Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:31 Mesaj:
612 Konular:
248 Beğenildi:11 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kur'an Enfal Suresi Tefsiri İSLÂM TOPLUMU VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER Enfal suresinin ele alacağımız bu son dersi, savaşta ve barışta çeşitli kamplarla girilecek ilişkilere, islâm toplumunün kendi iç düzenine ve kendi sınırlarının dışındaki kuruluşlarla kuracağı bağlara, değişik şartlarda ve durumlarda islâmın sözleşme ve antlaşmalara bakış tarzına, aynı şekilde islâmın kan, soy, toprak ve inanç bağlarıyla ilgili görüşüne ilişkin birçok kuralı kapsamaktadır. Bu derste bazı kurallar ve hükümler açıklanmaktadır ki, bunların bazısı kendi alanlarında nihai hükümler niteliğindedirler. Bazısı da meydana gelen bazı olayları karşılama amacına yönelik aşamalı hüküm ve kurallardır. Bu hüküm ve kurallar üzerinde de Medine döneminin sonlarına doğru, Tevbe suresinde son değişiklikler yapılarak bunlara değişmezlik ve nihailik özelliği kazandırılmıştır. Bu kural ve hükümlerin bazısını Kur'an'ın akışında yer aldıkları sıralamaya göre sunalım: a) İslâm kampı ile anlaşıp sonra da bu anlaşmayı bozanlar, canlıların en kötüleridir... Bu yüzden islâm kampı hem onların, hem de onlardan sonra anlaşmayı bozmak ya da islâm kampına saldırmak niyetinde olan başkalarının ayaklarını denk attıracak ve onları korkutacak şekilde derslerini vermeli, cezalandırmalıdır. b) İslâm önderliğinden korktukları için anlaşma yapanlardan herhangi biri anlaşmayı bozup ihanet edecek olursa, islâm yöneticileri de anlaşmayı bozmalı ve anlaşmayı feshettiklerini duyurmalıdırlar. Dolayısıyla onlara savaş açmak, onları cezalandırmak, bunun da ötesinde benzeri düşünceye sahip olanları korkutmak imkânı doğmuş olur. c) İslâm kampı sürekli hazarlık yapmalı ve gücünün son noktasına kadar kuvvet ikmali yapmalıdır. Kitlelere yol gösterici konumunda olan bu gücün, yeryüzünün en büyük gücü olması için bu hazırlık gereklidir. Tüm batıl güçler ondan korkarlar böylece. Yeryüzünün her köşesindeki bu batıl güçler onun sözünü dinlerler. En başta islâm yurduna saldırmaktan çekinirler. Aynı şekilde Allah'ın otoritesine teslim olmuş, yeryüzünde Allah'ın dinine davet eden davetçiler`in yoluna engel olmamış ve bu davete olumlu karşılık veren insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoymamış olurlar. Hakimiyet hakkını iddia etmekten ve insanların kendilerine kulluk yapmalarını istemekten vazgeçmiş olurlar. Böylece "din" bütünüyle Allah'a özgü kılınmış olur. d) Müslüman olmayanlardan bir grup islâm kampı ile barış yapmak, anlaşmak ve karşılarına çıkmamak isterse, islâm kampının yöneticileri onların barış tekliflerini kabul eder ve onlarla anlaşır. Onlar, bir hile yapmayı düşünür, ancak bunu kanıtlayacak bir davranışları yoksa, durumlarını Allah'a havale ederler. Hiç kuşkusuz O, müslümanları hilecilerin kötülüğünden korumaya yeterlidir. e) Düşmanları sayı bakımından onlardan kat kat fazla da olsa, cihad etmek müslümanlar üzerinde bir farzdır. Ve onlar Allah'ın yardımıyla düşmanlarına üstünlük sağlarlar. Onlardan bir kişi düşmandan on kişiyle başeder. En zayıf durumlarda bile bir müslüman, onlardan iki kişiyle başeder. O halde müslümanlarla düşmanları arasında maddi güçler dengesi sağlansın diye cihad görevi ertelenemez. Müslümanların güçleri oranında maddi hazırlık yapmaları, Allah'a güvenmeleri, savaş alanında kararlı ve dirençli olmaları, savaşın zorluklarına katlanıp sabretmeleri yeterlidir. Gerisi Allah'a kalmıştır, Çünkü müslümanlar gözle görülen maddi gücün dışında bir güce sahiptirler. f) İslâm kampının en başta gelen görevi, tüm güç kaynaklarını ve dayanaklarını yerle bir etmek suretiyle tağutun gücünü ortadan kaldırmaktır. Fakat tağutun savaşçılarını esir alıp, fidye almak suretiyle onları serbest bırakırlarsa bu hedef gerçekleşmemiş, bu görev yerine getirilmemiş olur. O zaman bu uygulama yersiz görülüyor. Çünkü bir peygamber ve onun takipçileri, yeryüzünde etkinliklerini pekiştirmedikleri, düşmanlarının gücünü ortadan kaldırmadıkları, yeryüzünde üstünlüğü ellerine geçirip yeryüzündeki olayları kendi lehlerine çevirecek düzeyde etkin bir güce ulaşamadıkça, düşmanı esir almamalıdırlar. Ama böyle bir düzeye geldikleri zaman esir almalarında, bu esirlerden özgürlüklerine karşılık fidye almalarında bir sakınca yoktur. Ne var ki, bundan önce onları savaşta öldürmek daha yararlı ve daha gereklidir. g) Savaşta müşriklerin mallarını ganimet olarak almak müslümanlara helâldir. Nitekim yeryüzündeki üstünlükleri pekiştiği, orada her yönüyle etkin bir güç oldukları, düşmanlarının gücünü kırıp tamamen ortadan kaldırdıkları zaman esirlerden serbestlik karşılığı fidye almaları da helâldir. h) Kendilerinden alınmış olan ganimet ve fidyeye karşılık yüce Allah'ın bundan daha iyisini bahşedeceğini vurgulayarak islâm kampındaki esirleri islâma girmeye teşvik etmek de uygundur. Bu arada, ilk defa olduğu gibi. Allah'ın şiddetli azabını hatırlatmak suretiyle ihanet etmekten sakındırmak da gerekmektedir. i) İslâm toplumunda bir arada bulunmanın temelinde inanç vardır. Ancak toplumda dostluk, inanç ve bununla birlikte pratik uygulama esasına dayanır. Dolayısıyla inananlar, inançları gereği hicret edenler, hicret edenlere sığınak sağlayıp yardım edenler birbirlerinin dostlarıdırlar. İnandıkları halde islâm yurduna hicret etmeyenlerle, islâm yurdundaki islâm kampı arasında dostluk, yani yardımlaşma ve dayanışma sözkonusu değildir. İnançları noktasında bir haksızlığa uğramadıkları sürece müslümanlar onlara yardım etmezler. Üstelik bu haksızlık, müslümanlarla aralarında anlaşma bulunmayan bir kavim tarafından yapılıyorsa yardım etmeleri sözkonusu olabilir. j) İslâm toplumunda birarada bulunma ve dostluğun temelinde inanç ve pratik uygulamanın yeralması, akrabaların birbirlerine dost olmalarına engel oluşturmaz. İnanç ve pratik uygulama şartı yerine geldiği sürece bunlar dostlukta birbirlerine daha yakındırlar çünkü. Ancak inanç ve pratik uygulama bağı koptuğu zaman akrabalık bağı öncelikli oluşunu yitirir ve dostluk için yeterli olmaz. İşte bunlar, toplu olarak bu dersin içerdiği ilkeler ve kurallardır. Bunlar, aynı zamanda islâmın iç ve dış düzeninin sahip olduğu kuralların kısa bir özetini temsil etmektedir. Surenin ayetlerini birer birer ele alırken bunları da ayrıntılı biçimde açıklayacağız. 55- Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. 56- Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir. 57- Eğer savaşta, onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır. 58- Eğer antlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı, karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü' Allah ihanet edenleri sevmez. 59- Kâfirler sakın yakayı kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar. 60- Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız. 61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir. 62- Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. 63- Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir. Bu ayetler, Medine'de bir islâm devleti oluştuğu sıralarda müslüman kitlenin hayatında pratik olarak var olan durumları karşılıyor ve müslüman önderliğe bu durumların tabiatına uygun hükümler gösteriyordu. Bu ayetler, daha sonraları bazı eklemeler ve kimi ayrıntılı değişiklikler yapılmış olmakla beraber, müslüman kamp ile çevresindeki diğer düşman kamplar arasındaki dış ilişkilere ilişkin bir kuralı temsil etmektedir. Bu kural, devletleràrası ilişkilerde islâmın temel bir kuralı olarak kalmıştır. Bu kural, ihanete uğramaktan korundukları oranda değişik kampların barış içinde yaşamak üzere anlaşmalarının mümkün olduğunu vurgulamakta ve bu anlaşmalara eksiksiz bir saygı duyulmasını, gereken ciddiyetin gösterilmesini öngörmektedir. Ancak diğer taraf bu anlaşmaları ihanet ve kalleşliğine perde yapmaya kalkışırsa, bu perdenin gerisinde saldırı ve baskın planları hazırlarsa, müslüman önderlik bu anlaşmaları bozmalı ve anlaşmaları bozduğunu da diğer tarafa duyurmalıdır. Fakat müslüman önderlik hainlere ve kalleşlere indirilecek darbenin zamanını belirlemede tam bir özgürlüğe sahiptir. Ayrıca bu darbe, gizli veya açık müslüman kitleye, saldırmayı gönlünde geçiren tüm tarafları caydıracak denli sert ve şiddetli olmalıdır. İslâm kampı ile barış yapanlara, islâm çağrısına karşı çıkmamayı ya da insanların bu çağrıyı dinlemelerine engel olmamayı isteyenlere gelince davranışları, onların barışa taraftar olduklarına ve barışı istediklerine kanıt oluşturduğu sürece müslüman önderlik onlara saldırmamalıdır. (Bu hükümler daha sonra Tevbe suresinde son olarak düzenlenmiştir) Görüldüğü gibi bu hükümlerin burada yeralması, komşu kamplar arasında başgösteren pratik ve realist durumların, pratik ve realist bir şekilde karşılanması amacına yöneliktir. İslâm çağrısı gerçek bir güvencenin gölgesinde yürütüldüğü, yoluna dikilen tüm maddi engeller ortadan kalktığı, kulaklara ve gönüllere rahatlıkla ulaştığı sürece müslüman yönetimi diğer taraflarla saldırmazlık anlaşması imzalamaktan kaçınmaz. Aynı zamanda saldırmazlık anlaşmalarını düşmanlıklarına bir perde ile kin ve nefret ile müslüman topluma darbe indirmek için bir kalkan olarak kullanmalarına da hoşgörülü davranmaz. Bu ayetlerin o günkü Medine toplumunda karşıladıkları bu pratik durum ise, müslüman yönetimin Medine döneminin başlarında karşı karşıya kaldığı şartlardan kaynaklanıyordu. Nitekim imam İbn-i Kayyim `Zad-ul Mead' adlı eserinde bu şartları şu şekilde özetlemektedir: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye geldiği zaman ona karşı kâfirler üç,gruba bölündüler. a) Onunla savaşmamak, ona saldırmamak ve düşmanlarına yardım etmemek üzere kendisiyle barış ve saldırmazlık antlaşması imzalayanlar. Bunlar inançlarını terketmeden mal ve can bakımından islâm devletinin güvencesi altında kaldılar. b) Onunla savaşanlar, ona düşman kesilenler. c) Kendisiyle barış antlaşması imzalamayanlar bununla beraber savaş da açmayanlar. Ona karışmayanlar. Daha doğrusu onunla düşmanları arasındaki mücadelenin akıbetini bekleyenler. Daha sonra bunlardan bazısı, içten içe onun galibiyetini ve zafer kazanmasını, bir kısmı da düşmanlarının galibiyetini ve zafer kazanmasını ister oldu. Bunlardan bir kısmı görünüşte ondan taraf görünüyordu. Gizlice de düşmanlarıyla birlik oluyordu. Böylece her iki gruptan da emin olmayı düşünüyorlardı. Bunlar münafıklardı. Bütün bu grupların herbiriyle Peygamberimiz, yüce Rabbinin direktifleri doğrultusunda ilişkilerde bulundu." Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- barış yaptığı, saldırmazlık anlaşması imzaladığı taraflar arasında Medine çevresinde yaşayan üç yahudi kabilesi de yer alıyordu. Bunlar Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza kabileleriydi. Nitekim böyle bir anlaşma Medine'ye komşu olan müşrik kabilelerle de yapılmıştı. Bunların pratik durumları karşılayan geçici bazı kurallar oldukları, islâmın uluslararası ilişkilerini düzenleyen kesin hükümler olmadıkları, daha sonraları peşpeşe değişikliğe uğradıkları, Tevbe suresindeki hükümler inince de son şekillerini aldıkları açıktır. Bu ilişkilerin yaşandığı islâmi hareketin aşamalarının güzel bir özetini dokuzuncu cüzde İmam İbn-i Kayyim'in `Zad-ul-Mead" adlı eserinden aktarmıştık. Gerekliliğine inandığımızdan dolayı bu özeti buraya almakta bir sakınca görmüyoruz: . "Gönderilişinden ulu Rabbine kavuştuğu zamana kadar Peygamberimizin kâfir ve münafıklarla olan ilişkileri, islâmda cihadın aşamaları olarak şu şekilde özetlenmektedir: "İlk defa yüce Rabbi ona, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini vahyetti. Bu, peygamberliğin başlangıcıydı. O zaman sadece kendisinin okumasını emretmişti. İnsanlara duyurmasını henüz emretmemişti. Sonra, "Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut" ayetini indirdi. Yüce Allah "oku" sözüyle onu peygamber tayin etmiş, "Ey örtüsüne bürünen..." sözüyle de Resul yapmıştı. Sonra yakın akrabalarını, ardından kavmini, daha sonra çevresindeki Araplar ı, peşinden tüm Araplar'ı, en sonunda bütün insanları korkutmasını emretti. Peygamber olarak görevlendirilmesinden sonra on sene gibi bir süre savaşsız ve cizyesiz (İslâmın egemenliğine boyun eğmeyi kabul eden kâfirlerden alınan vergi) bir şekilde yalnızca sözlü davetle yerine getirdi uyarı görevini. Savaştan kaçınması, zorluklara katlanması ve iyilikle muamele etmesi emrediliyordu. Sonra hicret izni verildi, ardından savaş izni verildi, önce kendisiyle savaşa tutuşanla savaşması, kendisiyle savaşmaktan kaçınıp bir kenara çekilenle savaşması emredildi. Peşinden egemenlik bütünüyle Allah'ın,olana kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra ona göre kâfirlerin durumu üç kısımda beliriyordu: a) Barış ve anlaşma ehli b) Savaş ehli c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlarla belirlenen süreyi doldurması, sözlerine bağlı kaldıkları sürece O'nun da bağlı kalması emredildi.`Şayet ihanet edeceklerinden korkacak olursa anlaşmayı bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeden savaşmaması emredildi. Aynı şekilde verdikleri sözde durmayanlarla da savaşması emredildi. Tevbe suresi indiği zaman bu kısımlara ilişkin hükümlerin açıklamasını da içeriyordu. Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- kitap ehlinden olan düşmanları ile cizye verene, ya da islâma girene kadar savaşması emredildi. Yine Tevbe suresinde kâfir ve münafıklarla cihad etmesi, onlara karşı sert davranması emredildi. Kâfirlerle cihad, kılıç ve ok ile, münafıklarla da kanıt ve söz şeklinde olacaktı. Tevbe suresinde kâfirlerle yapılan anlaşmalardan uzak olduğunu, anlaşmaları bozduğunu bildirmesi emredildi. Böylece barış ve anlaşma ehli üç kısıma ayrılmış oluyordu: a) Yüce Allah peygamberine bir kısmıyla savaşmasını emretti. Bunlar anlaşmayı bozan, sözlerinde durmayan kimselerdi. Hz. Peygamber onlara savaş açtı ve onları yendi. b) Bir kısmıyla belli bir süre için anlaşma yapılmıştı. Bunlar anlaşmalarını bozmadıkları gibi ona karşı bir saldırıda da bulunmamışlardı. Yüce Allah peygamberine süresi dolana kadar onlarla vardığı anlaşmaya bağlı kalmasını emretti. c) Bir diğer kısım da Hz. Peygamber'le anlaşma yapmamış bunun yanında onunla savaşmamış kimselerdi. Ya da süresiz bir anlaşmaları vardı. Yüce Allah peygamberine, onlara dört aylık bir süre tanımasını, süre dolunca da onlarla savaşmasını emretti. Peygamberimiz onlardan anlaşmayı bozanı öldürdü. Kendisiyle anlaşma yapılmamış, ya da süresiz anlaşma yapılmış kimselere dört ay süre tanındı. Yüce Allah peygamberine anlaşmalarına bağlı kalanlara karşı, anlaşmanın sonuna kadar kendisinin de bağlı kalmasını emretti. Bunların hepsi de müslüman oldular, anlaşma süresinin bitimine kadar hiç kimse küfürde kalmadı. Zimmet ehli olanlara Cizye vergisini verme zorunluluğu getirildi. Tevbe suresinin inişinden sonra kâfirler konumları itibariyle üç kısma ayrılmış oluyorlardı. a) Peygamberimize karşı savaşanlar. b) Barış yapanlar. c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlar müslüman olduktan sonra ise kâfirler iki kısma ayrılmış oldular: Kendisiyle savaşanlar ve zimmet ehli... Kendisiyle savaş halinde olanlar O'ndan korkan kimselerdi. Bundan sonra tüm yeryüzündeki insanlar üç gruba ayrılmış oluyordu: a) Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlar b) Kendilerine sığınma hakkı tanınarak barış yapılmış kimseler. c) Korktuklarından dolayı Peygamberimizle savaşmayı sürdüren kimseler. Münafıklara karşı tutumuna gelince; dış görünüşlerine itibar edip gizli yönlerini Allah'a bırakmakla emrolundu. Bilgiyle, delille mücadele etmesi, aldırış etmemesi, tavizsiz davranması, ruhlarını harekete geçirecek etkin sözler söylemesi emredildi. Cenaze namazlarını kılması, kabirlerine gitmesi yasaklandı. Son olarak, onlar için bağışlanma dileğinde bulunsa da, yüce Allah, onları bağışlamayacağını kendi,sine bildirdi. Kâfir ve münafık düşmanlarına karşı takip ettiği hareket tarzı bundan ibaretti." Bu güzel özete, o gün meydana gelen olaylara ve bu hükümleri içeren ayetlerin iniş tarihine baktığımızda az sonra ele aldığımız Enfal suresinde yer alan bu ayetlerin Medine döneminin başları ile Tevbe suresinin inişine kadarki dönemi kapsayan bir ara aşamayı temsil ettiklerini anlarız. İşte bu ayetler, işaret ettiğimiz değerlendirmelerin ışığında ele alınmalıdırlar. Bu ayetler bazı temel kuralları dile getirmekle beraber, bu kuralları nihai şekilleriyle temsil etmemektedirler. Bu kuralların nihai şekli Tevbe suresinde ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- son dönemlerindeki pratik uygulamalarında somutlaşmaktadır. Yeri geldikçe bunlara değineceğiz... Bu açıklamanın ışığında bu Kur'an ayetlerini ele alabiliriz artık. |