Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:31 Mesaj:
612 Konular:
248 Beğenildi:11 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kur'an Tevbe Suresi Tefsiri Son olarak, müslümanların kendilerine en yàkın kâfirlere savaş açmaları şeklinin, ruhsal bozguna uğramış bu adamları dehşete düşürmesinin, günümüzde bu gerçeği hazmedemeyişlerinin bir diğer nedeni de, bu adamların çevrelerindeki realiteyi ve böyle bir hareketin getirdiği zorlukları görmeleridir. Evet dehşete kapılmaları buradan kaynaklanıyor. Bu açıdan bakınca, durum gerçekten dehşet vericidir. Ama acaba müslüman ismini taşıyan yeryüzünde yenik duruma düşmüş ya da uluslararası boyutlarda herhangi bir etkinlikten yoksun bu haklar mı dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak ve fitnenin kökünü kazımak amacı ile tüm yeryüzünde bütün milletlere karşı harekete geçecektir? Akıl almaz böyle bir şeyi, yüce Allah'ın böyle bir şeyi de emretmesi mümkün değildir zaten. Ne var ki, bütün bu adamlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Bu emrin ne zaman ve hangi şartlarda verildiğini dikkate almıyorlar. Bu emir, Allah'ın hükmü ile hükmeden bir islâm devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu devletin egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu dine göre düzenledikten sonra verilmişti. Her şeyden önce, gerçek bir alışveriş sonucu canlarını Allah'a satmış bir müslüman kitle vardı o gün. Yüce Allah gün be gün, bu kitleye zafer kazandırmış, ardarda savaşlarda üstün gelmesini gerçekleştirmişti: Zaman döndü dolaştı tekrar, yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliye hayatını yaşayan insanları, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmeye çağırması için gönderdiği günkü şeklini almıştır. O zaman Peygamberimiz =salât ve selâm üzerine olsun- beraberindeki bir avuç müslümanla birlikte Medine'de bir müslüman devlet kurana kadar mücadele etmişti. Savaş emri de böylece son şeklini alana kadar çeşitli aşama ve hükümlerle gelişmişti. Bugünkü insanların da bu noktaya gelmeleri için işe, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmekle başlamaları gerekir. Sonra bu son aşamaya -Allah'ın emri ile- varırlar. Ama onlar kesinlikle şu çeşitli mezhebler, sistemler ve arzular tarafından parçalanmış, değişik kavmiyet, ırk ve milliyet bayrakları altında toplanmış yığınlar olmayacaklardır. Onlar, `Lâilâhe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)' sancağını yükselten, bunun yanında başka hiçbir sancak veya sembol yükseltmeyen, yeryüzünde kul yapısı hiçbir ideoloji,ve sisteme bağlanmayan, Allah'ın adı ile ve O'nun bereketi üzere hareket eden tek bir müslüman kitle olacaklardır. İnsanlar günümüzde olduğu gibi böylesine gülünç bir durumdayken kesinlikle bu dinin hükümlerini kavrayamazlar. Yeryüzüne Allah'ın ilahlığını egemen kılmayı ve tağutların ilahlığına karşı savaşmayı hedefleyen bir harekette cihad edenlerden başkası bu dinin hükümlerini kavrayamaz. Bu dinin fıkhını, cihad etmeyen, donuk kitap ve belgeler arasında ömür tüketenlerden öğrenmek ve onlardan fıkhi kurallar çıkarmayı beklemek doğru değildir. Bu dinin fıkhı, hayat, hareket ve ileriye atılma fıkhıdır. Kitap sayfaları arasında korunmak, hareketsiz bir ortamda ele alınmak bu dinin fıkhına yakışmaz. Hiçbir zaman da yakışmayacaktır. Son olarak "Ey mü'minler en yakınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir" ayetinin indiği şartlar burada Bizanslıların kastedildiğini göstermektedir. Ve bunlar ehli Kitap'tır. Ama bu surede inanç ve uygulamada işledikleri küfre dikkat çekilmişti. İnançlarında sapma vardı. Hayatlarına da kul yapısı yasalar egemendi. Bu dinin, kitaplarından sapmış, kendi içlerindeki adamların ortaya koyduğu yasalarla yönetilen ehli Kitab'a karşı uyguladığı stratejiyi kavrayabilmemiz için, bu yaklaşım üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Bu hüküm hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, ellerinde Allah'ın şeriatı ve Kitabı olduğu halde, aralarında birtakım adamların koyduğu yasalarla yönetilmeyi kabul eden tüm Kitap ehlini kapsamaktadır. Ayrıca yüce Allah, kendilerinde sertlik bulsunlar diye müslümanlara kendilerine yakın olan kâfirlerle savaşmaları emrini şu cümleyle bağlamıştır: "Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir." Savaş emrinin bu cümleyle bağlanmış olmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü burada sözkonusu edilen takva... İnsanın Allah tarafından sevilmesini sağlayan takva... Evet bu takva, müslümanı kendisine en yakın kâfirlerle savaşmaya, son derece sert bir tavırla gevşemeden, geri dönmeden fitnenin kökü kazınana ve din bütünüyle Allah'a özgü kılınana, O'nun dini tamamen egemen olana kadar savaşa girişmeye yönelten bir duygudur. Ne var ki, burada sözkonusu edilen sertliğin sadece -bu dinin genel davranış kurallarının sınırları içinde- savaşacak olanların niteliği olduğunu, bunun hiçbir bağ ve kural tanımayan bir sertlik olmadığını bilmek hem bizim, hem de insanlık için gerekli bir husustur. Savaşmadan önce, karşı tarafa bildirmek gereklidir. Onları müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan birini tercih etmeye çağırmak fiili savaşta önce gerekli bir husustur. Ayrıca anlaşmanın bozulması, şayet bir anlaşma varsa -ihanet edileceğinden korkulması da gereklidir, savaş ilanı için. (Nihai hükümler, müslümanlarla marış yapmayı ve cizye vermeyi kabul etmek üzere zimmet ehline, müslümanlarla antlaşma imzalama hakkını tanımaktadır. Bunun dışında herhangi bir antlaşma sözkonusu değildir. Ancak müslümanlar zayıf bir durumdaysa, benzeri durumlarda başvurulan aşamalı hüküm onlar için de yeterli olur.) Aşağıdakiler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bütün savaşlarda uyulmasını istediği kurallardır: Büreyde -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- orduya veya bir müfrezeye birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde, kendisi hakkımda Allah'dan korkmasını, beraberindeki müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye eder. Sonra şöyle derdi: "Allah'ın adı ile Allah yolunda savaşa çıkın. Savaşın, Allah'a inanmayan kafirlerle. Savaşın ama aşırı gitmeyin, yakıp yıkmayın, ölülerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu üç şıktan birini kabul etmeye çağır, kabul ederlerse, sen de kabul et ve vazgeç onlardan. Sonra, onları yurtlarını bırakıp Muhacirler'in yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa, Muhacirler'in sahip oldukları haklara onların da sahip olacaklarını, Muhacirler'in yükümlü oldukları şeylerden onların da sorumlu olacaklarını bildir. Yurtlarından taşınmayı kabul etmeyecek olurlarsa, müslüman olmuş taşralı Araplar gibi olacaklarım, mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlara da uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte savaşa çıkmadıkları sürece ganimetten bir pay alamayacaklarını bildir. Bunu kabul etmezlerse, onlardan cizye iste... Kabul ederlerse, sen. de kabul et ve vazgeç onlardan. Yüz çevirirlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş." Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- savaşlarından birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Muaz b. Cebel'i -Allah ondan razı olsun- Yemen'e halka islâmı öğretmek üzere gönderdiği zaman, ona şöyle tavsiye etmişti: "Sen ehli Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları, `Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın peygamberi olduğuma' şahitlik etmeye çağır. Buna uyacak olurlarsa, yüce Allah'ın her gün ve gecede onlara beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edecek olurlarsa, yüce Allah'ın zenginlerden alınıp fakirlerine verilmek üzere onlara malı bir sorumluluk (sadaka) yüklediğini bildir. Buna uyacak olurlarsa, artık malları dokunulmazdır. Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında perde yoktur." Ebu Davud, Cuheyne kabilesinden bir adama dayanarak şöyle rivayet eder: Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bir kavim ile savaşır ve onlara üstün gelirsiniz, onlar da canlarını ve çocuklarını korumak için mallarını verir, sizinle barış yapmak isterlerse, bunun dışında bir şey istemeyin onlardan. Bu sizin için iyi olmaz." Urbad b. Sariye diyor ki, "Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun birlikte Hayber kalesine inmiştik. Yanında bu sefere katılmış müslümanlar vardı. Kalenin yöneticisi inatçı ve kibirli bir insandı. Peygamberimize doğru şöyle seslendi, `Ey Muhammed, hayvanlarımızı kesmek mi istiyorsunuz, meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı esir mi almak istiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamberimiz öfkelendi ve, `Ey Avf'ın oğlu, kalk atına bin ve `Cennet ancak mü'minler içindir, namaz için toplanın' diye bağır dedi. Müslümanlar toplandı, Peygamberimiz namazı kıldırdı, sonra kalkıp şöyle dedi: `Bazılarınız koltuklarına yaslanıp yüce Allah'ın, Kur'an'da bildirdiklerinin dışında herhangi bir şey haram kılmadığını mı sanıyor? Dikkat edin ben en az Kur'an kadar veya ondan daha fazla şeyler va'z ettim. Bazı şeyler emredip bazılarını da yasakladım. Yüce Allah, onların izni olmadıkça ehli Kitap'tan olan kimselerin evlerine girmenizi, kadınlarını esir almanızı ve üzerlerine düşeni yerine getirdikten sonra meyvelerini yemenizi helâl kılmamıştır." Savaşlarından birinde saflar arasında öldürülmüş çocuk cesetleri Peygamberimize gösterildi. Büyük bir üzüntüye kapıldı, bunun üzerine bazıları, "Niye üzülüyorsun, ya Resulallah, bunlar müşriklerin çocukları değil mi? "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözlere öfkelendi ve "Bu da ne demek? Bunlar sizden daha iyidirler, çünkü bunlar islâm fıtratı üzeredirler. Hem sizler de müşriklerin çocukları değil misiniz? Sakın çocukları öldürmeyesiniz... Sakın çocukları öldürmeyesiniz..." dedi. Peygamberimizden sonra yerine geçen Halifeler de Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifleri doğrultusunda hareket ettiler. İmam Malik, Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kendilerini Allah'a adadıklarını sanan Araplar'la karşılaşacaksınız. Onları kendi hallerine bırakın. Kadınları, çocukları, kocamış ihtiyarları öldürmeyin." Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- kendilerine bir mektup gönderdiğini ve mektupta şunların yazıldığını anlatır: "Aşırı gitmeyin, haksızlık etmeyin, çocukları öldürmeyin, çiftçiler konusunda Allah'dan korkun." Şunları da o tavsiye etmiştir: "İhtiyarları, kadınları ve çocukları öldürmeyin. İki ordu birbirine girdiği zaman baskınlar düzenlendiği zaman bunları öldürmemeye dikkat edin." Düşmanlarla giriştiği savaşlarda, sergilediği örnek davranışlara ve insanın saygınlığını gözetmesine ilişkin islâm hareket metodunun düzeyini gayet açık bir şekilde ortaya koyan genel hareket çizgisine ilişkin bu tür haberler elinizde çokçadır. İslâmın, savaşı; kula kulluktan kurtulup tek ve ortaksız Allah'a kul olmak isteyen insanlara engel olan maddi güçlere özgü kılması, kendi düşmanlarına karşı bile son derece yumuşak davranması bu dinin yükseldiği yüce ufukları göstermektedir. Sertlik ise savaşta gerekli olan haşmet ve katılıktır. Kesinlikle çocuklara, yaşlılara düşkünlere karşı vahşi ve saldırgan olmak anlamında değildir. Günümüzde uygar olduklarını iddia eden barbarların yaptıkları gibi, düşmanların cesetlerini, uzuvlarını kesmek, parçalamak değildir. İslâm, savaşmayanların korunmasına, ayrıca savaşçıların insanlıklarının da dokunulmazlığına ilişkin birçok emir ve hüküm içermektedir. Sertlikten maksat, savaşın çığırından çıkmasını önleyen savaşa bir ciddilik kazandıran görkemdir, kararlılıktır. Defalarca ve üzerine basa basa merhametli ve yumuşak olmakla emrolunan bir toplum için böyle bir emir zorunluydu. Düşmana azap etmeden, uzuvlarını kesmeden ve işkence etmeden savaş durumunun gerektirdiği kadar, savaş anında sert davranmak bu yüzden istisna edilmiştir. Münafıklardan uzunca söz eden bu sure bitmek üzereyken, münafıkların Allah'ın ayetlerini nasıl algıladıklarını, görünüşte kabul ettikleri inancın onlara yüklediği sorumlulukları ne şekilde karşıladıklarını tasvir eden ayetler yer alıyor. Öte yandan mü'minlerin bir portresi ve Kur'an'ı algılayışları gözler önüne seriliyor. 124- Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı? diye sararlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar. 125- Fâkat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler. 126- Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı: Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar. 127- Yeni bir sure indirilene birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı: diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh olduklar gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır. Birinci ayette yer alan, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı?" sorusu, şüphe kokan bir sorudur. İndirilmiş olan surenin etkisini gönlünde hissetmeyen birinden başkası böyle bir .soru soramaz. Yoksa başkalarına sorup duracağına kendi içinde arardı surenin etkilerini... Bu soru aynı zamanda, inen sureyi küçümseme, kalpler üzerindeki etkisi hakkında kuşku uyandırma amaçlı bir sorudur. Bu yüzden sorunun cevabı son derece kesindir. Nem de söylediğine karşı konulamayan yüce Allah'dan geliyor cevap: "Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar." "Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler." Mü'minlere gelince bu sure sayesinde imana ilişkin yeni kanıtlar edinirler. Böylece imanları artar. Kalpleri Rabblerinin korkusu ile çarpmış, imanları artmış olur. Yüce Allah'ın kendilerine ayetlerini göndermekle ne büyük yardımda bulunduğunu hissetmiş ve imanları artmıştır. Ama kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde münafıklık pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik eklenmiş bir durumda kâfir olarak ölürler. Bu her zaman doğru söyleyen yüce Allah'dan gelen bir haberdir. O'nun kesinlikle gerçekleşecek hükmüdür bu. Surenin akışı onlara cevap vermek amacı ile ikinci tabloyu sunmadan önce imtihanlardan ders almayan, musibetlerle gerçeğe dönmeyen şu münafıkların durumunu kınamak için bir soru yöneltiyor. "Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar." Sınav, ya gizlediklerinin ortaya çıkarılması ya da müslümanların onlar olmadan zafer kazanmaları şeklinde gerçekleşiyor ya da daha değişik bir şekilde. Ama sürekli sınanıyorlardı. Peygamberimiz döneminde münafıklar sürekli sınanmalarına rağmen, tevbe etmiyorlardı. Fakat canlı tabloyu ya da hareketli sahneyi son ayet çiziyor, ince ve hareketli bir film şeridi gibi. "Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır." Bu ayeti okuduğumuzda, münafıkların bir sure inerken sergiledikleri tavır canlanıyor gözlerimizin önünde. Bu sahnede birbirlerine bakınıp duruyorlar. Kuşkuyla etraflarını süzüyorlar: "Acaba sizi bir gören var mı?" Sonra mü'minlerin silüeti görünüyor ve birden korkudan sürünerek sıvışıp kayboluyor. "Sonra sıvışırlar." Hiçbir şeyden habersiz olmayan, asla dalmayan ve her zaman uyanık olan göz, tam da kuşkucu davranışlarına uygun düşecek ve her şeyi noktalayan kesin bir açıklama gösteriyor: "Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır." Sapıklıkları içinde yüzmeyi hakettiklerinden dolayı yüce Allah onları doğru yoldan uzaklaştırmıştır. "Çünkü onlar anlayışsız, duyarsız bir güruhtur." Kalpleri işlevlerini yerine getiremez olmuştur. Çünkü onlar bunu haketmişlerdir. Birkaç kelimenin çizdiği ama canlılık ve hareket dolu, eksiksiz bir sahne... Gözler bu sahneyi adeta yeniden yaşanıyormuş gibi seyrediyor. Sure, iki ayetle son buluyor. Bu iki ayetin Mekke'de indiğini söyleyenler de vardır. Biz Medine'de indiklerine ilişkin görüşü benimsiyoruz. Hem bu derste, hem de surenin genel atmosferinde değişik yerlerde bu ayetlerle bağlantılı noktalar bulabiliriz. Ayetlerden birisi, Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- kavmi arasındaki bağdan, Peygamberimizin onlara düşkünlüğünden, onlara yönelik şefkatinden söz etmektedir. Mü'min ümmetin peygambere ve davasına yardım etmeye düşmanları ile savaşmaya zorluk ve sıkıntılara katlanmaya ilişkin olarak yüklendiği sorumluluklar, bu ayette doğrudan ilgilidir. İkinci ayet, Peygamberimize yönelik bir direktif içermektedir. Herhangi birisi ondan yüz çevirecek olursa, sadece Rabbine dayanmalıdır. Çünkü dostu, yardımcısı ve koruyucusu O'dur... 128- Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir. 129- Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur ben sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir. Size sizden bir peygamber geldi denmiyor da, "Kendinizden bir peygamber geldi" deniyor ve kuşkusuz bu daha hassas, daha derin bağlılık ifade eden bir deyimdir. Onları peygambere bağlayan bağın türünü dile getirmekte daha etkindir. Buna göre peygamber onlardan bir parçadır. Onları birbirine bağlayan şey, iki can arasındaki bağdır. Hiç kuşkusuz bu da son derece etkin ve köklü bir bağdır. "Sıkıntıya düşmeniz ağırına gider." Sizi sıkan, size zor gelen şeyler onu üzer, ağırına gider. "Size son derece düşkündür." Sizi tehlikelere atmaz. Sizi boşluklara yuvarlatmaz. Size cihad sorumluluğunu yüklemişse, sizin zorlukların üstesinden gelmenizi emretmişse, bu size değer vermediğinin ve katı kalpli oluşunun veya sert mizaçlı oluşunun belirtisi değildir. Aslında bu bir çeşit merhamettir. Sizin aşağılanmanızı, ayaklar altına alınmanızı istemediğinin ifadesidir. Günahlardan, hatalardan esirgeyerek size karşı büyük şefkat beslemektedir. Davayı omuzlama şerefine sahip olmanız, Allah'ın hoşnutluğundan pay almanız ve Allah'dan korkanlara vadedilmiş cennete girmeniz için size büyük özen göstermekte, üzerinize titremektedir. Sonra hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliyor ve kendisine sırt çevirecek olurlarsa ne yapması gerektiğini öğretiyor, onu kendisini koruyan ve kendisine destek olan kuvvete bağlıyor· "Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, "Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O yüce Arş'ın sahibidir." Gücün, egemenliğin, yüceliğin ve makamın zirvesi O'dur. O, kendisine sığınana, kendisini dost edinene yeterlidir. Savaş ve cihad suresi, sadece Allah'a dayanma, yalnızca O'na güvenme ve sırf O'ndan kuvvet isteme direktifi ile bitiyor... "O, yüce Arş'ın sahibidir." Ayetleri anlaşılır ve yoruma muhtaç olmayan bu sure, müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasında baş gösteren sürekli ilişkiler hakkında nihai hükümlerin açıklanmasını kapsamaktadır. Nitekim sureyi sunarken, surenin giriş kısmında buna değinmiştik. Bu yüzden surenin son ayetlerine, adı geçen ilişkilerde uyulacak son söz gözü ile bakmak gerekir. Buradaki hükümleri, kesin ve nihai hükümler olarak algılamak zorunludur. Surede yeralan ayetler, bu gerçeği açıkça anlatmaktadır. Aynı şekilde nihailik ifade eden bu ayet ve hükümleri daha önce gelmiş ayet ve hükümlerle sınırlandırmamak gerekir. Çünkü bu hükümler nitelendirdiğimiz gibi aşamalı hükümlerdir. Öncelikle ve bizzat ayetlerin iniş sırasına göre yaptık bu nitelendirmeyi. Son olarak bu nitelendirmeyi yaparken, olayların islâmi hareketteki akışına ve bu hareket esnasında uyulan islâm hareket metodunun tabiatına dayandık. Sureyi sunarken, aynı şekilde ayrıntılı biçimde ele alırken, islâm hareket metodunun tabiatına da değinmiştik. Bu metodu, insanları yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığının egemenliğine döndürmek, onları kula kulluktan kurtarmak suretiyle islâmın pratik hayatta varolmasını sağlamak için, bu dinle birlikte cihad etmek suretiyle hareket edenlerden başkası kavrayamaz. Bu dinle birlikte hareket etme sonucu ortaya çıkmış fıkıh ile, sayfalarından çıkarılmış fıkıh arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü sayfalardan edinilen fıkıh, hareketten habersiz bir fıkıhtır. Sonuçları da buna göre olacaktır. Hareket etmediği gibi, hareketin tadından da yoksundur. Fakat hareket fıkhı, bu dini adım adım, aşama aşama, derece derece cahiliyeye karşı koyarken görmektedir. Bu dini harekete dönük realite karşısında hükümlerini koyarken görmektedir. Bu hükümler realiteyi tam olarak karşıladığı gibi, ona egemendirde. Aynı şekilde realitenin yenilenmesi ile yenilenmektedir bu hükümler. Son olarak belirtmek gerekir ki, bu son surede yeralan nihai hükümler konulduğu zaman, hem müslüman toplumun realitesi, hem de çevresindeki cahiliye toplumunun realitesi bu uygulamaları ve hükümlerin konulmasını kaçınılmaz kılıyordu. Ama hem müslüman toplumun, hem de çevresindeki cahiliye toplumunu realitesi başka hükümlerin, yani aşamalı hükümlerin konulmasını gerektirdiği zaman, önceki surelerde aşamalı hüküm ve ayetler gelmiştir. Bir kez daha müslüman bir toplum meydana gelip harekete geçtiği zaman gerektiğinde aşamalı hükümleri uygulayabilir, ama bunların aşamalı olduğunu bilmesi gerekir. Sonunda kendisi ile diğer toplumlar arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen, nihai hükümleri uygulama aşamasına gelmek için cihad etmek zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır. Başarılı kılan Allah'dır. Allah'dır yardım eden. TEVBE SURESİNİN SONU |