Tekil Mesaj gösterimi
Alt 22 Eylül 2008, 00:35   Mesaj No:20

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Enfal Suresi Tefsiri

CANLILARIN EN KÖTÜSÜ

"Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar." "Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir."
Ayette geçen "ed-devvab = canlılar" kelimesi yeryüzünde yürüyen her canlıyı kapsamaktadır. Elbette insanları da kapsamaktadır. Ne var ki bu kelime -daha önce de söylediğimiz gibi- insanlar için kullanıldığı zaman özel bir anlam çağrıştırıyor; hayvanlığı... Öyle ki bu insanlar, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüleri oluveriyorlar. Bunlar kâfir kimselerdir, kâfirlikleri öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, imana gelmeleri sözkonusu değildir bunların. Bunlar her defasında anlaşmalarını ihlâl eden kimselerdir. Bir kez bile Allah'dan korkmazlar.
Bu ayette kastedilenlerin kimler olduğuna ilişkin değişik rivayetler gelmiştir. Bunların Beni Kureyze kabilesi olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde Beni Nadr ve Beni Kaynuka kabileleri de oldukları söylenmiştir. Ayrıca bunların Medine çevresindeki müşrik bedeviler oldukları da ileri sürülmüştür. Hem ayet, hem de tarihsel realite tümünün birden kastedilmiş olacağı ihtimalini güçlendiriyor. Çünkü yahudiler grup grup Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaları bozdular. Aynı ;şekilde müşrikler de birkaç kez anlaşmalarını bozdular. Önemli olan, ayetlerin Bedir savaşı öncesinde ve sonrasında ayetlerin inişine kadar yaşanan bir realiteden söz ettiklerini bilmemizdir. Ancak bu realiteye ilişkin olarak anlaşmalarını bozanların karakterlerini tasvir eden hüküm sürekli bir durumu tasvir etmekte ve değişmez bir sıfatı dile getirmektedir.
Dolayısıyla kâfirlikte direnen bu kâfirler, "artık inanmazlar." Bu inatları yüzünden fıtratları bozulmuş, Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü durumuna düşmüşlerdir. Bunlar imzaladıkları tüm anlaşmaları ihlal eden kimselerdir. Bu yüzden diğer insanlık özelliğinden, örneğin anlaşmaya bağlılık özelliğinden soyutlanmışlardır. Hayvanlar gibi iplerini koparmışlardır bunlar. Gerçi hayvanların hareketleri fıtri bağlarla kontrol altına alınmıştır. Ama bunların hareketlerini sınırlandıracak bir kontrol mekanizmaları yoktur. İşte bu yüzden Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü konumundadırlar.
Hiç kimsenin anlaşmalarına bağlı kalmaları konusunda ikna edemediği bu adamların cezası, karşı tarafı güvenlikten yoksun bıraktıkları, huzursuz ettikleri gibi, kendilerinin de güvenlikten yoksun bırakılmaları, huzursuz edilmeleridir. Korkutmak ve caydırmaktır cezaları. Sadece kendilerini değil, onların dışında ve onları dinleyen benzerlerini de korkutmak için ellerine darbeler indirmektir, kollarını kırmaktır cezaları. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonraki müslümanlar -savaş esnasında böyleleriyle karşılaştıklarında- onlara bu cezayı vermekle görevlidirler:
Eğer savaşta onları ele geçirirsen onları geride kalanlara ibret olacak biçimde cezalandır.
Bu korkunç bir yakalayışım, dehşet verici bir korkutmanın tablosunu çizen ilginç bir ifadedir. Köşe bucak kaçıp, ortadan kaybolmak için bunu duymak yeterlidir. Bizzat bu müthiş cezayı hakedenlerin durumu nasıldır acaba? Bu, yüce Allah'ın peygamberine anlaşmayı bozmakta direnen ve insanlık bağlarını hiçe sayanlara vurmasını emrettiği dehşet verici bir darbedir. Öncelikle islâm kampının güvenliğini sağlamak, bundan böyle anlaşmaların dışına çıkmak isteyenlerin cesaretini kırmak, şimdi olsun ilerde olsun islâm yayılmasının önüne dikilmeyi tasarlayanları bu düşüncelerinden caydırmak amacına yöneliktir bu ceza.
İşte müslüman kitlenin gönlünde yer etmesi gereken bu metodun tabiatı budur. Bu dinin bir heybeti olmalıdır. Güçlü olması, caydırıcı olması kaçınılmazdır bu dinin. Bu din, tağutları islâm yayılmasının önüne dikilmekten alıkoymak, onları titretmek için etrafına korku salmalıdır. Zaten bu din bütün "yeryüzünde" "insan" türünü bütün tağutların baskısından kurtarmak için hareket eder. Bu dinin tağuti güçlerden oluşan maddi engellere karşı sadece davet ve açıklama yöntemine başvurduğu düşüncesinde olanlar, bu dinin tabiatından hiçbir şey anlamamış kimselerdir.
İslâm kampı ile varılan anlaşmayı fiilen bozma durumuna ilişkin, hem anlaşmayı bozanları, hem de onların dışındakileri korkutmak için indirilecek sert ve caydırıcı darbeye ilişkin ilk hüküm budur.
İkinci hüküm ise, anlaşmanın bozulmasından ve ihanet planlarından korkulduğu duruma ilişkindir. Bu da karşı tarafın fiilen anlaşmayı bozmayı tasarladığını gösteren davranışların ve belirtilerin ortaya çıkmasıyla anlaşılır:

KUVVET VE SAVAŞ ATLARI

"Eğer anlaşmalı bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen aranızdaki antlaşmayı; karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez."
İslâm antlaşmasını korumak için biriyle anlaşır. Bu yüzden karşı tarafın ihanet edeceğinden endişelenirse anlaşmayı açıkça bozduğunu ilan eder. Ne ihanet eder, ne kalleşlik eder, ne başkasını aldatır, ne de hile yapar. Karşı tarafa açıkça anlaşmalarını bozduğunu, anlaşmaya bağlı kalmayacağını, artık aralarında karşılıklı güvenin sözkonusu olmayacağını bildirir. Bununla islâm, insanlığı onurluluk ve doğruluk ufuklarına, karşılıklı güven ve dürüstlük ufuklarına yükseltiyor. İslâm, karşı taraf ihlal edilmemiş, bozulmamış antlaşma ve sözleşmelere dayanarak kendini güvenlikte hissederken kalleşçe ve adice saldırılar planlamaz. İhanet edeceğinden endişelendiği kimseleri bile uyarmadan korkutmaz. Ancak antlaşma gereksiz sayıldıktan sonra savaş hiledir. Çünkü bütün taraflar tedbirlerini alırlar. Şayet böyle bir durumda bir tarafa hile yapılmışsa bu ona kalleşlik yapılmıştır anlamına gelmez. Onun gafil oluşunun, gerekli tedbirleri almayışının sonucudur bu hile. Bu durumda bütün hile yöntemleri mübahtır ve karşı tarafa kalleşlik etmek anlamına gelmez.
İslâm insanlığı yüceltmek ister. İnsanları iğrenç şeylerden, adilikten korumaktır islâmın amacı. Galip gelmek uğruna kalleşliği mübah kabul etmez. İslâm gayelerin en üstünü, hedeflerin en onurlusu için savaşır. Onurlu bir gaye için adi yöntemlere başvurulmasını hoş karşılamaz.
İslâm ihanetten hoşlanmaz ve antlaşmalarını bozan hainleri küçümser. Bu yüzden ne kadar onurlu olursa olsun bir gaye uğruna müslümanların antlaşma emanetine ihanet etmelerini istemez. İnsanın kişiliği bölünmez bir bütündür. Adi bir yönteme başvurmayı uygun gördüğü zaman, artık onurlu bir gayenin koruyucusu olma niteliğini sürdüremez. Bu yüzden hedefe ulaşmak için her türlü yolu denemeyi mübah gören birisi müslüman değildir Bu ilke islâm bilincine ve islâmi duyarlılığa yabancıdır. Çünkü insan ruhunun yapısı ile bu ruhun hedefler ve yöntemler arasındaki dünyası arasında kopukluk sözkonusu değildir. Bir müslüman cıvık bir çamur deryasından geçerek berrak bir nehire girmez. Çünkü sonunda bu kirli ayaklar o berrak nehri de bulandıracaktır. Bütün bunlardan dolayı yüce Allah hainleri ve ihaneti sever:
"Allah ihanet edenleri sevmez."
Bu hükümler inerken bütünüyle insanlığın böylesine parlak bir ufuktan habersiz olduğunu unutmamamız gerekir. O güne kadar savaşan taraflar arasında geçerli olan kanun orman kanunuydu. Gücü yettiği oranda hiçbir kayıt tanımayan kuvvet kanunu yürürlükteydi. Aynı şekilde bu orman kanununun miladi 18. yüzyıla kadar bütün cahiliye toplumlarında yürürlükte olduğunu da hatırlamamız gerekir. O zamanlar Avrupa islâm alemi ile girdiği ilişkiler sonucu aldığı uluslararası ilişkilere ilişkin kurallardan tamamen habersizdi. Üstelik Avrupa şu ana kadar bile realite dünyasında bu parlak ufka yükselememiştir. Sadece teorik olarak uluslararası hukuk adında bazı şeyler öğrenmiştir o kadar. Avrupa'da "kanun yapmadaki teknik gelişmelere" hayran olanlar, islâm ile bütün çağdaş düzenler arasında "realite" gerçeğini iyice kavramalıdırlar.
Bu kesinlik ve bu temizliğe karşılık, yüce Allah müslümanlara zafer va'dediyor, kâfirleri ve küfrü önemsememelerini vurguluyor:
"Kâfirler sakın yakayı. kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar."
Kalleşlik ve ihanet planlarını uygulamalarına fırsat verilmeyecektir. Çünkü yüce Allah müslümanları yalnız bırakmaz ve hainler ihanet etmeleriyle yakayı kurtaramazlar. Allah hainleri cezalandırmak istediği zaman, onlar buna engel olamazlar, güçleri yetmez buna. Allah müslümanların yardımcısı iken, onları da etkisiz hale getiremezler.
O halde niyetleri tamamen Allah için olduktan sonra, tertemiz yöntemlere başvuranlar, adi yöntemlere başvuranların kendilerini geride bırakamayacaklarından emin olmalıdırlar. Onlar yeryüzünde kanununu gerçekleştirdikleri, insanlar arasında sözünü yücelttikleri ve adına hareket ettikleri yüce Allah'dan yardım görüyorlar. Onlar insanları kulların kulluğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cihad ederler.
Fakat islâm zafer için gerekli olan pratik hazırlığını yapmak zorundadır. Bu hazırlık, müslüman kitlenin gücü dahilindedir çünkü. İslâm, bastıkları yeri müslümanlar için güvenli hale getirmeden fıtratının tanıdığı ve deneyimlerin ortaya çıkardığı pratik sebepleri uygun hale getirmeden müslümanların bakışlarını bu yüce ufuklara yöneltmez. Onları bu yüce hedefleri gerçekleştirecek pratik harekete hazırladıktan sonra yönelir bu ufuklara:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız."
Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Bir müslümanın gücü oranında maddi hazırlık yapması cihad görevinin gerektirdiği bir görevdir. Ayet yapılacak hazırlığı, araçlarının, sınıflarının, renklerinin ve sebeplerinin farklılığına göre emrediyor. Özellikle "atlı savaş birlikleri" ifadesini kullanıyor. Çünkü bunlar ilk defa bu Kur'an'ın hitap ettiği insanlar tarafından savaştaki etkinlikleri bilinen araçlardı. Şayet onlara o zaman için bilmedikleri, bir zaman sonra bulunacak araçları hazırlamalarını emretseydi, insanı şaşırtan bilinmez şeyleri emretmiş olacaktı. -Kuşkusuz yüce Allah böyle bir şeyden uzaktır, O, uludur, büyüktür- Burada önemli olan direktifin genellik ifade etmesidir:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."
Yeryüzünde "insan" türünün özgürlüğünü gerçekleştirmek için islâmın kuvvet bulundurması kaçınılmazdır. Bu kuvvetin davet açısından yerine getirdiği ilk görev, islâm inancını benimsemek isteyenlerin hiçbir engelle karşılaşmadan, bu inancı seçmelerini, aynı şekilde bu inancı benimsedikten sonra dinlerinden döndürme girişimlerine uğratılmamalarıdır. İkinci görev, bu dinin düşmanlarını bu kuvvet tarafından korunan islâm yurduna saldırmayı düşünmekten caydırmaktır. Üçüncü görev, bu düşmanların bütün `yeryüzünde' tüm `insanları' özgürlüklerine kavuşturmak için hareket eden islâm yayılmasının karşısına dikilmekten korkmalarını sağlamaktır. Dördüncü görev, bu kuvvetin yeryüzünde kendisine ilahlık sıfatını yakıştıran, insanları kendi yasaları ve otoriteleriyle yöneten, ilahlığın tek başına Allah'a ait olması gerektiğini, dolayısıyla hakimiyetin sadece O'na ait olması gerektiğini kabul etmeyen tüm maddi güçleri yerle bir etmesidir.
İslâm sadece gönüllerde yer etmekle gerçekleşen teolojik bir düzen değildir. Bazı bireysel kulluk davranışlarını düzenlemekle bitmez onun görevi. İslâm pratik ve realist bir hayat sistemidir. Otoritelerin dayanağı ve onun ötesinde maddi güçlerle desteklenen diğer hayat sisteminin yeryüzüne egemen olmaması için islâmın, bu maddi güçleri ortadan kaldırmaktan, bu sistemleri uygulayan ve ilahi sisteme karşı koyan yönetimleri yerle bir etmekten başka çaresi yoktur.
Müslüman, bu büyük gerçeği duyururken, kem küm etmemeli, taviz vermemelidir. İlahi hayat sisteminin tabiatından dolayı sıkıntı duymamalı, komplekse düşmemelidir. Müslüman bilmelidir ki, islâm yeryüzünde harekete geçtiği zaman sadece Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak ve kulların ilahlığını yerle bir etmek suretiyle insanın özgürlüğünü ilan etmek için harekete geçer. İslâm, insan yapısı bir metodla hareket etmez. Aynı şekilde islâm herhangi bir liderin ya da devletin veya sınıfın yahut ırkın egemenliğini kurmak için harekete geçmez. İslâm, ne Romalılar gibi eşraf takımının tarlalarında çalıştırmak üzere köleler bulmak için hareket eder, ne de Batı kapitalizmi gibi yeni pazarlar ve hammaddeler elde etmek için harekete geçer. Aynı şekilde islâm, komünizm gibi cahil ve kısa görüşlü insanın ürünü herhangi bir ideolojiyi kabul ettirmek için harekete geçmez. İslâm her şeyi bilen, hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan ve her şeyi gören Allah'ın belirlediği sistemle hareket eder. İnsanın tüm yeryüzünde kula kulluktan kurtulması için yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak üzere harekete geçer.
İşte dini savunma pozisyonuna indirgeyen ruhsal bozguna uğramış kimselerin kavramak zorunda oldukları büyük gerçek budur. Onlar islâmın yayılmasına ve islâmda cihad gerçeğine mazeretler bulmak için kem küm eden, geveleyip duran kimselerdir.
Kuvvet hazırlama yükümlülüğünün sınırını bilmemiz gerekir. Ayet diyor ki:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü hazırlayın."
Kuvvet hazırlamanın sınırı insanın gücünün en son noktasıdır. Böylece müslüman kitle gücü dahilinde olan kuvvet sebeplerini devreye sokmaktan geri kalmayacaktır.
Aynı şekilde ayet kuvvet hazırlamanın ilk hedefine de şu şekilde işaret etmektedir:
"Gerek Allah'ın, gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydırmanız için."
Buna göre kuvvet bulundurmanın ilk hedefi, hem Allah'ın düşmanı hemde müslüman kitlenin yeryüzündeki düşmanı olanların gönüllerine korku ve dehşet salmaktır. Bu düşmanlardan bazısı açıktan açığa düşmanlık yapar, müslümanlar da onları tanır. Bunların da ötesinde tanımadıkları bazı düşmanlar da vardır. Bir kısmı da düşmanlıklarını açığa vurmamışlardır, ancak yüce Allah onların gizledikleri duyguları ve gerçek niyetlerini bilir. İşte böyleleri fiilen kendilerine ulaşmamış dahi olsa, islâmın gücünden korkarlar. Müslümanlar güçlü olmak zorundadırlar. Yeryüzüne korku salmaları için ellerinden geldiği kadar savaş gücü bulundurmak, kuvvet kaynaklarını hazırlamak onların görevidir. Bu hazırlık Allah'ın sözünün yücelmesi, yeryüzünde egemenliğin tamamen Allah'ın dinine özgü olması için kaçınılmazdır.
Savaş araç ve gereçlerini bulundurmak mal gerektirdiğinden ve islâm düzeni de tamamen dayanışma esasına dayandığından, Allah yolunda cihad çağrısı ile Allah yolunda malî yardımda bulunma çağrısı birlikte ve yanyana yapılmıştır:
"Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Böylece islâm sadece Allah için, sırf Allah yolunda, O'nun sözünün gerçekleşmesi uğruna ve O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi amacına yönelik olması için cihad ve cihad uğruna mali harcama yükümlülüğünü, yeryüzü kaynaklı tüm hedeflerden, her türlü kişisel sebepten, bütün ulusal ya da sınıfsal düşüncelerden arındırıyor.
Bu yüzden islâm -ilk günden itibaren- kendi hesabına, kişilerin ya da devletlerin üstünlüğüne dayanan tüm savaşları, pazar elde etmek ve ülke fethetmek için başlatılan savaşları, baskı kurmak, insanları alçaltmak için girişilen savaşları, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ulusun diğer bir ulusa, bir ırkın, diğer bir ırka ya da bir sınıfın diğer bir sınıfa egemenliği için başlatılan savaşları reddetmiştir. İslâm için tek bir hareket tarzı vardır; Allah yolunda cihad hareketi... Yüce Allah bu ırkın, bir ülkenin, bir ulusun, bir sınıfın, bir ferdin veya bir halkın egemenliğini istemiyor. Sadece kendi ilahlığının, otoritesinin ve hakimiyetinin yeryüzünde yürürlükte olmasını istiyor. Yüce Allah'ın insanlara ihtiyacı yoktur. Ancak insanlık için iyiliği, bereketi, özgürlüğü ve saygınlığı garantileyen O'nun tek ve ortaksız ilahlığının yeryüzüne egemen olmasıdır.
Alıntı ile Cevapla