Tekil Mesaj gösterimi
Alt 23 Eylül 2008, 00:47   Mesaj No:38

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:31
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri

UZMANLAŞMIŞ İNATÇI MÜNAFİK


101- Gerek çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse Medine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır.

Bu surede gerek Medineli ve gerekse Bedevi Arap kökenli münafıklardan daha önceki ayetlerde genel anlamda sözedilmiş, onların kimlikleri açığa vurul muştu. Fakat bu ayette özel bir münafık gruptan sözediliyor. Bunlar ustalaşmış, uzmanlaşmış, kaşarlanmış, inatçı ve iflâh olmaz münafıklardır. Öyle ki bütün ön sezisine ve bu konudaki deneyimliliğine rağmen, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bunların durumunu farkedemiyor. Ama acaba durumun sonu ne oluyor?
Yüce Allah, gerek Medineliler arasında, gerekse şehrin çevresinde yaşayan bedeviler arasında böyle bir grubun bulunduğunu haber veriyor. Arkasından bu gizli, aldatıcı ve kaşarlanmış şebekenin tuzaklarını, komploları karşısında Peygamberimize ve yanındaki mü'minlere güvence veriyor. Aynı zamanda iki yüzlülüğü sanat haline getirmiş bu usta münafıklara da şu tehdidi yöneltiyor: Onların yakasını kesinlikle bırakacak değildir. Kendilerini hem dünyada, hem de ahirette katmerli azaba çarptıracaktır. Okuyoruz:
"Sen onları bilmezsin, ama biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."
Acaba dünyada görecekleri bu "iki azap" ne anlama geliyor? Bu ifadenin ilk akla gelen yorumu şudur: Bunlar bin yandan müslüman toplum içinde sürekli endişe içinde yaşıyorlar, acaba hangi gün durumları ortaya çıkacak diye hep kuşku içindedirler, dünyada çektikleri iki azabın biri budur. Öbür dünya azabı ile ise ölürken yüzyüze geleceklerdir. O sırada melekler ruhlarını sorguya çekerken bir yandan da yüzlerine ve sırtlarına darbeler indireceklerdir. Bu deyimin bir başka yorumu da şöyle olabilir: Bu münafıklar, müslümanların her zaferi, düşmanlarını her yenişi karşısında hayal kırıklığına düşerler, yüreklerine hayıflanma duygusu çöker. Bu anlar için bir azaptır. Bunun yanısıra münafıklıklarının açığa çıkacağı kuşkusu ve sert sindirme önlemlerine hedef olacağı korkusu da sürekli biçimde pençesinde kıvrandıkları bir başka azaptır. Hiç kuşkusuz, sözleri ile ne kasdettiğini en iyi bilen, yüce Allah'ın kendisidir.
Karşıt iki düzey arasında iki düzey daha yer alıyor. Bunlar her iki tarafa da eğilimlidirler. İşte arada yer alan iki düzeyden biri şu şekilde anlatılmaktadır.



TEVBE EDENLER


102- Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.


103- Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir.


104- Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?


105- Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber, hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir.

Açıkça görüldüğü gibi yüce Allah'ın Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bu gruba karşı belli bir uygulamada bulunmasını emretmesi, bu grupta yeralanların Peygamberimiz tarafından teker teker bilindiğinin kanıtıdır.
Bu ayetlerin, Peygamberimizin çıktığı Tebük seferine katılmayan, Medine'de kalmayı tercih eden belli ve özel niteliklere sahip bir grup hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar işledikleri günahın ağırlığını hissetmiş, suçlarını itiraf etmiş, tevbelerinin kabul olunmasını dilemişlerdi. Geride kalan onlardı. Hiç kuşkusuz bu, çirkin bir davranıştır. Pişmanlık duyan, tevbe eden de onlardı. Bu da iyi bir davranıştı.
Ebu Cafer b. Cerir et-Taberi şöyle der:
Bana Huseyn b. Ferec'den anlatıldı. O da Ebu Muaz'dan dinlemiş, ona da Ubeyd b. Selman anlatmış, o da Dahhak'ın bu ayet hakkında şöyle dediğini işitmiş: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler."
Bu ayet Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında inmiştir. Tebük seferine çıkarken Peygamberimize katılmamışlardı. Peygamberimiz seferden dönüp Medine'ye yakın bir yere geldiğinde, bunlar sefere çıkmadıklarına pişman olmuşlar ve "Biz gölgeliklerde, yemekler ve karılar arasında olacağız, Allah'ın peygamberi de cihadla, cihaddan dönüşle meşgul olacak? Allah'a andolsun ki, kendimizi direklere bağlayacağız ve peygamber gelip bizi mazur görüp serbest bırakıncaya kadar kendimizi çözmeyeceğiz" demişler, sonra da kendilerini bağlamışlardı. Ancak üç tanesi kendilerini direklere bağlamamışlardı. Peygamberimiz seferden dönmüş, mescide uğramıştı. Bunu, her sefer dönüşü yapardı. O sırada bunları görmüştü. Kim olduklarını sormuş, "Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır, seninle birlikte sefere katılmadılar ey Allah'ın peygamberi. Bu yüzden gördüğün gibi kendilerini bağlamışlar ve sen onları serbest bırakmadıkça kendilerini çözmemeyi Allah'a va'd etmişler" demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- "Onları serbest bırakma emri olmadıkça çözmeyeceğim, Allah onları mazur saymadıkça özürlerini kabul etmeyeceğim. Çünkü onlar, müslümanların çıktığı sefere katılmaktan kaçındılar" demişti. Bunun üzerine yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder" ayetini indirdi. "Belki" sözü, yüce Allah için kesinlik ifade eder. Nitekim Allah'ın peygamberi onları serbest bırakmış, özürlerini kabul etmişti.
Bunların dışında daha birçok rivayet vardır. Bu rivayetlerden birinde, bu ayetin sadece Ebu Lübabe hakkında indiği anlatılır: "Ebu Lübabe Beni Kureyze olayına, yani onların kılıçtan geçirecekleri savaşa katılmadığı için, onun hakkında inmiştir." Fakat bu rivayet uzak bir ihtimaldir. Bu ayetlerle Beni Kureyze olayı birbirinden uzaktır. Aynı şekilde bu ayetlerin Bedeviler hakkında indiği de rivayet edilir... İbn-i Cerir bütün bu rivayetleri şu şekilde değerlendirir: Bu görüşler arasında doğruya en yakın olanı, "Bu ayet peygamberle birlikte sefere çıkmayan, cihadda onun yanında yeralmayan, Bizans'a karşı sefere çıkarken, yani Tebük'e doğru yolalırken ona katılmayan, böylece son derece kötü bir davranış sergileyen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar bir gruptular. Biri de Ebu Lübabe idi" diyen görüştür.
Bu sözler arasında doğruya en yakın olanı budur" dememizin nedeni, yüce Allah'ın: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" buyurmasıdır. Bununla, yüce Allah suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu haber vermiştir. Suçunu itiraf eden ve kendini Beni Kureyza kalesinin direğine bağlayan Ebu Lübabe'den başkası değildi.
Bu böyle olduğuna göre ve yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" sözüyle suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu bildirdiğine göre, bu şekilde nitelendirilenlerin birden fazla oldukları açığa kavuşuyor. Zaten bu sıfatın bir gruba ait olması da gayet açıktır. Zaten, diğer yazarların ve tarihçilerin anlattıkları ve tefsircilerin üzerinde birleştikleri nokta, onu yapanların Tebük seferinden geri kalan gruptan başkası olmadığıdır. Bununla da, bizim görüşümüz doğrulanmıştır. "Bunlardan biri de Ebu Lübabe idi" deyişimizin nedeni de, tefsircilerin bu konuda görüş birliği içinde olmalarıdır.
Yüce Allah savaştan geri kalan, sonra da suçunu itiraf eden ve tevbe eden bu grubun niteliğini hatırlatırken, ardından şu değerlendirme yeralıyor:
"Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Belki" sözü; yüce Allah için kesinlik ifade eder. Bu istek, isteklere karşılık verme gücüne sahip olan yüce Allah'dan gelmektedir. Suçunu bu şekilde itiraf etmek, işlenen suçun ağırlığının bilincinde olmak, kalbin diriliğine ve duyarlılığına kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden tevbenin kabul olunması umulur. Bağışlayan ve merhamet eden yüce Allah'ın bağışlaması ümit edilir. Nitekim yüce Allah, tevbelerini kabul etmiş, onları bağışlamıştı.
Sonra yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştu:
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."
Bu gönüllerde pişmanlık ve tevbe duygularını uyandıran bu duyarlılık, yatıştırılmalıydı. Huzur verici bir şefkati ve ümit kapılarının açılmasını haketmişlerdi. Ama bir hareketi yöneten, bir ümmeti eğiten ve bir sosyal düzeni inşa eden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onların hakkında yüce Allah'dan bir emir gelmedikçe ihtiyatlı davranmayı tercih etmişti.
İbn-i Cerir diyor ki, bana Muhammed b. Sa'd anlattı, ona da amcası anlatmış, ona da babası, kendi babasından Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini anlatmış:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarını serbest bıraktığı zaman, Ebu Lübabe ve arkadaşları gidip mallarını Peygamberimize getirdiler ve "Malımızın bir bölümünü al ve Allah yolunda dağıt, bize dua et" dediler. "Bizim için bağışlanma dile, bizi temizle" diyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bana emredilmediği sürece mallarınızdan hiçbir şey almayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar." Yüce Allah, "İşledikleri günahlardan dolayı onlar için bağışlanma dile" buyuruyor. Bu ayet inince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- mallarının bir kısmını aldı ve onlar için sadaka olarak dağıttı."
İşte yüce Allah, iyi hallerini ve tevbelerinin gerçekliğini bildiğinden, onlara bu şekilde iyilikte bulunmuş, peygamberine mallarından bir kısmını alıp onlar adına sadaka olarak dağıtmasını, onlara dua etmesini emretmişti. Ayette geçen "salât" kelimesi, "dua" anlamındadır. Onlardan sadaka alınması, yeniden müslüman cemaatin gerçek üyeleri olduklarını hissetsinler diyedir. Artık cemaat içindeki görevlerini yerine getiriyor, sorumluluklarını üstleniyorlar. Cemaatten ayrı düşmemişler ve kopmamışlar. Dolayısıyla bu sadakaları vermeleri onlar için temizlik ve günahlardan arınmadır. Hz. Peygamber'in onlara dua etmesi de, yeniden güven kazanma ve iç huzurudur.
"Allah her şeyi işitir ve bilir."
Duaları işitir, kalplerde gizli olan duyguları bilir. İşittiğine ve bildiğine göre hükmeder. Bu, her şeyi işiten ve bilen yüce Allah'ın hükmetmesidir. Kulları hakkında karar veren sadece O'dur. Tevbelerini kabul eden, sadakalarını alan O'dur. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sadece Rabbinin emrini uygular. Bu konuda kendi başına herhangi bir karar verme yetkisine sahip değildir. Aşağıdaki ayette yüce Allah bu gerçeği vurgulamak için şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?"
Bu soru, bir gerçeği vurgulama amacına yöneliktir ve şu anlamı ifade etmektedir. Bilsinler ki, tevbeleri kabul eden, sadakaları alan yüce Allah'dır. Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden yüce Allah'dır. Bu konuda onun dışında hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Şayet Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- savaştan geri kalanları, kendilerini bağladıkları direklerden çözmemişse, yüce Allah onları serbest bırakıp izin vermedikçe sadakalarını kabul etmemişse; konunun kendisini ilgilendirdiğini ve sadece yüce Allah'ın yetkisinde olduğunu bildiği içindir. Bu konuda Hz. Muhammed'in hiçbir yetkisi yoktur. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- terketmek, serbest bırakmak ve sadakaları almak gibi şeyleri Allah'ın emri ile yapar.
Sonunda söz, savaştan geri kalan ama tevbe edenlerden açılıyor:
"Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber ve hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir."
Çünkü islâm sistemi, inanç ve inancı doğrulayan hareket sistemdir. Dolayısıyla onların tevbelerinin doğruluk ölçüsü Allah, peygamber ve mü'minler tarafından görülecek şekilde ortaya koydukları davranışlardır. Ahirette ise; görünür-görünmez her şeyi bilen, uzuvların yaptıklarından ve göğüslerin gizlediklerinden haberdar olan yüce Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.
Son aşama pişmanlık duymak ve tevbe etmek değildir. Pişmanlık ve tevbeden sonra sergilenen davranış biçimi önemlidir. Bu psikolojik duyguları doğrulayan ya da yalanlayan, kökleştiren ya da bu duyguları uyandıktan sonra yok eden, bu davranışlardır.
İslâm pratik hayatın sistemidir. Pratik harekete dönüşmedikçe, duygu ve niyetler yeterli değildir. Hiç kuşkusuz iyi niyet önemli bir başlangıçtır. Ama tek başına iyi niyet, hüküm ve karşılık verme için ölçü olamaz. İyi niyet hareketle birlikte değerlendirilir ve hareketin değerini de iyi niyet belirler. "Ameller niyetlere göredir" hadisinin anlamı budur... Ameller... Niyetler yeterli değildir!
Alıntı ile Cevapla