerindeki yasama ve hakimiyet sorununa ilişkin İslâmî bakışın mahiyeti somutlaşmaktadır. "Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." Bu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) diliyle ifade edilen red amaçlı bir sorudur. Genel anlamda herhangi bir işte Allah'tan başka bir hakeme başvurmayı reddetme amacına yöneliktir. Ayrıca tüm işler için hakimiyet merciini belirleme ve bu merci bu hakta tartışmasız birleme amacı güdülmektedir. Böylece hayatın herhangi bir meselesinde hükmüne başvurmak için Allah'dan başka birine yönelmenin mümkün olabileceği savı tümden tuhaf karşılanarak reddedilmiş oluyor: "Allah'ın dışında bir hakeme mi başvurayım?" Sonra... Bu reddin ve Allah'dan başkasını hakem edinmeyi son derece çirkin ve garip bir olay olarak gözler önüne seren koşulların ayrıntılarına geçiliyor. Kuşkusuz yüce Allah hiçbir şeyi kapalı bırakmamıştır. Kullarını hayatta karşılaşacakları problemlere ilişkin hükümler belirlemeleri için başka bir kaynağa muhtaç durumda bırakmamıştır. "Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmiştir..." Bu kitap, insanların ayrılığa düştükleri konularda aralarında adaletle hükmetmesi ve bu işlerde Allah'ın hakimiyetini ve ilâhlığını temsil etmesi için indirilmiştir. Sonra bu kitap, bir bütün olarak tüm hayat düzeninin dayanacağı temel ilkeleri içerir bir şekilde ayrıntılı olarak indirilmiştir. Aynı zamanda bu kitap, ekonomik, bilimsel ve top yekûn pratik durumları ne düzeyde olursa olsun, insan topluluklarında yer etmesini istediği sorunlara ilişkin ayrıntılı hükümleri de kapsamaktadır. Bu ve öteki nedenlerden dolayı bu kitap, hayatın herhangi bir probleminde Allah'dan başka birinin hükmüne ihtiyaç bırakmamaktadır. Yüce Allah'ın kitabı aracılığıyla bildirdiği gerçek budur. Bundan sonra dileyen, "insanlık büyük bir gelişme gerçekleştirmiştir, artık bu kitaba ihtiyàcı kalmamıştır" desin, ancak beraberinde bu dine inanmadığını, kâfir olduğunu ve alemlerin Rabbinin sözünü yalanladığını da belirtsin. (Allah korusun). Sonra çevrelerinde, herhangi bir işte Allah'dan başkasını hakem edinmeyi çirkin ve garip bir durum olarak ortaya koyan başka şartlar da söz konusudur. Kuşkusuz daha önce kendilerine kitap verilenler, bu kitabın Allah katından indirilmiş olduğunu bilirler. Onlar kitabı iyi bilirler. Çünkü onlar kitap ehlidirler. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler." Kuşkusuz yüce Allah'ın müşriklere bildirdiği bu şartlar, hem Mekke'de hem de Arap Yarımadası'nda mevcuttu. Yüce Allah'ın gönüllerini İslâm'a açtığı kimilerin yaptığı gibi ehli kitap da, ister açıkça belirtsin, ya da bazılarının yaptığı gibi gizlesin, inkâr etsin farketmez. Her iki durumda da mesele birdir. Bunu Allah bildiriyor ve doğru olan O'nun bildirdiğidir. Buna göre kitap ehli, Kur'an'ın hak içerikli olarak Allah katından indirilmiş olduğunu bilmektedir. Bu kitabın içeriği hak olduğu gibi Allah'dan indirilişi de haktır. Kuşkusuz kendilerine kitap verilenler (yahudi ve hristiyanlar) günümüzde de bu kitabın hak içerikli olarak Allah katından indirilmiş olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda bu dinin gücünün, kendisini saran gerçekten ve içerdiği haktan kaynaklandığını çok iyi biliyorlar. Tüm bu bildiklerinden dolayı da bu dinle ve bu kitapla kesintisiz bir savaşa girişiyorlar. Bu savaşların en şiddetlisi ve en ağırı da, hakimiyeti bu kitaptan kaynaklanan şeriattan alıp, insan ürünü diğer kitaplardan kaynaklanan yasalara vermek ve Allah'dan başkasını hakem pozisyonuna getirmektir. Allah'ın kitabı yaşanmamış, O'nun dini varlığını sürdürmemiş olsun ki; bir zamanlar ilâhlığın tek başına Allah'a ait olduğu, Allah'ın kitabından kaynaklanan şeriatının egemen olduğu, diğer yasaların katkılarının söz konusu olmadığı, Allah'ın kitabının yanında (toplum sisteminin ve yasamaya ilişkin temellerin ondan alındığı ve tıpkı müslümanların Allah'ın kitabına ve ayetlerine başvurduğu ve şahit tuttuğu gibi, başvurulan ve içeriği şahit gösterilen) başka kitaplara itibar edilmediği ülkelerde, başka ilâhlıklar kurulsun! Bütün bunların arkasında -siyonist ve haçlılardan oluşan- ehli kitap vardır. Bunun gibi iğrenç hedeflerin gerçekleşmesi için ortaya atılan her sistemin ve her hükmün arkasında yer aldıkları gibi. Ayetlerin akışı, bu kitabi yüce Allah'ın ayrıntılı olarak indirdiğini ve kitap ehlinin bu kitabın Allah katından hak içerikli olarak indirilmiş olduğunu bildiklerini açıklarken, Hz. Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) dahası kendisine inananlara yönelmekte, müşriklerin tarafından gördükleri yalanlama ve tartışmanın ve kimi kitap ehlinin tarafından gördükleri gizleme ve inkârın ağırlığını hafifletmektedir: "O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne kuşkuya düşmüştü ne de tereddüt etmişti. Yüce Allah kendisine: "Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor. Kuşkusuz sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın kuşkuya kapılanlardan olma" (Yunus Suresi: 194) ayetini indirdiği zaman, Hz. Peygamberin "Ne kuşkuya kapılırım ne de sorarım" buyurduğu rivayet edilmektedir. Ancak bu ve benzeri direktifler, gerçek üzerinde kalıcı kılma amaçlı uyarılar Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ve beraberindeki müslüman ümmetin karşı karşıya kaldığı tuzakların, sıkıntıların, yalanlama ve inkârın boyutlarını, ayrıca bu direktif ve destekle hem ona hem de müslümànlara yönelik Allah'ın rahmetinin büyüklüğünü göstermektedir. Ayetlerin akışı bu yönde devam ediyor ve Allah'ın kesin sözünün tamamlandığını, hileleri hangi düzeyde olursa olsun, yaratıkların davranışlarının bunu değiştiremeyeceğini belirtiyor. "Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir." Söyleyip belirlediklerindeki doğruluk, yasalaştırıp hükmettiklerindeki adalet bakımından Allah'ın sözleri eksiksizdir. Bundan sonra, inanç, düşünce, temel ilke, değer ve ölçü hakkında herhangi birinin söz söylemesine gerek kalmamıştır. Şeriat, hüküm, gelenek ve görenek noktasında hiç kimsenin bir şeyler söylemeye hakkı yoktur. Allah'ın hükmünün bozulması söz konusu değildir. Kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur O'nun. "O her şeyi işitir ve bilir." O, kullarının söylediklerini işitir ve bu sözlerinin ardındaki niyetlerini de bilir. Ayrıca onların yararına olana ve İslah edecek şeyleri de bilir. Yüce Allah'ın indirdiği kitabın "hak" içerikli olduğu belirtilirken bir de insanların benimsedikleri ve yararlı gördükleri şeylerin kesinliği söz konusu olmayan zanna uymaktan başka bir şey olmadığı, bunun ise sadece sapıklıkla sonuçlanacak bir tutum olduğu belirtilmektedir. Bir de insanların bu biricik ve kesin kaynağa başvurmaları durumu müstesna hiçbir zaman gerçeği söylemeyecekleri, onu gösteremeyecekleri vurgulanmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, sayıları ne kadar çok olursa olsun, insanların kendi kendilerine belirleyip gösterdikleri bir şeye uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü sapıklığın takipçileri ne kadar çok olursa olsun, cahiliye aynı cahiliyedir. "Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler." Yeryüzünde yaşayanların -tıpkı günümüz gibi- çoğunluğu cahiliye mensubuydu. Tüm işlerinde Allah'ı hakem yapmıyorlardı. Allah'ın kitabında bildirdiği şeriatı bütünüyle kanun edinmiyorlardı. Düşüncelerini ve fikirlerini, düşünce ve hayat metodlarını Allah'ın yol göstericiliğinden ve direktiflerinden almıyorlardı. Bu yüzden -tıpkı günümüz gibi- cahiliye sapıklığına dalınışlardı. Gerçeğe dayanan, gerçekten alınan bir görüş ileri sürmeleri, bir söz söylemeleri mümkün değildi. Kendilerine uyanı, yollarını, takip edeni sapıklıktan başka bir şeye yöneltmezlerdi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi kesin bilgiyi bırakıp zan ve sezgilere uyuyorlardı. Oysa zan ve sezgi olsa olsa sapıklıkla sonuçlanırdı. Bu nedenle Allah'ın yolundan sapmaması için yüce Allah peygamberini onlara uymaktan, onları takip etmekten sakındırıyor, hem de bu şekilde genel bir ifadeyle. Ayetlerin akışında ele alınacağı gibi, söz konusu edilen konunun bazı kesilen hayvanların helâl ya da haram oluşuyla ilgili olmasına rağmen. Ardından, şu doğru yoldadır, şu da sapıklıktadır diye kullar hakkında hüküm verenin tek başına yüce Allah olduğu belirtilmektedir. Çünkü kulların gerçek mahiyetini sadece yüce Allah bilebilir, neyin hidayet, neyin sapıklık olduğunu ancak O belirleyebilir: "Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir." İnsanların düşünceleri, değerleri, ölçüleri, davranışları ve hareketleri üzerinde egemen olacak temel bir kuralın varlığı zorunludur. Bütün bunlardan hangisinin gerçek hangisinin batıl olduğunu belirlemek için temel bir kural kaçınılmazdır. Böylece sorun, insanların değişken arzularının ve kanıtlanmış bir bilgiye dayanmayan çıkarlarının sorunu olmaktan çıkar. Sonra tüm bu sorunlar için ölçüler koyan ve insanların kullar hakkındaki hükmüne başvurdukları, değer yargılarını aldıkları bir mercinin bulunması zorunludur. |