Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:31 Mesaj:
612 Konular:
248 Beğenildi:11 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kur'an Enfal Suresi Tefsiri MÜ'MİNLERİN VASIFLARI Buradaki ilk itaat da, onun ganimetler hakkında belirlediği hükmüne itaat etmektir. Artık ganimetler mutlak anlamda savaşçılardan birine ait olmaktan çıkmıştır. Öncelikle ganimetlerin mülkiyeti Allah ve peygamberine aittir. Bunlar üzerindeki uygulama da Allah ve peygamberine aittir. Dolayısıyla iman edenlerin gönül hoşnutluğu ve kalp huzuruyla ganimetler konusunda Allah'ın belirlediği hükümlere uymaktan, ilişkilerini ve duygularını düzeltmekten, birbirine karşı kalplerini kötü düşüncelerden arındırmaktan başka seçenekleri yoktur. Durum bundan ibarettir: "Eğer mü'min iseniz..." ' İmanın iyice belirginleşeceği, varlığını kanıtlayabileceği, kendi gerçeğinin tercümanı olacağı pratik ve realist bir tarzda somutlaşması bir zorunluluktur. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "İman temenni ya da gösterişle gerçekleşmez. İman, kalpte yer eden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur" (Deylemi, Firdevs müsnedinde Enes'ten rivayet etmiştir.) buyurmaktadır. Bu yüzden peygamberin sözünde belirginleşen anlamı iyice vurgulamak, imam tanımlayıp açıklamak, onu dille söyleyen bir kelimeden ya da hareket ve realite dünyasında pratik bir ifadesi bulunmayan kuru bir temenniden ibaret olmaktan çıkarmak için Kur'an-ı Kerim'de buna benzer değerlendirmeler sıkça yeralır. . Ardından bu dinin Rabbinin istediği "gerçek" imanın sıfatı yeralmaktadır. Amaç "Eğer mü'min iseniz" sözünün anlamını açıklamaktır. İşte bu dinin Rabbi olan Allah'ın onlardan istediği iman "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir, yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir ve sadece Rabblerine dayanırlar. Onlar namaz kılarlar ve kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirlèr. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve göz kamaştırıcı rızık beklemektedir. Manâdaki inceliğe işaret etmek için Kur'an ifadesinin sözlü yapısı da bir inceliğe sahiptir. Buradaki ifadede "innema = ancak" sözüyle bir sınırlandırma vardır. İfade bu denli kesin ve bu denli bir inceliğe sahipken, "Bundan maksat; kâmil imandır" şeklinden yorum yapmanın tutarlı bir yanı yoktur. Şayet yüce Allah bunu söylemek isteseydi, kuşkusuz söylerdi. Bu, gayet açık ve anlam itibariyle gayet ince bir ifadedir. Dolayısıyla sıfatları, davranışları ve duyguları bu olanlar mü'minlerdir. Bunun dışında bu sıfatlara bütünüyle sahip olmayanlar mü'min değildir. Ayetlerin sonunda yeralan "işte gerçek mü'minler bunlardır" vurgusu bu gerçeği dile getirmek içindir. Çünkü "gerçek" mü'min olmayanlar hiçbir zaman mü'min değildirler. Kur'an'ın ifadeleri birbirlerini açıklarlar. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" Çünkü "hak=gerçek" olmayan şey, "sapıklık"tır. "Gerçek mü'minler" sıfatının karşıtı "tam imana sahip olmayan mü'minler" değildir. Kur'an'ın bu son derece ince ifadesinin; bütün düşünce ve ifadeler için son derece kaypak olan böylesine yorumlara hedef olması doğru değildir. Bu yüzden ilk kuşak müslüman alimler bu ayetlerden, ruhunda ve davranışlarında bu sıfatlar bulunmayan kişinin imanının bulunmadığını, hiçbir zaman da mü'min olmadığını anlıyorlardı. İbn-i Kesir'in tefsirinde şu ifadeler yeralıyor: "Ali b. Talha, "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." ayetine ilişkin olarak Abdullah İbn-i Abbas'tan şunları nakleder! Münafıklar Allah'ın farzlarını yerine getirdiklerinde, Allah'ı anmaktan dolayı kalplerine bir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden bir şeye inanmazlar, ona güvenmezler. İnsanların gözüne görünmedikleri zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler. Allah onların mü'min olmadıklarını haber verdi. Sonra yüce Allah, mü'minleri şu şekilde tanımladı: "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." Onun farzlarını yerine getirirler. "Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu onların imanını arttırır." İbn-i Abbas diyor ki: "Onaylamalarını pekiştirir." `Rablerine güvenirler' O'ndan başkasından bir beklenti içinde olmazlar." Bu sıfatların tabiatından hareketle, bunlar olmaksızın imanın hiçbir zaman olmayacağını, buradaki sorunun imanın tamlığı ya da eksikliği sorunu olmadığını, aksine imanın varlığı ya da yokluğu sorunu olduğunu göreceğiz. "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir." Bu, vicdani bir titreyiştir. Emir ya da yasak konusunda Allah anıldığı zaman mü'min kalbi kaplayan bir titreyiş... Allah'ın ululuğu bürür mü'min kalbini. İçine Allah korkusu dolar... Allah'ın yüceliği ve heybeti somutlaşır içinde. Öte yandan eksikliğini ve günahlarını hatırlar. Hemen Allah'ın emri doğrultusunda hareket etmeye, O'na itaat etmeye koyulur. Ya da bu, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- ifade ettiği bir durumdur. Sevri, Abdullah b. Osman b. Haysem'den, o da Şehr b. Havşeb'den, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kalpteki titreyiş kurumuş hurma dalının yanışı gibidir. Hurma dallarının yanarken nasıl titrediğini görmedin mi?" Evet, gördüm dedi, dinleyen. "Bunu gördüğün zaman Allah'a dua et. Dua bu titreyişi giderir" dedi. Bu durum kalpte öyle bir hava meydana getirir ki, kalbin huzura kavuşması ve durulması için duaya ihtiyaç duyulur. Herhangi bir şeyin emir ya da yasak edilmesi sırasında Allah anıldığında mü'min kalpte bu durum baş gösterir. Bunun ardından hemen Allah'ın emir ve yasaklarını O'nun istediği şekilde yerine getirmeye koyulur. İçini kaplayan ürpertiden kurtulur. Allah için arınır. "Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir." Mü'min kalp bu Kur'an'ın ayetlerinde imanı arttıran, pekiştiren kanıtlar bulur. Kendisini iç huzura erdiren mesajlar edinir. Bu Kur'an hiçbir aracıya başvurmaksızın insan kalbiyle doğrudan doğruya ilişki kurar. İnsan kalbini Kur'an'ı algılamaktan, Kur'an'ı da insan kalbine ulaşmaktan alıkoyan küfürden başka hiçbir şey, insan kalbi ile Kur'an arasına giremez. İman aracılığıyla bu perde kaldırıldığı zaman kalp, bu Kur'an'ın tadına varır ve ayetlerin yenilenen vurgularında imanı arttıran mesajlar alır. Bu onu iç huzura kavuşturur. (Burada "iman artar, eksilir" problemi karşımıza çıkıyor. Bu problem, ciddi ve pratik ideallerin uzak, aklî sorumsuzluğun yaygın olduğu dönemlerde ortaya çıkan grupların ve kelam ilminin problemidir. Bu problemi ele alma gereğini duymuyoruz.) Kur'an'ın kalbe yönelik mesajları onun imanını arttırdığı gibi, mü'min kalp imam arttıran bu mesajları kavrayabilir. Bu yüzden, bu gerçeği vurgulayan aşağıdaki ayetlerin benzeri mesajlar Kur'an'da sıkça yeralır: "Kuşkusuz bunda mü'minler için ayetler vardır." "Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ayetler vardır." Peygamberimizin bir arkadaşının sözü de bu gerçeği dile getirmektedir: "Biz Kur'an'dan önce imana çağırılırdık." İşte bu iman sayesinde Kur'an'dan bu özel tadı alıyorlardı. Teneffüs ettikleri hava da bu hususta onlara yardımcı oluyordu. Onlar fiilen ve pratik olarak Kur'an'ı yaşıyorlardı. Soyut bir tad alma ve sırf zihni kavrama, sözkonusu değildi. Ayetin indiriliş sebebine ilişkin yeralan rivayetler arasında Sa'd b. Malik'in sözleri enteresandır. Sa'd ganimetlerin mülkiyetini Peygamberimize veren, onlar üzerinde Peygamberimize dilediği gibi tasarruf yetkisini tanıyan ayetin indirilişinden önce Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir kılıcı kendisine ganimet olarak vermesini istemişti. Peygamberimiz de, "Bu kılıç ne senin, ne de benimdir, bırak onu" demişti. Sa'd kılıcı bırakıp geri döndükten sonra tekrar çağırıldığında, yüce Allah'ın kendisi hakkında bir ayet indirmiş olabileceğini düşünmüştü. "Herhalde yüce Allah hakkımda bir ayet indirdi" diye düşündüğünü söylemişti. Peygamberimiz, "Benden kılıcı istediğin zaman bana ait değildi. Ama şimdi bana bahşedildi. O senindir" demişti. İşte bu şekilde onlar Rabbleriyle birlikte yaşıyorlardı. Kendilerine inen bu Kur'an'la bu şekilde yaşıyorlardı. Bu dehşet verici bir olaydır. Ve bu insanlık hayatında yaşanmış olağanüstü, gözkamaştırıcı bir dönemdir. Kur'an'dan bu şekilde tat almaları da bu yüzdendi. Doğrudan doğruya Kur'an'ın direktifleri ışığında pratik bir hayat sürdürmeleri de özel zevkle içiçeliklerini gittikçe arttırıyordu. Her ne kadar birincisi -yani vahiy- insanlık hayatında bir daha tekrarlanmayacaksa da, yeryüzünde ilk müslüman cemaatin inşa ettiği gibi, insanların pratik hayatında bu dini yeniden inşa etmek için harekete geçen mü'min bir topluluk bulunduğu sürece ikincisi (yani islâmın bir hayat biçimi olarak yaşanması) tekrar gerçekleşebilir. Sadece bu dini yeniden insanların pratik hayatlarına egemen kılmak için Kur'an'ın direktifleri doğrultusunda hareket eden bu mü'min kitle Kur'an'dan tad alabilir, onun okunmasıyla gönlündeki iman artabilir. Çünkü bu kitle daha baştan iman etmiştir. Bu kitleye göre din, yeniden ortaya çıkan ve istisnasız tüm yeryüzünü kaplayıp azgınlaşan cahiliyenin yerine dini egemen kılma hareketidir. Ona göre iman temenni değildir. Kalpte yer edip davranışlarca doğrulanan bir olgudur. "...Sadece Rabblerine dayanırlar." Sadece O'na... Nitekim cümlenin yapısı da bu kesinliği gerektirmektedir. Herhangi birini, yardım istemek ve güvenmek suretiyle O'na ortak koşmazlar. Ya da imam İbn-i Kesir'in tefsirinde dediği gibi, "O'ndan başkasından ummazlar, sadece O'na yönelirler, sırf O'na sığınırlar. İhtiyaçlarını gidermeyi sırf O'ndan isterler. Sadece O'nu arzularlar. O'nun dilediği şeyin olacağını, dilemediği şeyin de olamayacağını bilirler. Mülkünde dilediği şekilde uygulamada bulunacağım, ortaksız olduğunu, hükmünden dolayı sorgulanamayacağım, O'nun hesapları çabuk görüldüğünü bilirler. Bu yüzden Said b. Cübeyr, "Allah'a dayanmak imanın toplamıdır" demiştir. İşte Allah'a inanmanın özü budur. Budur sırf O'na kul olmanın, O'ndan başkasına kul olmamanın ifadesi. Bir kalpte Allah'ı birlemekle, O'nunla birlikte O'ndan başkasına dayanmak birarada olmaz. Bir kimseye ya da bir sebebe dayanma isteğini kalplerinde bulanlar, öncelikle kalplerinde Allah'a iman var mı ona baksınlar. Tek başına Allah'a dayanmak sebeplere sarılmaya engel değildir. Mü'min Allah'a inanmak ve sebeplere sarılmaya ilişkin emrine itaat etmek açısından sebeplere sarılır. Ne var ki, mü'min sebeplere onların sonuçları meydana getirdiğini kabul ederek sarılmaz. Sonuçları ortaya çıkaran -tıpkı sebepler gibi- Allah'ın kaderidir. Mü'minin bilincinde sebeple sonuç arasında bir ilişki sözkonusu değildir. Sebeplere sarılmak, emredilene uymak açısından ibadettir. Sonucun gerçekleşmesi ise, Allah'ın kaderidir. Sebeplerden tamamen bağımsızdır ve Allah'dan başkası gerçekleştiremez. Böylece mü'minin bilinci sebeplere kul olmaktan, onlara bağlanmaktan kurtulur. Aynı zamanda mü'min, sebeplere sarılmakla Allah'ın emrine itaat etmenin sevabını kazanmak için elinden geldiğince sebeplerden yararlanır. Çağdaş "bilimsel" cahiliye, "Allah'ın kaderinin" ve "Allah'ın bilgisinin sınırları içinde bulunan gayb alemini" yok saymak için uzun süre "tabiat kanunlarının kesinliği" kuramına sarıldı. Nihayet kendi yöntemleri ve deneyleri yoluyla Allah'ın bilgisi kapsamındaki gaybın ve Allah'ın kaderinin eşiğinde kesin bir bilgi elde edemeden çaresiz bir şekilde durdu. Bu sefer madde dünyasındaki "ihtimaller" kuramına sarıldı. Bundan önce "kesin" dediği şeyler "muhtemel" oluverdi. "Gayb" yine mühürlü bir sır olarak varlığını korudu. Tek ve kesin gerçek olarak Allah'ın kaderi kaldı. Tek ve kesin kanun olarak yüce Allah'ın şu sözü kaldı. "Sen bilemezsin, belki de Allah bundan sonra bir durum meydana getirir." (Talak Suresi, 1) Bu söz, evrensel ilahi kanunların arka planında yeralan özgür ilahi iradeden söz etmektedir. Yüce Allah bu evrensel kanunlarla yürürlükteki kaderi uyarınca evreni idare etmektedir. İngiliz Doğabilimci ve Matematikçi Sir James Jeans şunları söylemektedir: "Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın başlangıcından sonuna kadar şu sebep ve sonuç arasında sürekli zincirleme doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A) durumundan sonra (B) durumuna gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise şu ana kadar söyleyebildiği tek şey (A) durumundan sonra (B) durumunun, ya da (C) durumunun veya (D) durumunun veya bunlardan başka bir durumun meydana gelebileceğidir. Evet bunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemeldir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların mahiyeti ne olursa olsun." İnsan kalbi görünürdeki sebeplerin baskısından kurtulduğu zaman, her şeyden önce o kalpte, Allah'dan başkasına dayanmak için yer kalmamıştır. Çünkü meydana gelen her şeyi yaratan Allah'ın kaderidir. Tartışmasız tek gerçek budur. Görünen sebepler zanna dayalı ihtimallerden başka bir şey meydana getiremezler... Kuşkusuz bu, islâm inancının insan kalbini ve insan aklını çıkardığı gözkamaştırıcı bir düzeydir. Çağdaş cahiliye akli açıdan bu düzeyin ilk aşamasına ulaşmak için üç asır uğraşıp durdu. Ancak bilinci açısından ve bunun sonucu olarak Allah'ın kaderi, görünen sebepler ve güçlerle girilen ilişki sonucu elde edilen önemli sonuçlar bakımından hiçbir şey elde edememiştir. Kuşkusuz bu, akli özgürlüğün kazanıldığı bir düzeydir. "İnsanoğlu" değişmez sebeplerin, bunun da ötesinde insanların iradesinin ya da tabiatın (!) iradesinin kulu olduğu sürece özgür olamaz. Çünkü Allah'ın iradesinin ve kaderinin dışındaki her "kesinlik" Allah'dan ve O'nun kaderinden başkasına kulluğun esasını oluşturmaktadır. Tek başına Allah'a dayanmanın bu şekilde vurgulanması ve imanın varlığı veya yokluğu için bir ön şart olarak kabul edilmesi bu yüzdendir. İslâmda itikadî düşünce eksiksiz bir bütündür. Ayrıca bu düşünce, bu dinin insanlık hayatında gerçekleştirmek istediği pratik görüntüsüyle birlikte üstlendiği rol bakımından da eksiksiz bir bütündür. ) "Onlar namazı kılarlar." Burada imanın hareketi, gözle görülür bir tablosunu görüyoruz. Daha önce sıraladığımız sıfatlarda da kalpte yer eden gizli duyguları görmüştük. Çünkü iman kalpte yereden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur. Davranış imanın somut bir kanıtıdır. Bu imana pratik bir tanıklık yapması için bu kanıtın gözle görülmesi zorunludur. Namaz kılmak, sadece bilinen hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir. Namazı amacını gerçekleştirecek şekilde kılmaktır. Yüce Ma'budun karşısında duran kula yakışır bir tarzda yerine getirmektir. Kalp yaptığı için bilincinde olmadan sadece Kur'an okumak (kıraat), rük'u (eğilmek), sucûd (yere kapanmak)dan ibaret değildir namaz. Bu eksiksiz şekliyle namaz, imanın varlığına fiili bir tanıklık yapmaktadır. "Kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirler." Gerek zekât olarak, gerekse zekâtın dışında sadaka olarak "Kendilerine bağışladığımız rızıklardan" ihtiyaç sahiplerine verirler. Rızıkları veren yaratıcının kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden vermektedirler. Kur'an ayetinin her zaman yaygın bir kuşatıcılığı ve etkin işareti vardır. Onlar malı yeniden yaratmıyorlar. Mal yüce Allah'ın onlara bahşettiği rızıktır. Kendilerine verdiği sayısız rızık arasında yeralır. Dolayısıyla Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine bir şey verdikleri zaman, bu rızkın bir kısmını vermiş oluyorlar. Geri kalanını da yanlarında tutmuş oluyorlar. Bunlar yüce Allah'ın bu konuda imana ilişkin olarak belirlediği niteliklerdir. Bunlar Allah'ın birliğine ilişkin inancı, O'nun adının anılmasıyla birlikte meydana gelen iç uyanışı, ayetlerinden dolayı gönülden etkilenmeyi, sadece O'na dayanmayı, O'nun için namaz kılmayı, O'nun verdiği rızkın bir kısmını O'nun uğrunda ihtiyaç sahiplerine vermeyi kapsamaktadırlar. Diğer ayetlerden de anlaşılacağı gibi bu ayetler imanın ayrıntılarını ele almıyorlardı. Bunlar pratik bir durumu karşılıyorlardı. Ganimetler konusunda görüş ayrılığına düşmeyi ve bu yüzden araların bozulması durumunu karşılıyorlardı. Bu pratik duruma uygun düşecek mü'minlerin sıfatlarını hatırlatıyordu. Bu ayetler aynı zamanda bir bütün olarak yok olduklarında, fiilen iman gerçeğinin de yok olmasını gerektiren sıfatları da belirliyordu. Böyle bir durumda imanın şartlarına sarılmanın ya da sarılamamanın önemi yoktur. Kur'an'ın ilahi eğitim metodu, değişen pratik durumlar karşısında adı geçen şartları ve direktifleri belirlemeyi öngörmektedir. Çünkü Kur'an'ın eğitim metodu, realist, pratik ve harekete dönük bir metoddur. Tüm amacı bir teori geliştirmek ve onu kendi kendine duyurmaktan ibaret teorik ve felsefi bir metod değildir. Bu temel doğrultusunda yapılan son değerlendirme yeralıyor: "İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve gözkamaştırıcı rızık beklemektedir. Gerçek mü'min bu sıfatları ruhunda ve davranışlarında bulur. Bu sıfatları toptan kendisinde bulundurmayan imanı bulundurmuyor demektir. Bu sıfatlar aynı zamanda ayetlerin indiği durumu da karşılamaktadır. Bu yüzden güzel imtihanı görmeye olan arzuyu da karşılamaktadır. Buna göre sıfatları bu olan kimseler için, "Rabbleri katında yüksek dereceler vardır..." Aynı zamanda -Ubade b. Samit'in de dediği gibi- aralarında başgösteren kötü huyları da karşılamaktadır. Buna göre bu sıfatları kendilerinde bulanlar Rabbleri katında "bağışlanma" ile mükafatlandırılacaklar. Ayrıca ganimetler üzerinde çıkan çekişmeyi de karşılamaktadır. Kendilerinde bu sıfatları bulanlar için Rabbleri katında "göz kamaştırıcı rızık" vardır. Böylece yaşanan durum tümden kuşatılmış oluyor. Durumun gerektirdiği tüm duygular ve konumlar teker teker ele alınıyor. Aynı zamanda konunun özünü oluşturan gerçek de iyice belirginleşiyor. Buna göre, mü'minlere ait olan bu sıfatlar toptan yok olduklarında gerçek imanın varlığı sözkonusu olamaz. "İşte gerçek mü'minler bunlardır." İlk müslüman kitleye, imanın bir gerçeğinin bulunduğu ve insanın bu gerçeği içinde bulması gerektiği öğretiliyordu. İmanın iddia olmadığı, dilde söylenen kelimelerden ibaret olmadığı, ayrıca temenniyle gerçekleşemeyeceği öğretiliyordu. Hafız Taberanî şöyle der: "Bize Muhammed b. Abdullah el Hadremî, bize Ebu Kureyb, bize Zeyd b. Habbab, bize İbn-i Luheya, Haled b. Yezid es-Seksekî'den anlattı, o da Said b. Ebu Hilâl'den, o da Muhammed b. Ebu Cehm'den, Haris b. Malik el-Ensarî'den şöyle anlattı: Haris bir gün peygamberimizin yanına vardığında peygamberimiz, `Nasıl sabahladın ya Haris' der. `Gerçek bir mü'min olarak sabahladım' diye cevap verir. O zaman Peygamberimiz, `Ne dediğinin farkında mısın? Kuşkusuz her şeyin bir gerçeği vardır. Peki senin imanının gerçeği nedir?' diye sorar. Haris, `Kendimi dünyadan çekip kurtardım, geceyi uyanık geçirdim, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki Rabbimin arşını seyrediyorum. Cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini görür gibi oluyorum' diye cevap verir. Peygamberimiz üç defa `Ey Haris, bilmişsin, bu durumunu sürdür' der. Peygamberimizin bu arkadaşı, duygularını tasvir eden, bu duyguların ötesindeki davranış ve hareketlere işaret eden durumunu anlatmış, Peygamberimiz de -Allah ondan razı olsun- onun içinde bulunduğu ruh halini kavradığına şahitlikte bulunmuştur. Rabbinin arşını seyreder gibi olan, cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini adeta gözleriyle gören biri, sadece görmekle yetinmeyecektir elbette. Tüm hareketlere yön veren, her davranışını etkileyen bu güçlü ve kuşatıcı duyguların ışığında yaşayacak, onlarla birlikte hareket edecek, davranışlarında bu duygular etkin olacaktır. Bütün bunlar, uyanık geçirdiği gecesinin, susuz geçirdiği (oruçla geçirdiği) gündüzünün, açıktan açığa Rabbinin arşını seyredişinin yanında yaşadığı bir lütuftur... İman gerçeğine büyük bir ciddiyetle bakmak gerekir. İmanın sadece dille söylenen, bunun yanında yaşanamayan, realite tarafında yalanlanan, kaypak bir kavram olmaması için bu ciddiyet zorunludur. İman konusunda titizlik demek, kaypaklık demek değildir. iman gerçeğinin ciddiyetinin bilincinde olmak daha öncelikli bir gerekliliktir. İman düşüncesinde titizlik de kaçınılmazdır. Bu düşüncenin özellikle, cahiliye tarafından istila edilen ve cahiliyenin iğrenç ve pis boyasıyla boyanan realite dünyasında bu dini yeniden inşa etmek için harekete geçen mü'min kitlenin gönlünde yer etmesi kaçınılmazdır. Bundan sonra surenin akışı, mü'minlerin hakkında birbirleriyle çekiştikleri ve Ubade b. Samit'in büyük bir içtenlikle, açık seçik belirttiği gibi kötü davranışlarda bulundukları ganimetlerin ele geçirildiği savaştan söz etmeye başlıyor. Bu savaşta meydana gelen olayları, savaşın geçtiği şartları, onların konumlarını ve savaş karşısında içlerinde geçen duyguları anahatlarıyla sunuyor. Bu sunuşla, onların Allah'ın kaderine perde olmaktan öteye geçmedikleri, savaşta meydana gelen tüm olayların -hakkında çekiştikleri ganimetler de dahil olmak üzere- elde edilen tüm sonuçların sadece Allah'ın kaderi, yönlendirmesi, planlaması, yardımı ve desteğiyle meydana geldiği anlaşılıyor. Savaş nedeniyle onların kendileri için arzuladıkları sonuç ise, son derece küçük ve sınırlı bir sonuçtur. Yüce Allah'ın yerde ve gökte hakla batılı ayırıcı gün olarak adlandırılan bu büyük olayla onlar için, yine onlar aracılığıyla dilediği sonuçla mukayese edilemez. Hakla batılın ayrıldığı günde geçen bu büyük olayla, yeryüzündeki insanlar ve bütünüyle insanlık tarihi uğraştığı gibi, yüceler alemi de meşgul oldu. Bu arada onlardan bir grubun istemeden savaşa çıktığı aynı şekilde bir grubun da ganimetlerin paylaşımından memnun olmadığı ve birbirleriyle çekişmeye daldığı hatırlatılıyor. Amaç, gözlerinin önünde cereyan eden, hoşlanmadıkları ya da sevdikleri şeyleri görmelerini sağlamak ve bunların yüce Allah'ın dilediği ve emriyle yerine getirdiği şeylerin yanında hiçbir değere sahip olmadıklarını göstermektir. Kuşkusuz yüce Allah işlerin sonucunu bilir. |