Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Eylül 2008, 21:07   Mesaj No:20

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Enam Suresi Tefsiri

Bu cevap, şeytanları takip edenlerin gerçeklerden habersiz oluşlarını ve hafifliklerini ortaya çıkarmaktadır. Aldatma yurdundayken şeytanların ruhlarına etki ettikleri noktayı da gözler önüne sermektedir. Cinlerin aldatması ve süslü göstermesi sonucu kendilerine hoş gösterdikleri fikir ve düşüncelerden, pohpohlama ve eğlencelerden, gizli-açık günahlardan yararlanıyorlardı. İşte bu yararlanma gediğinden, şeytan içlerine girdi. Bu kibirli aptallardan yararlandılar. İblisin insanlık alemindeki amacını gerçekleştirmek için onları eğlendiriyor, aşağılıyor ve alaya alıyorlardı. Bu aptal ve basit kimseler de bunun karşılıklı yararlanma olduğunu, hem kendilerinin, hem de onların yararlandığını sanıyorlardı. Bu yüzden şöyle diyorlardı:
"Ey Rabbimiz birbirimizi kullandık."
Bu oyalanma hayat boyu sürdü. Ta ki, süre doldu. Bugün kendilerine süre tanıyanın sadece yüce Allah olduğunu, oyalanırken bile O'nun kontrolü altında olduklarını biliyorlar:
"Bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk."
Bu noktada kesin hüküm geliyor ve adil cezayı bildiriyor:
"Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesnadır."
Ateş bir sığınaktır, bir barınaktır. Kalınacak bir yurttur, hem de sürekli kalmak için. "Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna." Amaç, itikadî düşünce üzerinde egemen olan serbest ilahî irade olduğu gibi kalsın... İlahî iradenin serbestliği bu düşüncenin temel kurallarından biridir. Bu irade tutsak edilemez, bağlanamaz. Sonuçlarında bile...
"Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."
İnsanlara ilişkin kaderi, bir hikmete ve bilgiye göre gerçekleşir. Hikmet ve bilgi noktasında hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tektir. Sahnenin tamamlanması için karşılıklı konuşmalara yeniden başlamadan önce, sahnenin son kısmı üzerine bir değerlendirme yapmaya başlıyor ayetlerin akışı.
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan ötürü işledikleri kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri, yöneliş ve hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen sonucun bir oluşu gerekçesiyle, bazısını bazısına dost kılarız. Bu genel bir kuraldır. O günkü gerekçenin sınırlarını aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun mahiyetini ele almaktadır. Çünkü zalimler -bunlar herhangi bir şekilde Allah'a ortak koşan kimselerdir- hak ve doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere ve onlara inananlara karşı düşmanlıkta birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın aynı karaktere sahip olmalarının yanında, insanlar üzerindeki Rabblık hakkını gasbetmekte ve aynı şekilde Allah'ın hakimiyetinden kaynaklanan bir sınırlama olmaksızın azgın ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı paylaşmaktadırlar.
Çıkarları bakımından didişmelerine, ihtilafa düşmelerine rağmen bunları, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olan bir kitle olarak görürüz. Özellikle Allah'ın dinine ve O'nun dostlarına karşı savaşmada... Aralarındaki karakter ve hedef birliğine dayanmaktadır bu dostluk. İşledikleri kötülük ve günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz gibi!
Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar, siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan şeytanların arasında önemli birleşmelere şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara rağmen bu paktlar, İslâm'a saldırmada ve tüm yeryüzündeki İslâmî diriliş hareketlerinin doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir.
Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm'a savaş açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin ve şeytanî komplonun amaçlarına uygun olarak hareket etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm'ın hakim olduğu bölgede kullanıma hazır araçların yanında, onlarca asrın tecrübesinin devreye sokulduğu bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah'ın şu sözünün işareti belirginleşiyor: "İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız." Ayrıca yüce Allah'ın peygamberine verdiği güvence de bu işarete uymaktadır: "Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak." Ancak bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu dine ve müminlere karşı girişilen savaşta O'nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir topluluğun var olmasını gerektirmektedir.
Ayetlerin akışıyla birlikte sahnenin son bölümüne dönüyoruz:
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve tescil etmek amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah, dünya hayatındaki durumlarını biliyordu. Bu soruya karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu cezayı hak ettiklerini belirtiyorlar.
Hïtap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de yöneliktir. Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi, cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir? İnsanlara görünmeyen bu yaratıkların durumunu ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin, peygamberlere indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları uyardıkları şeklinde yorumlanabilir. Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında Kur'an'da anlatılanlar gibi.
"Kur'an'ı dinleyecek cinlerden birtakımını sana yöneltmiştik. Onlar Kur'an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine; "susun" dediler. Kur'an'ın okunması bitince, herbiri birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler."
"Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik."
"Ey kavmimiz, Allah'a çağırana uyun ve O'na inanın, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun."
"Allah'a çağıran kişiye uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklıktadırlar." (Ahkaf Suresi: 29-32)
Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla birlikte cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla beraber konu yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini kurcalamanın hiçbir yararı söz konusu değildir.
Her neyse... Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar, sorunun bu kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme, aynı zamanda azarlama ve tehdit etme amacına yönelik olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine her şeyi itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi aleyhlerine tescil ediyorlar:
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler."
Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve şöyle diyor:
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları aldatmış, gurur onları küfre sürüklemiştir. Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine şahitlik ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı yoktur. İnsanın kendisini böylesine sıkıntılı bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç olabilir mi? Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi, savunma amacıyla tek söz söylememesi...
Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği seyredilen olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı uzak mazi gibi gösterirken Kur'an'ın başvurduğu eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.
Kur'an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur'an, kıyamet sahnesini hazır ve yakın bir olgu olarak sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak gözler önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü gerçekleşeceğini unutup olduğu gibi karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur'an uzak tarihten söz eder gibi dünyadan söz ediyor.
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden biridir.
Sahnenin bitmesi üzerine, insanlardan ve cinlerden şeytanlara verilen cezaya, bu yığınların ateşe sürüklenişlerine, ayrıca kendilerine peygamberlerin geldiklerini, Allah'ın ayetlerini kendilerine anlattıklarını ve bugünkü karşılaşma konusunda uyarıda bulunduklarını kabullenmelerine ilişkin verilen hükmü değerlendirmek için ayetlerin akışı hitabı peygambere -salât ve selâm üzerine olsun O'nun ötesinde müminlere ve tüm insanlara yöneltmektedir. Bir de sahne ve içinde olup bitenler üzerine, uyarmadan Allah'ın azabının hiç kimseye dokunmayacağı, ayrıca gafletlerinden uyandırılmadan, kendilerine Allah'ın ayetleri okunmadan ve uyarıcılar tarafından uyarılmadan yüce Allah'ın kullarını zulümlerinden (yani ortak koşmalarından) dolayı sorgulamayacağı değerlendirmesi yapılmak istenmektedir.
"Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez."
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti, peygamberler göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından dolayı onları sorumlu tutmamayı gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği gerçek Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar sapıtabilir- ve kendilerine bahşettiği akıl ve kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı altında akıl yoldan çıkabilir- ve apaçık evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini göremez hale gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış tozlardan silkelemek, insan aklını sapmaktan kurtarmak, bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma görevi peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir. Azaplandırma da duyuru ve uyarıdan sonra meydana gelen yalanlama ve kâfir olmaya bağlı kılınmıştır.
Bu gerçek, yüce Allah'ın insana yönelik rahmetini ve lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan oluşan insanın algılama organlarının değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca dayanmadıkları ve dine bağlı olmadıkları sürece bu organların kendi başlarına sapıklıktan korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve arzuların baskısına dayanamayacaklarını belirtmektedir. (Daha geniş bilgi için "Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakının.)
Daha sonra ayetlerin akışı hem müminlere hem de şeytanlara verilecek ceza ve mükâfat konusunda diğer bir gerçeğe değinmektedir!
"Herkesin yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı dereceler... Şeytanların da dereceleri var; birbirinden aşağı dereceler... Tümü de yaptıklarının karşılığıdır. Yapılan her şey saklı tutulmaktadır, hiçbir şey kaybolmaz:
"Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara ihtiyacı yoktur. İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem dünyada hem de ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı şekilde, isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok edebildiği ve yerlerine başka bir nesil getirebildiği halde, onları oldukları gibi bırakması da yüce Allah'ın rahmetinin belirtisidir.

133- "Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir ve merhamet sahibidir. O eğer dilerse sizi yok edip arkanızdan yerinize istediği başkalarını geçirebilir. Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan türettiği gibi. "

O halde insanlar, Allah'ın rahmeti sayesinde yerlerinde durduklarını, durumlarının Allah'ın iradesine bağlı olduğunu, ellerindeki gücü Allah'ın kendilerine verdiğini, asıl güç sahibinin kendileri olmadığını, bağımsız bir varlığa sahip olmadıklarını, hiç kimsenin kendi yaradılışında ve varlığında bir müdahalesinin bulunmadığını, kimsenin kendisine verilen şeyler üzerinde bir etkinliğinin, bir yetkisinin söz konusu olmadığını unutmamalıdırlar. Kendilerini yok edip, yerlerine başkalarını getirmenin Allah için kolay olduğunu bilmelidirler. Tıpkı kendilerini diğer bir neslin soyundan varettiği ve kaderi gereğince onların yerine yerleştirdiği gibi.
Bunlar son derece etkin yöntemlerdir. Komplolar hazırlayan, boyunlarından büyük işlere kalkışan, haramlar ve helaller belirleyen, koydukları yasalarla Allah'ın şeriatına karşı mücadeleye girişen insan ve cin şeytanlarından zalimlerin kalplerine yönelik sarsıcı uyarılardır. Onlar da Allah'ın kontrolündedirler dilediği gibi tutmaktadır onları. Ne zaman isterse yok edebilir onları, yerlerine de dilediği kimseleri yerleştirebilir. Ayrıca bu mesajlar, şeytanların komplo ve tuzaklarından, suçluların işkence ve düşmanlıklarından çok eziyet çeken mümin topluluğun gönüllerine güven ve huzur duygularını serpmekte, kalplerini sağlamlaştırmaktadır. Çünkü yeryüzünde zorbalık taslasalar ve komplolar tertip etseler bile Allah'ın kontrolü altında, oldukça zayıftırlar düşmanlar.


134- "Size va'dedilen akıbet kesinlikle yerine gelecektir. Siz onun önüne geçemezsiniz."

Siz Allah'ın elinde ve kontrolündesiniz. O'nun iradesinin ve takdirinin mahkûmusunuz. Başıboş ya da serbest değilsiniz. Az önce bir sahnesini seyrettiğiniz toplanma günü bu andan itibaren sizi beklemektedir. Bugünün geleceğinden hiçbir kuşkuya yer yoktur. O günden kaçmanız mümkün değildir. Son derece güçlü ve kuvvetli olan Allah'ın iradesinin önüne geçemezsiniz.
Bu değerlendirmeler, kalpler üzerinde oldukça derin ilham ve etkisi bulunan ve birbirine girmiş diğer bir tehditle son buluyor:


135- "De ki; Ey kavmim, tutumunuzu devam ettiriniz, ben de kendi tutumumu devam ettireceğim. Dünya yurdunun sonunun kimin lehinde olacağını ilerde anlayacaksınız. Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler. "

Bu beraberindeki ve arkasındaki gerçeğe, gerçeğin kendisinde ve ötesinde yeralan kuvvete güvenmeden kaynaklanan bir tehdittir. İşlerine karışmayacağına, çünkü kendisinin bağlı bulunduğu gerçekten, hareket metodu ve yolundan emin olduğuna, aynı şekilde kendilerinin içinde bulundukları sapıklıktan ve en sonunda varacakları sonuçtan emin olduğuna ilişkin Hz. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir tehdittir:
"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."
Bu, değişmeyen bir kuraldır. Buna göre Allah'dan başka dostlar edinen müşrikler kurtuluşa eremezler. Çünkü Allah'dan başka dost ve yardımcı yoktur. Allah'ın yol göstericiliğine uymayanlar da... O'nun yol göstericiliğinin dışında koyu sapıklıktan, apaçık zarardan başka bir şey yoktur.
Surenin akışıyla birlikte yeni bir bölüme geçmeden, üzerine Allah'ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanların hükmüne ilişkin konuyla meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklara ilişkin konu arasında yeralan bu bölüm üzerinde seri bir şekilde bazı gerçeklere değinelim. Saf inancın temel gerçeklerinden bunca gerçeği içerdiği gibi, iman ve küfrün tabiatına, insanlardan ve cinlerden şeytanlarla Allah'ın peygamberleri ve onlara inananlar arasındaki savaşın mahiyetine ilişkin sahneleri, tabloları ve açıklamaları da kapsamaktadır bu bölüm. Nitekim geniş boyutlarıyla büyük akide gerçeklerini karşılayan ve gözler önüne seren surenin akışında yeralan benzerleri gibi bunca duygulandırıcı mesajı da içermektedir.
Bu arada bölümün üzerinde kısaca durmamız; Kur'an'ın sunuş yönteminin bu pratik olgulara ve insan hayatındaki bu uygulamalı ayrıntılara ne kadar önem verdiğini, bunların Allah'ın şeriatına uygunluğuna ve dayanmaları gereken temeli belirlemeye, yani Allah'ın hakimiyetini ya da diğer bir ifadeyle O'nun Rabblığını açıklamaya ne kadar özen gösterdiğini görmemiz içindir.
O halde Kur'an'ın sunuş yöntemi bu soruna neden bu kadar önem veriyor?
Önem veriyor, çünkü ilke açısından İslâm'da "inanç sistemi" sorununu özetlemektedir, "Din" sorununu özetlediği gibi, İslâm'da "inanç sistemi" `Allah'dan başka ilâh olmadığına tanıklık etme" temeline dayanmaktadır. Bu tanıklıkla birlikte müslüman, kullardan herbirinin ilâhlık iddiasını kalbinden söküp atar ve ilâhlığı Allah'a özgü kılar. Dolayısıyla herbirinin hakimiyetini reddedip, hakimiyeti tümden Allah'a verir. Küçük bir konuda hüküm belirlemek, büyük bir konuda hüküm vermek gibi hakimiyet hakkını iddia etmektir. Dolayısıyla ilâhlık hakkını iddia etmektir. Müslüman Allah'ın dışında herkesin bu iddiasını red eder. İslâm'a göre din, -kalpteki inanç konusunda olduğu gibi- kulların pratik hayatlarında tek bir ilâhlığa, yani Allah'ın ilâhlığına boyun eğmeleri ve pratik hayatlarında Allah'dan başka ilânlık taslayan kullara uymaktan kaçınmalarıdır. Herhangi bir konuda hüküm verme, ilâhlık iddiasında bulunmaktır. Bu hükme boyun eğmek de ilâhlık iddiasını benimsemektir Bu nedenle müslüman, bu konuda ilâhlığı tek başına Allah'a özgü kılar. Allah'ın dışında ilâhlık taslayan kulların dinine boyun eğmeyi reddeder, bundan kaçınır.
Kur'an-ı Kerim'in tümünde bu inanç temellerinin belirlenmesine bu kadar önem verilmesi ve Mekke'de nazil olan bu surenin akışında gördüğümüz şekilde konuya bu denli ağırlık verilmesi bu yüzdendir. Yedinci cüzde bu surenin tanıtım kısmında da değindiğimiz gibi, Kur'an'ın Mekke'de indirilen kısmı, müslüman kitlenin hayatındaki düzen ve yasalar sorununa değinmiyordu. Sadece inanç ve düşünce sorununu ele alıyordu. Bununla beraber hakimiyet konusundaki inanç temellerinin belirlenmesine surenin bu kadar önem vermesinin derin ve büyük bir anlamı vardır.
Önceki bölüm ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerle birlikte Kur'an'ın Mekke'de indirilen kısmında yeralan bu Mekki surenin akışında sunulan önümüzdeki bu uzun bölümün tümü... (Bilindiği gibi Kur'an'ın Mekke'de inen kısımının konusu inançtı. İnançla ilgili temellerini yerleştirmenin dışında, şeriatla ilgili herhangi bir şey sunmuyordu. Çünkü o zaman İslâm şeriatını uygulayacak bir devlet henüz yoktu. Böylece yüce Allah, bütünüyle İslâm'a girmiş, kendilerini tamamen Allah'a teslim etmiş, şeriatına uymak suretiyle Allah'a kullukta bulunan bir toplum oluşmadan, bir toplumun insanlar arasında pratik olarak şu şeriatla hükmeden, bu dinin tabiatında ve hareket metodunda olduğu gibi hükmü bilmeyi uygulamayla eş anlamlı kılan, bu şekilde İslâm'a ciddiyet, canlılık ve vakar kazandıran egemen bir devlet kurulmadan bu şeriatı konuşma malzemesi ve etüd konusu olmaktan korumuştu...
Biz diyoruz ki, Mekke'de indirilen bu surede yeralan bu uzun bölümün tümü kanun koyma ve hakimiyet konusunu ele almaktadır, bu konunun mahiyetine işaret etmektedir. Çünkü bu bir inanç sorunudur. Bu sorunun dindeki önemini göstermektedir, çünkü bu, en başta gelen sorundur.
Ayetleri ayrıntılı biçimde karşılamaya girişmeden önce, konunun içeriğini, anlam ve işaretlerini özet bir şekilde görebilmemiz için genel anlamda Kur'an'ın gölgesinde yaşayalım istiyoruz.
Konu meyveler, hayvanlar ve çocuklar konusunda -yani ekonomik ve toplumsal konularda- ileri sürdükleri cahiliye düşünce ve iddialarını sunmakla başlıyor. Bu düşünce ve iddiaların şu şekilde örneklendiğini görebiliriz:
1- Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları, kendileri için yarattığı ekin ve hayvanları iki kısma ayırmaları: Bir kısmını Allah'a ayırıyorlardı. -Üstelik Allah'ın bu şekilde hükmettiğini iddia ediyorlardı.- Diğer kısımını da Allah'a ortak koştukları tanrılarına ayırıyorlardı. -Bunlar, Allah'ın dışında canlarına, mallarına ve çocuklarına ortak ettikleri sahte tanrılardı.
"Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "Bu Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" dediler."
2- Bundan sonra onlar Allah için ayırdıkları paya tecavüz ederek bir kısmını alıp ortak koştukları tanrıların payına katıyorlardı, tanrılarına ayırdıkları kısım üzerinde böyle bir şeye asla girişmezlerdi:
"Fakat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı ortaklara geçebiliyor."
3- Ortak koştukları tanrıların çekici göstermeleri sonucu çocuklarını öldürüyorlardı. Bunu yapanlar, kâhinler ve kendi aralarında hükümler koyan fertler, bir taraftan toplumsal baskı diğer taraftan dinsel hurafelerin etkisiyle boyun eğerlerdi. Bu, çocukları öldürme olayı, fakirlik korkusu ve namus nedeniyle kız çocuklarını ilgilendirirken kimi zaman da adak amacıyla erkek çocuklarını da ilgilendiriyordu. Nitekim Abdulmuttalip şayet Allah, kendisini koruyacak on erkek çocuk verirse, birini kesmek üzere tanrılara adamıştı.
"Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar."
4- Bazı hayvanları ve ekinleri yasaklamışlardı. Allah'dan özel bir izin olmadan bunların yenilmeyeceğini iddia ediyorlardı. -Evet aynen böyle iddia ediyorlardı.- Nitekim bazı hayvanlara binmeyi de yasaklamışlardı. Keserken ya da binerken bazılarının üzerinde Allah'ın adını anmayı yasaklamışlardı. Hac'da Allah'ın adı anılıyor gerekçesiyle o sırada bu hayvanlara binmezlerdi. Üstelik tüm bunların Allah tarafından emredildiğini ileri sürüyorlardı:
"Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır" dediler. O'na iftira ederek..."
5- Ana karnındayken bazı hayvanları erkekleri için ayırıyorlardı ve bunları kadınlarına haram kılıyorlardı. Ancak yavru ölü doğacak olursa, kadınları ve erkekleri ortak kabul ediyorlardı. Bu arada böylesine gülünç bir hükmü Allah'a dayandırmaktan da geri kalmıyorlardı:
"Yine onlar, "Bu hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa, her ikisi de O'na ortak olur, dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz, O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."
İşte cahiliye döneminde Arap toplumunu kaplayan ve bu konudaki hükmü vermek, ruhları ve gönülleri onlardan arındırmak, aynı şekilde toplumsal hayatta geçersiz kılmak için Mekke'de inmiş bir surede Kur'an'ın uzun akışında ele aldığı düşünceler, iddialar ve geleneklerden bir demet...
Kur'an-ı Kerim ağır, uzun ve titiz adımlarını atarken, şu metodu takip etmiştir.
a) Önce bilgisizcé ve ahmakça çocuklarını öldürenlerin ve Allah'a iftira ederek kendilerine verdiği rızıkları haram kabul edenlerin büsbütün kaybettiklerini belirtmiş ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah'a dayandırdıkları bu düşünce ve iddialarıyla kesin sapıklıkta olduklarını duyurmuştur.
b) Sonra üzerinde bu tür bir tasarrufta bulundukları malları yüce Allah'ın kendileri için varettiğine dikkatleri çekmiştir. Çardaklı ve çardaksız bahçeleri var eden, onlar için bu hayvanları yaratan O'dur. Rızıkları veren, tek başına verdiklerinin sahibidir de. Aynı zamanda insanları rızıklandırdığı bu mallara ilişik hükmü de sadece O verebilir. Bu aşamada ekinlerin, meyvelerin, çardaklı ve çardaksız bahçelerin sahnelerinden, kimisine bindikleri, yüklerini vurdukları, etlerini yedikleri, derisinden, yününden ve kılından yararlandıkları hayvanlar aracılığıyla verdiği nimetlerden oluşan son derece duygulandırıcı, etkileyici mesajlar kullanılmıştır. Nitekim, Ademoğulları'yla şeytan arasındaki köklü düşmanlığın hatırlatılması da bir etken olarak kullanılmıştır. O halde nasıl şeytanın adımlarını takip ederler? Açıktan açığa düşman olduğu halde vesveselerini dinlerler?
c) Bundan sonra, özellikle hayvanlara ilişkin düşüncelerinin saçmalığı ve tümden mantık dışılığı ayrıntılı biçimde sunulmuştur. Olanca tutarsızlıkları, saçmalıkları ve tuhaflıklarıyla ortaya çıkarmak için düşüncelerindeki karanlıklar üzerine ışık tutulmuştur. Bu. sahnenin sonunda da, her türlü kanıttan ve mantıktan yoksun bu hükümleri verirken neye dayandıklarına ilişkin bir soru yöneltilmektedir: "Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?" Bu sadece sizin bildiğiniz bir sır mıdır? Sırf söze yönelik bir direktif midir? Bu arada Allah'a iftira etmek suçu ve insanları bilgisizce saptırma girişimi son derece çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Ayrıca bu olay konu içinde kullanılan değişik etkileyici mesajlardan biri haline dönüştürülmektedir.
d) Burada kanun koyma hakkına sahip otorite belirtilmektedir. Bu arada bu otoritenin müslümanlara, özellikle de yahudilere haram kıldığı ve müslümanlara helal kıldığı yiyecekler açıklanmaktadır.
e) Sonra, her ikisi de anlam ve yasama niteliğiyle Allah katında diğerinin düzeyinde olan Allah'a ortak koşma ve Allah'ın helal kıldığını haram sayma eylemlerinde somutlaşan cahiliyeye dayalı hayatlarını Allah'ın iradesine bağlamaları ile "Eğer Allah dileseydi ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şey yasaklardık" demeleri tartışılıyor. Ayrıca bu söylenenlerin daha önce gelmiş geçmiş tüm kâfir yalancılar tarafından söylendiği de belirtilmektedir. Yalancılar böyle söylemişlerdi, Allah'ın azabı gelene kadar. "Onlardan öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar." Allah'a ortak koşmak, O'nun şeriatına dayanmaksızın bir şeyi haram kılmak gibidir. Her ikisi de Allah'ın ayetlerini yalanlayanların ayırıcı özellikleridir. Bu arada belirlediğiniz bu prensipleri neye dayandırıyorsunuz? şeklinde ayıplayıcı bir soru yeralıyor:
"Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz."
f) Bu konuda onlarla girişilen tartışma, onları şahit getirmeye ve kesin ayrılığa çağırmakla son buluyor. -Tıpkı surenin başlarında inancın temeline ilişkin konuda yapıldığı gibi- Sorunun aynı sorun olduğunu vurgulamak için aynı ifadeler, aynı nitelemeler, hatta aynı sözcükler kullanılıyor:
"De ki; Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma." Ayeti kerimede sahne, ifade ve sözcük birliğinin yanında bu hükümleri koyanların keyfi arzularına uyduklarını, Allah'ın ayetlerini yalanladıklarını, ahiret gününe inanmadıklarını görüyoruz. Çünkü şayet, Allah'ın ayetlerini onaylamış, ahiret gününe inanmış ve Allah'ın yol göstericiliğine uymuş olsalardı, Allah'ın hükümleri dışında hem kendileri, hem de insanlar için hüküm koymaya kalkışmazlardı. Allah'ın izni olmadan haramlar ve helaller belirlemeye yeltenmezlerdi.
g) Bölümün sonunda Allah'ın gerçekten neleri haram kıldığını açıklamak için onlara bir çağrı yapılmaktadır. Burada toplumsal hayatın temel ilkelerinden bir kısmını görüyoruz. En başta da tevhit yer alıyor. Gerisi da birtakım emirler ve yükümlülükler. Ancak haramlar çoğunlukta ve tüm saydıklarımızın başlığı durumunda...
Allah, kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır. Anne ve babaya iyilikle davranılmasını emretmiştir. Fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklamış, bunun yanında rızıklarının verileceği güvencesini vermiştir. Kötülüğün gizlisine-açığına yaklaşmasını yasaklamıştır. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayı yasaklamıştır. Erginlik çağma erişmeden, iyilikle almanın dışında yetimlerin mallarına dokunmayı yasaklamıştır. Tartı ve ölçüyü adaletle yerine getirmeyi emretmiş, konuşmada -tanıklık ve hüküm vermede- yakınları hakkında da olsa, adil davranmayı emretmiştir. Allah için verilen tüm sözleri. yerine getirmeyi emretmiştir. Surenin akışı bunların tümünü, emir ve yasakla ilgili her cümlenin sonunda tekrarlanan Allah'ın direktifi haline getiriyor.
Ayetlerin akışında bu şekilde biraraya gelen, adeta birbirleriyle kaynaşan ve tek bir cümlede sunulan inanç temeli ile şeriat ilkelerini kapsayan bu emir ve yasaklar yığını bir kütle konumundadır. Açıkladığımız metod uyarınca Kur'an'a inceleyenlerin gözünden kaçmaz bu anlam. Uzun bölümün sonunda bu emir ve yasaklar bütününe ilişkin olarak şöyle denmektedir:
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Bunun nedeni, bu bölümün tüm akışında gözetilen anlamı iyice açığa kavuşturmak; tek, açık ve kesin bir ifadede şekillendirmektir.
Şirk ya da İslâm sıfatının belirginleşmesi noktasında bu din nazarında şeriat da inanç gibidir. Hatta bu anlamda bu dinin şeriatı inançtan bir parçadır. Hatta ve hatta bizzat şeriat inançtır. Çünkü şeriat inancın realitedeki tercümanıdır. Nitekim bu temel gerçek Kur'an metodu uyarınca sunulan Kur'an ayetlerinde gayet net bir şekilde belirginleşmektedir.
İğrenç, cehennemi yöntemlere başvurularak asırlardan beri süregelen bir şekilde bu dine mensup kişilerin gönlünde dinin anlamından çekip koparılmak istenen gerçek budur işte. Öyle ki-dinlerine gereken özeni göstermeyen laubaliler ve düşmanları bir yana- bu dine sağlam sarılanların çoğunluğu dahi hakimiyet sorununu inanç sorunundan ayırır olmuşlardır. İnanç konusunda olduğu gibi, bu konuda galeyana gelmiyorlar. İnanç veya ibadette olduğu gibi hakimiyet konusunda Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri, dinden çıkmış saymıyorlar. Oysa bu din inanç, ibadet ve şeriatı birbirinden ayrı kabul etmez. Fakat bu, uzun asırlardır bilinen araçlara başvurularak meydana getirilen bir ayırımdır. Öyle ki, bu dinin en hareketli savunucularının düşüncesinde bile hakimiyet sorunu böylesine şaşılacak bir duruma gelmiştir. İşte -konusu düzen, şeriat olmadığı, yalnızca inanç konusuyla ilgilendiği halde- Mekke'de inmiş bu surenin bunca üzerinde yoğunlaştığı, bu kadar etkenleri devreye soktuğu ve bütün bu açıklamaları yaptığı sorun budur. Oysa konusu, toplumsal hayatın uygulamalı basit, bir alışkanlığı ortadan kaldırmaya yönelikti. Çünkü bu sorun en büyük temelle ilgilidir. Hakimiyet temeli... Çünkü bu büyük temel bu dinin temeli ve gerçek varlığıyla ilgilidir.
Puta tapan hakkında şirk hükmünü verip de tağutun hükmünü benimseyenlere bu hükmü vermeyenler, birinciden tiksindikleri halde ikinciden tiksinmeyenler... Bunlar Kur'an-ı okumuyorlar. Bu dinin tabiatını bilmiyorlar. O halde Allah'ın indirdiği şekliyle Kur'an-ı okumalı ve Allah'ın şu sözünü ciddiye almalıdırlar:
"Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bu dini koruma çabasında olan kimi insanlar da hem kendi kafalarım, hem de insanların kafalarını uygulanan şu kanunların, ya da uygulamaların veya söylenenlerin İslâm şeriatına uyup uymadığını ortaya çıkarmakla uğraştırıyorlar. Orada burada göze çarpan kimi aykırılıklara karşı amansız bir saldırıya geçiyorlar. Sanki İslâm bütünüyle ayaktaymış da, bu varlığını ve egemenliğini gölgeleyen birtakım aykırılıkları ortadan kaldırmaktan başka yapılacak iş yokmuş gibi.
Bu dinin şu gayretkeş koruyucuları, aslında bilmeden bu dini incitiyorlar. Bu gülünç ve yararsız özenleri sonucu insanların içinde yer eden inanç enerjisinin kalıntılarını yok ediyorlar. Onlar bu halleriyle cahiliye sistemleri lehine tanıklık etmiş oluyorlar. Cahiliye toplumunda İslâm'ın ayakta olduğunu ve birtakım aykırılıkların düzeltilmesinden başka bütünlüğü bozucu bir durumun söz konusu olmadığına tanıklık etmiş oluyorlar. Oysa din bütünüyle hayattan koparılmış demektir. Kulların dışında hakimiyeti tek başına Allah'a veren düzen ve sistemde temsil edilmediği sürece...
Kuşkusuz bu dinin varlığı Allah'ın hakimiyetinin varlığına bağlıdır. Bu temel ortadan kalkınca bu din de kendiliğinden ortadan kalkar. Bu dinin günümüzde yeryüzünde karşılaştığı problem, Allah'ın ilâhlığına tecavüz eden, O'nun otoritesini ele geçiren, can, mal ve çocuklar hakkında serbestler ve yasaklar koymak suretiyle kendilerinde kanun koyma hakkını gören tağutların ortaya çıkmasıdır. İşte bu, Kur'an-ı Kerim'in bunca etken, prensip ve açıklama yığınıyla ele aldığı, sonra ilâhlık ve kulluk sorununa bağladığı, iman veya küfrün belirtisi, cahiliye ya da İslâm'ın ölçüsü kabul ettiği problemin aynısıdır.
İslâm'ın varlığını duyurmak, gerçekleştirmek için giriştiği savaş, dinsizlikle girişilen savaş değildir. Ta ki, bu dini koruyanların çabaladığı gibi salı `dine girmek"ten ibaret olsun. Toplumsal veya ahlâki bozulmalara karşı başlatılan savaş da değildir. Bunlar bu dinin varlığı açısından sonradan gelen savaşlardır. İslâm'ın varlığını gerçekleştirmek için giriştiği ilk savaş "hakimiyet" ve hakimiyetin kime ait olacağı savaşıdır. Mekke'de bunun için böyle bir savaşa girişmişti. Daha inancın temellerini atarken ve henüz düzen ve şeriata değinmezken bu savaşı başlatmıştı. Hakimiyetin Allah'a ait olduğunu vicdanlara yerleştirmek için girişmişti bu savaşa. Müslüman hakimiyeti kendisi için iddia etmez. Böyle bir iddiada bulunanın müslümanlık iddiasını da kabul etmez. Mekke'deki müslüman topluluğun gönüllerinde bu inanç iyice yerleşince yüce Allah Medine'de pratik uygulamasının yollarını açtı. O halde bu dini korumaya çalışanlar bir kendi durumlarına bir de olmaları gereken duruma baksınlar. Tabii bu dinin gerçek anlamını kavradıktan sonra...


136- Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "ßu Allah'ın bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" derler. Fàkat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar. "

Ekin ve hayvanlara ilişkin cahiliyenin düşünce ve geleneklerini anlatırken ayetlerin akışı, kendileri için bu ekin ve hayvanları var edenin yüce Allah olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla Allah'ın dışında insanları yerden ve gökten rızıklandıracak bir kişinin varlığı söz konusu değildir. Bu açıklamanın ardından yüce
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylere ne yaptıkları anlatılıyor. Bunlardan bir payı Allah'a ayırıyorlar, put ve totemlerine de bir pay ayırıyorlar. (Doğal olarak bu son pay put bekçilerine gidiyor)... Bundan sonra onlar, ayetin belirttiği gibi Allah için ayırdıkları paya tecavüz ediyorlar...
İbn-i Abbas şöyle diyor: Yiyecekleri topladıkları zaman deste yaparlardı ve iki kısma ayırırlardı. Bir payı Allah'a, birini de tanrılarına ayırırlardı. Şayet rüzgâr, tanrılarına ayırdıkları taraftan eser de bir kısmını Allah'a ayırdıkları paya katsaydı, bunu geri alıp tekrar yerine koyarlardı. Yok eğer rüzgâr Allah için ayırdıkları payın tarafından esip bir kısmını tanrılarının payına katsaydı bunu olduğu gibi bırakır, eski yerine bırakmazlardı. Bu nedenle yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Ne kötü hüküm veriyorlar."
Mücahid diyor ki; ekinlerden Allah için bir pay, put ve tanrıları için bir pay ayırırlardı. Rüzgârın Allah'a ayırdıkları paydan alıp tanrılarının payına kattığını bırakır, tanrılarının payından Allah'ın payına götürdüğünü de geri alırlardı ve şöyle derlerdi. "Allah'ın buna ihtiyacı yoktur." Hayvanlardan ayırdıklarına da Saibe ve Bahire adını verirlerdi.
Katade şöyle der! Sapıklık taraftarlarından bazısı ekin ve hayvanlarından bir payı Allah'a, birini de ortak koştukları tanrılara ayırırlardı.
Allah'ın payından bir şey tanrılarının payına karıştığında olduğu gibi bırakırlardı, tanrılarının payından bir şey Allah'ın payına karışacak olursa hemen geri alırlardı.
Kuraklık olduğu sene, Allah'ın payından yararlanır ortak koştukları tanrılarının payına el sürmezlerdi. Bunun için yüce Allah "Ne kötü hüküm veriyorlar" buyurmuştur.
Süddî'den şöyle rivayet edilir: Mallarından bir pay ayırıp, bu Allah'ındır derlerdi. Bir ekin eker, Allah'a ayırırlardı. Bunun benzerini ortak koştukları tanrıları için de yaparlardı. Ortak koştukları tanrılarının payını onlar için harcarlardı. Allah'ın payından da sadaka verirlerdi. Sahte tanrılarının payı biter de Allah'ın payı fazla olursa, "Tanrılarımıza infak etmek zorundayız" derlerdi. Allah'ın payından alıp sahte tanrılarına infak ederlerdi. Allah'ın payı tükenip, ortak koştukları tanrılarının ki çok olursa, o zaman da "Şayet Allah dilese kendisine en güzelini ayırırdı" der ve tanrılarının payından bir şey Allah için vermezlerdi. Bu nedenle yüce Allah "Ne kötü hüküm veriyorlar" derken, şunu demek istiyor: Şayet paylaştırmada doğruysalar, o zaman çok kötü hüküm veriyorlar. Çünkü benden alıyorlar ama bana vermiyorlar.
İbn-i Cerir şöyle der! Yüce Allah'ın "Ne kötü hüküm veriyorlar" sözüne gelince; burada yüce Allah nitelikleri belirtilen bu müşriklerin davranışlarını şu şekilde haber vermektedir: Benim payımdan ortak koştukları tanrılara verdikleri halde onların payından bana vermemekle çok kötü hüküm veriyorlar. Aslında yüce Allah, bununla onların bilgisizliklerini, sapıklıklarını, doğru yoldan sapmalarını haber vermektedir. Kendilerini yaratan, besleyen ve sayılmayacak kadar çok nimet veren yüce Allah'ı kendilerine hiçbir zarar ve yarar dokunduramayanlara denk tutmaları, öyle ki kendi kafalarına göre yaptıkları paylaşmada sahte tanrılarını ondan üstün tutmalarını dile getirmektedir.
Hayvanlar ve ekinler konusunda müminlerle tartışmaları için insanlardan ve cinlerden şeytanların dostlarına telkin ettikleri bunlardı. Şeytanların dostlarına çekici kıldıkları bu tür düşünce ve uygulamalarda çıkarları söz konusu olduğu gayet açıktır. Kâhinlerden, mabet bekçilerinden ve liderlerden oluşan beşeri şeytanların çıkarına gelince; öncelikle takipçilerin ve yardakçıların gönüllerine egemen olmada, batıl düşünceler ve bazı inançların çekiciliği uyarınca keyfi arzularına uymalarını sağlamada somutlaşmaktadır. İkinci olarak, bu çekiciliğin ve insan toplumlarının aldatılmışlığın ötesinde gerçekleşecek maddi çıkarda somutlaşmaktadır. Bu da ahmak ve cahil kimselerin ortak koştukları tanrılara ayırdıkları kısımdan kendilerine düşen kazançtır. Cinlerden şeytanların çıkarına gelince; Ademoğulları'na yönelik aldatma ve vesvesede somutlaşmaktadır. Hayatlarının bozulması, dinlerinin karmaşaya dönüşmesi, sonuçta onları dünyadayken aşağılık bir yokolmaya, ahirette de ateşe sürüklemesidir, onların beklentileri.
Arap cahiliyesinde görülen bu olayın benzerleri diğer cahiliye toplumlarında, Yunan-İran-Roma toplumlarında da görülmüştür. Hindistan'da, Afrika ve Asya'da görülmektedir. Sözkonusu edilen konular, malı uygulamalara ilişkindir sadece. Ancak cahiliye sırf bunlardan ibaret değildir Modern cahiliye de Allah'ın izin vermediği şekilde mallar üzerinde birtakım uygulamalarda bulunmaktadır. Bu durumda eski cahiliye düşünceleriyle şirk noktasında buluşmaktadır. O temel ve kural açısında buluşmaktadır. Çünkü cahiliye, insanların işlerinde Allah'ın şeriatına dayanmaksızın birtakım uygulamalarda bulunan her sistemin adıdır. Bundan sonra bu tür uygulamanın somutlaştığı şekillerin farklılığının hiçbir önemi yoktur. Bu farklılıklar yalnızca şekilden ibarettir:


137- "Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak. "

Yüce Allah şöyle buyuruyor: Ortak koştukları sahte tanrılar ve şeytanlar malları üzerindeki bu tür uygulamaları kendilerine çekici gösterdikleri gibi öz çocuklarını öldürmeyi de onlara çekici göstermişlerdir. Bu durum, kimi zaman rızık korkusu (-ya da esirlik ve kız babası olmaktan dolayı utanç duyma duygusu)- ile kız çocukları diri diri toprağa gömmek, kimi zaman da erkek çocukları sahte tanrılara adamak şeklinde meydana geliyordu. Nitekim Abdulmuttalip'in şayet Allah, kendisini koruyacak ve saldırılarda yardım edecek on erkek çocuk verecek olursa, birini kesmeyi adadığına ilişkin rivayetler vardır.
Bu ve ötekini emredenin cahiliye geleneği olduğu açıktır. Bu geleneği insanlar yine insanlar için koymuşlardır. Burada anılan şeytanlar, kâhinlerden, tapmak bekçilerinden ve başkanlardan oluşan insanlar ve vesveseci cinlerden oluşan şeytanlardır. Bunların arasında sıkı bir yardımlaşma ve dostluk vardır.
Ayet bu çekici göstermenin arka planında gizli hedefi şöyle açıklamaktadır:
"Fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar diye..."
Onları yok etmeyi, dinlerini bozmayı ve ondan kaynaklanacak net bir düşünceye dayanmayacakları şekilde karmaşık hale getirmeyi amaçlamışlardır. Bu yok oluş, öncelikle öz çocuklarını öldürmelerinde somutlaşmaktadır. Son olarak sosyal hayatın tümden bozulmasında ve insanların yolunu yitirmiş sürülere dönüşüp keyfi arzuları ve çıkarları uyarınca diledikleri gibi güden bozguncu çobanların eline düşmelerinde somutlaşmaktadır. Öyle ki, canları, çocukları ve malları hakkında ölüm ve yok olma hükmünü verebilecek duruma gelirler. Bu şaşkın koyunlar boyun eğmekten başka seçenek bulamazlar. Çünkü din, inanç -ve bunlara ilişkin konulardaki karmaşık düşünceler- tüm ağırlıkları ve derinlikleri ile birlikte, yine bu düşüncelerden kaynaklanan toplumsal geleneklerle bir dayanışma içine girerler. Böylece son derece açık dine bağlanan ve tüm işlerini kalıcı ölçüye göre düzenleyenlerin dışında hiç kimsenin karşı duramadığı ezici bir baskı meydana gelmiş olur.
Bu kapalı ve karmaşık düşünceler ve bunlardan kaynaklanan dayanılmaz baskısıyla kitleleri ezen şu toplumsal gelenekler, sırf eski cahiliye toplumların= da bilinen şekliye sınırlı değildir. Çağdaş cahiliyede daha açık bir şekilde görebiliyoruz bugün. İnsanların hayatında korkunç bir ağırlık olan ve kimsenin bir kaçış yolu bulamadığı gelenekler, töreler... İnsanların bir zorunluluk olarak gördükleri ve kimi zaman altından çıkılmaz harcamalarda bulundukları, hayatlarını ve değer yargılarını yiyip bitiren, ahlâklarını ve yaşayışlarını altüst eden, bununla beraber boyun eğmekten başka bir şey yapamadıkları şu moda ve törenler... Sabah, öğleden sonra ve akşam modaları... Kısa, dar ve gülünç giysiler... Çeşitli süsleme, güzelleştirme ve makyaj yöntemleri... Daha nice aşağılatıcı kölelikler... Tüm bunları kim yapıyor? Kimdir bunların arkasında? Bunların arkasında moda evleri bulunuyor. Üretici firmalar yer alıyor. Faizini almak için paralarını sanayiye yatıran banker kuruluşları ve bankalar yer alıyor. Dünyaya hükmetmek için insanlığı mahvetmeye çalışan yahudiler vardır bunların arkasında. Ancak bunlar görülen silahlar ve ortada ordularla bulunmuyorlar. Kendilerinin geliştirdiği düşünceler ve değerler, yerleştirdikleri görüşler ve kültürlerle meydanda yer alıyorlar. Sonra da bunları toplumsal örf adı altında baskı aracı olarak insanların üzerine salıyorlar. Onlar, egemen düzende, sosyal kurumlarda ve birbirine girmiş dalları ve kökleri ile birlikte karmaşık hale gelmesinden dolayı insanların tartışma konusu yapmadıkları toplumsal geleneklerde temsil edilmedikleri sürece görüşlerin tek başına yeterli olmayacağını biliyorlar.
Bunlar şeytanların işidir... İnsanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların... Bu, değişen görünüm ve şekillerine rağmen, kökleri ve kaynakları aynı, temelleri ve kuralları benzeşen cahiliyedir...
Biz Kur'an-ı okuduğumuzda onun sadece geçmişte yaşanmış cahiliye toplumlarının hikâyecilerini aktardığını anlıyorsak, onu çarpıtmış oluruz. Oysa Kur'an hayatın sürdüğü tüm çağlarda yaşanan her türlü cahiliye düzeninden söz etmekte, her zaman için bozulmuş realiteyi ele alıp Allah'ın doğru yoluna yöneltmektedir.
Komplonun ürkütücü boyutlarda olmasına, realitenin baskısına rağmen, Kur'an'ın akışı cahiliyeyi küçümsemekte ve bu dış görünümün örttüğü büyük gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla şu şeytanlar ve dostları Allah'ın kontrolü ve otoritesi altındadırlar. Onlar işledikleri şeyleri kişisel güçleriyle yapmıyorlar. Ancak uzun ipin kendilerine bırakılmış az bir tarafı ile Allah'ın iradesi ve takdiriyle yapıyorlar. Tabii ki, yüce Allah'ın kullarının sınanmasına ilişkin hikmetini gerçekleştirmek için. Şayet yüce Allah yapmalarını istemese hiçbir şey yapamazlar. Ancak yüce Allah denemek için bunların yapılmasını istiyor. Dolayısıyla bu konuda peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve müminlere bir sorumluluk söz konusu değildir. O halde yollarına devam edip şeytanları, Allah'a yönelik iftiraları ve komplolarıyla Allah'a bırakmalıdırlar.
Alıntı ile Cevapla