Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28 Şubat 2015, 15:54   Mesaj No:2

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:342
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: İNUZEM islam ahlak felsefesi der özeti(tüm haftalar)

TEORİK AHLAK (ETİK) KURAMLARI

A)BATI AHLAK FELSEFESİ KURAMLARININ BETİMLENMESİ
Batı’da gelişen ahlak anlayışlarının biri dini, diğeri felsefi olmak üzere iki tarihsel temeli vardır: Bunlardan birincisi Tevrat (on emir) ve İncil’deki ahlaki emir ve öğütler (komşunu sev) dir. İkincisi ise Antik Yunan ve Roma ahlak felsefeleri bağlamında ortaya konan bireysel ahlaki ilkelerdir.
St. Paul, Hıristiyanları günlük hayatlarında Hz. İsa’nın alçak gönüllülük, yumuşak huyluluk, tevazu, cömertlik, merhamet, sevgi gibi erdemli davranışlarını örnek almaya çağırır. Bu bağlamda St. Augustine, “sevgi ile yap ta ne yaparsan yap” der. St. Thomas ise, Eflatuncu düşünceye ait toplumsal ahlaki unsurlara üç tane de dini, teolojik erdem ekler: İman, umut, sevgi.
Günümüz Batı ahlak felsefesinin son dönemlerinde, en çok tercih edilen ahlak tasniflerine göre, ahlak bilimi üçe ayrılır: 1. Metaetik, 2. Normatif etik, 3. Uygulamalı etik.
Metaetik, ahlak felsefesinin en çözümleyici ve bir manada en teorik kısmıdır. Bu felsefe, filozofların normatif değerlendirme ve tavsiyelerde bulunmalarına karşı çıkmak ve kavramsal çözümlemeleri ahlak felsefesi açısından tek başına yeterli bir işlev olarak görmek gibi bazı özel yönleriyle yirminci yüzyıl analitik felsefe geleneğiyle irtibatlandırılmıştır. Metaetiğin ilgilendiği öneli problemler şunlardır. Ahlaki değerlerimiz, ilkelerimiz ve yargılarımız ne anlama gelmektedir. Zikredilen bu kavramların kaynağı, kapsamı nedir ve nereden gelmektedir. ( 2011 NO YÜKSELTME S:10 )
Bütün bu problemleri aşarak, niçin ahlaklı olmalıyız, sorusuna kapsamlı ve yeterli bir cevap aramalıyız.
Normatif etik, metaetikle uygulamalı etik arasında bir yerde durarak, birinciye göre daha pratik, ikinciye göre daha teorik bir görev üstlenir. Normatif etik, esas itibariyle genel geçer ahlaki ilkelerin var olduğunu kabul eder ve bunların felsefi açıdan değerlendirilmesini, tartışılmasını, gerektiğinde eleştirilmesini veya yeni normların belirlenip temellendirilmesini, savunulmasını ve insanlara önerilmesini; bireysel, toplumsal hatta küresel düzeyde insanlara bir takım ahlaki normlar (doğru tutum, davranış ve eylem kalıpları, hatta politikaları) konusunda rehberlik yapılmasını uğraş kabul eden ahlak alanıdır. Normatif etiğin ilgilendiği önemli problemler şunlardır: Doğru ve yanlış davranışlarımızın standardı nelerdir? Beğenilen huyları ve istenilen karakter olmayı
nasıl başarabiliriz? Hangi ahlaki ödevleri yapmalı veya hangi ahlaki davranış sonuçlarını gerçekleştirmeliyiz?
Uygulamalı etik ise, tam anlamıyla gündelik yaşamla ilgili olan kürtaj, ötenazi ve hayvan hakları gibi belli tartışmalı bazı ahlak konularını ele alır ve farklı ahlak kuramlarını çözüm önerilerini irdeler.
( 2011 NO YÜKSELTME S:8 )- ( 2012 FİNAL S:6 )

Uygulamalı etiğin ilgilendiği önemli problemler şunlardır:
1. Biyoetik ve tıbbi etik konuları.
2. İş ahlakı çevre ahlakı gibi başlıklar altında ele alınan konular.
3. Cinsel ahlak ve toplumsal ahlak gibi konular.

1.METAETİK
Meta terimi Yunancada üst veya öte anlamına gelir. Metaetik kavramı ise, bütün bir ahlak anlayışına biraz üstten ve dıştan bakmayı ifade eder.
Metaetik, iyi-kötü, doğru-yanlış, ahlaklı-ahlaksız gibi ahlaki terim ve kavramların kaynağı, kapsamı ve özellikle de anlamı sorunuyla ilgilenen bir etik alanıdır.

Metaetiğin incelediği konular ve bunlarla ilgili olarak savunulan çeşitli felsefi görüşler şunlardır:
a)Metaetiğin Linguistik Konuları: Teoriler
Bir şeyi ‘iyi’ veya ‘kötü’, ‘doğru’ veya ‘yanlış’ olarak betimleyen kişi, sadece kişisel görüşlerini mi dile getiriyor, yoksa olgusal bir gerçekliği mi ifade etmektedir? Ahlaki hükümlerimizin doğru veya yanlış olduğunu “biliyor” muyuz, yoksa böyle olduklarına bir takım öznel nedenlerle “inanıyor” muyuz? Başka bir ifadeyle, ahlaki ifadelerimizin anlamı “bilişsel” mi, yoksa inançsal, duygusal, öğütsel vb. türden “bilişsel-olmayan” bir anlam mı taşımaktadırlar? Böyle bir soru iki ayrı metaetik teoriler gurubunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

1-Bilişselci Metaetik Teoriler: Doğalcılık ve Sezgicilik: ( 2011 NO YÜKSELTME S:9 )
Ahlak dili ile ilgili olarak bilişselci teoriye göre, bizler insan olarak, ahlaki bilgi sahibi olabileceğimizi savunmaktadır. Bilişselcilere göre, ahlaki ifadeler/hükümler, doğruluk veya yanlışlıkları kanıtlanabilecek olgularla ilgilidir.
Genellikle bilişselciliğin iki tutumu üzerinde durur: Doğalcılık ve sezgicilik. Doğalcılara göre ahlaki ifadeler ile ahlaki olmayan doğal ifadeler arasında bir fark yoktur; bunların hepsi de doğrulanabilir ve yanlışlanabilir ifadeler olduğundan olgusaldırlar. Bu durum bütün ahlaki konular için geçerlidir. Örneğin, eğer ötenazinin veya idam cezasının doğru veya yanlış olduğunu bilmek istiyorsak, ifadenin doğruluğunu test etmek için yapmamız gereken şey delillere bakmaktır. Delillere göre, ötenazinin hastanın acısını sona erdirdiği ve dolayısıyla doğru bir şey olduğu savunulabilir.
Bu görüşü eleştirenlere (G. E. Moore) göre, delillere başvurarak ahlaki ifadelerin doğru veya yanlış olduğu kararına varılabileceği iddiası, doğalcı yanılgı denilen bir tür yanılgıya düşmektir.
( 2011 FİNAL S:2 )
David Hume’un da dediği gibi, ahlaki ifadelerde oldukça yaygın olsa da, “…dır” dan birden bire “…malıdır” a geçmek mantıken geçersizdir. Dolayısıyla, bir şeyin nasıl olduğunun betimlemesinden, nasıl olması gerektiğine geçemeyiz.

Sezgicilik: Birbirinden farklı görüşleri olan sezgicilerden belki en tanınmışı olan G. E. Moore’a göre, ahlaki bir ifadenin doğru veya yanlış olduğunu söyleye biliriz. Ancak bunu söyleyebilmek için bize yardımcı olacak yetimiz haz ve acı deneyimlerimizin kaynağı olan duyularımız, deneysel deliller ve bunlara dayalı akıl yürütmelerimiz değil, “ahlaki sezgi” mizdir. İyinin ne olduğunu tanımlayamasak da, objektif ahlaki hakikatler vardır ve onu görünce iyilik olduğunu anlar veya biliriz. Bunu bize sağlayan ise sezgi gücümüzdür.

2-Bilişselci-olmayan Metaetik Teoriler: Duyguculuk ve Öğütçülük
Bilişselci olmayanlar ahlaki ifadelerin doğruluk ve yanlışlığı kanıtlanabilecek ifadeler olmadığını öne sürerek ahlaki bir bilginin olmadığını savunurlar örneğin “ötenazi yanlıştır” demek olgularla ilgili bir ifade değil, başka türden bir ifade biçimidir. Çünkü bilişselci olmayanlar, biri duyguculuk öbürü öğütçülük olmak üzere, olgularla değerler arasında bir ayrım olduğunu iddia ederler. Duygucu filozoflardan biri olan A. J. Ayer’e göre ahlaki bir bilgi yoktur.
Duyguculuğu eleştirenler, ahlaki yargılarımızın duygularımızın ifadesi olmaktan çok akla dayandığını ifade ederler. Onlara göre, ahlaki yargılarımız akli gerekçelere dayanırlar; aksi durumda onlar birer keyfi tercihler olurlardı ki, bunlarda bir ahlaki sistemi oluşturup insanları ikna etmek için yeterli ve etkili olamazlardı. Ahlaki yargıların öğütçü yaklaşımla yaygınlaşacağını savunan düşünürlerden H. M. Hare’ye göre evrensel öğütçülüğün, ahlaki ifadelerin doğasını doğalcı, sezgici ve duygucu teorilerden daha iyi açıkladığını savunmaktadır. Ona göre yukarıda sıralanan bu yaklaşımlar da faydalıdır, ancak onlar öğütçülüğün önüne geçemezler. Öğütçülük, “bunu yapmalısın” der ve bu durum benzer tavırdaki herkesin bunu yapmasının iyi olacağı anlamına gelir. Ahlaki ifadeler öğüt verici olduğundan, onlar olguları dile getirmezler. Bu yüzden de tam anlamıyla doğru ya da yanlış şeyler değil bizim irade, istek ve görüşlerimizi ifade ederler. Buna rağmen bunlar, sadece bize özgü görüşler değil, bizimle aynı koşullardaki başkalarını da dikkate alan ve
kapsayan evrensel ifadelerdir.
Ahlakın birbirini kapsayan iki yönü vardır. Bir tarafı insanın özgürlüğüne, diğer tarafı ideal/kâmil insan olma haline gelmesi için daha çocukluğundan itibaren insanı yönlendirmeye ve yükümlü kılmaya dönüktür.

b)Metaetiğin Metafiziksel Konuları: Objektivizm ve Rölativizm
Öteki dünyaya yönelik, objektivist veya mutlakçı, biri de bu dünya için geçerli olan rölâtivist olmak üzere iki tür yaklaşımdan söz edilebilir. Öteki dünya merkezli görüşü savunanlara göre ahlaki değerler, öznel insani adetlerin ötesinde bulunan bir âlemde gerçeklikleri var olma konusunda objektif ve nesneldirler.Onlara göre bu değerler, nesnel olmanın yanında, değişmeyecek tarzda mutlak ve ebedidirler.
Bu görüşü bilinen en hararetli savunucularından biri Eflatun’dur. Eflatun, tıpkı matematiksel ilişkiler gibi, ahlaki değerlerin de değişmez mutlak hakikatler olduğunu iddia eder.
Eflatun’un öğrencisi Aristoteles’e göre de, kaynağı iyi ideasına dayanmasa da evrensel doğrular vardır ve karakterimizi geliştirmek suretiyle bu dünyada buluna bilir ve gerçekleştirilebilirler.
Kant’ın ödev ahlakının da akla dayanan, objektivist ahlak olduğunu söylemeliyiz.
Ahlakın metafiziksel niteliğiyle ilgili olarak, objektivist yaklaşım ahlaki değerlerin Tanrı’nın iradesinden çıkan ilahi emirlerden kaynaklandığını öne sürerler. Bu anlayışa göre, her şey mutlak kudret sahibi bir Tanrı’nın kontrolü altındadır.
Metaetiğin metafiziksel sorununda rölâtivist bir tutum sergileyenler, ahlaki değerlerin objektif bir yön taşıdıklarını kabul etmezler. Örneğin antik Yunan’da ortaya çıkan Sofistler ve Septikler, yukarıdaki Eflatun’cu görüşü de, Tanrı’nın irade ve buyruğu merkezli dini görüşü de reddederek, ahlaki değerlerin tamamen insan ürünü bir takım adetlerden oluştuğunu savunurlar. Bu ahlaki rölativizmin kuramına göre, bütün ilkeler, değerler ve erdemler, özel bir kültüre veya çağa özgüdürler. Bu manada kendinde/özünde iyi diye bir şey yoktur. Aslında bazılarımıza göre iyi olan kimimize göre de iyi olmayan şeyler vardır.
Felsefe tarihinde görecelik/rölativizm düşüncesini ilk defa, filozoflar arasındaki görüş ayrılıklarını, toplumlar arası kültürel farklılıkları ve içinde yaşadıkları Yunan toplumunun sosyal değişmesi gibi olgular üzerine düşünen Sofistler dillendirmişlerdir. Bütün ahlaki değerlerin göreceli olduğunu, doğru ve yanlışın çağdan çağa, toplumdan topluma, kişiden kişiye değiştiğini anlatarak Protagoras bunu, “insan her şeyin ölçüsüdür” diye formülleştirmiştir.
Her bireyin kendi ahlaki standartlarını kendisinin oluşturduğunu savunan bireysel rölativizmdir. Bu anlayış gerçek bir temsilcisi olan Nietzsche’ye göre üstün insan, kitlelerin köle ahlakına benzer değer sisteminden ayrı ve hatta ona tepki olarak, kendi ahlaki değer yargılarını kendisi yaratır.
İyi; güç ve kudret, cesaret ve kahramanlık, gurur ve kibir gibi soylulara özgü nitelikler, kötü de; şefkat ve merhamet, yardımlaşma ve dayanışma, tevazu ve alçak gönüllülük gibi soylu olmayan sefiller, güçsüzler ve yoksullara özgü niteliklerdir.
Rölativizmin bir diğer biçimi ise, kültürel göreceliliktir. Buna göre ahlaki değerlerin zemini, Montaigne’in savunduğu gibi, bireylerin kişisel tercihlerinde değil, içinde yaşadıkları toplumun bir eylemi tasvip edip, etmeyişinde bulunur. Bu iki biçimden hangisini savunursa savunsun, denilebilir ki genel olarak rölâtivistler ahlaki değerlerin mutlak ve evrensel olduğunu kabul etmezler
Dini açıdan bakıldığında her iki yaklaşımın güçlü ve zayıf yanları olduğunu kabul etmekle birlikte, objektivizmin daha fazla tutarlı ve kabul edilebilir bir anlayış olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, Nisa suresi 135. Ayeti, adaletin göreceleştirilme ihtimallerini tek tek sayıp bunları reddederek, ısrarla mutlak bir şekilde uygulanmasını istemektedir:
Evrensel ilkeler vardır, asıldır ve önceliklidir. Ancak zor durumda kalmak gibi bazı istisnai durumlar ve özel şartlar dikkate alınarak, istismar emeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın belli ölçülerde esnetilmeleri her zaman mümkün ve meşrudur.
Kişinin feraseti ve basireti, en sade anlamıyla, genel ilkeleri özel durumlara uygulama, gerektiğinde özel durumları belli ölçüde yumuşatabilme konusunda pratik bir bilgeliktir ki, İslam ahlakında küçümsenmeyecek bir yere sahiptir.
İslam itikadi mezhepleri arasında Mutezilenin genel manada rölâtivist veya sübjektivist, Eşariliğin katı sayılabilecek mutlakçı, Maturidiliğin ise ölçülü/kademeli mutlakçı olduğu ya da mutlakçılıkla görecelilik arasında bir yerde bulunduğu söylenebilir.
Maturidi’nin ahlaki değerleri “hiçbir halde değişmeyenler” ile “şarta ve duruma göre değişenler” olmak üzere ikidir. Mutlak ahlaki değerler, Allah’ın iradesinden bağımsız objektif bir var oluşa sahip ve akılla kavranırlar. Bu konuda gelen vahyin fonksiyonu, aklın tespit ettiği ilkeleri teyit ve bu ilkelerin
sosyal hayata geçirilmesini teşvik etmektir. Yani akılla kavranan evrensel ahlak ilkeleri, uygulanabilirlik gücünü vahiyden almaktadır.
Hume, adetler, kültürden kültüre farklılık gösterirler. Bu yüzden, gerçekte adetlerin çoğunun ahlaki bir değeri ve fonksiyonu yoktur.

c) Metaetiğin Psikolojik Konuları: Bencillik ve Özgecilik (Duygu ve Akıl)
Ahlaki karar ve eylemlerimizin psikolojik temeli nedir? Bizi ahlaklı olmaya zorlayan sebepler nelerdir? Niçin ahlaklı olmalıyız? Yoksa ahlaklı olmamız için asıl neden cehennemi de kapsayan ceza korkusu mu? Veya cenneti de içine alan ödüllendirilmek arzusu mu? Belki de, bütün bunlardan bağımsız olarak mutluluğa erişme, topluma uyum sağlama ve onurlu bir insan olma ideali midir? Problemi daha genel bir çerçevede ele alırsak, filozoflarında ilgilendiği metaetik bir konu olarak, insan doğasında asıl olan bencillik mi, özgecilik mi hâkimdir, sorusunu sormak gerekir. ( 2012 FİNAL S: 17 )
Thomas Hobbes gibi bazı filozoflara göre, bütün insani davranışlarımızı öne çıkaran temel unsur bencil arzularımız ya da benlik kavgasına konu olan çıkarlarımızdır.Haz duygusunu esas alan düşünürler; insanın bu psikolojisini, “Psikolojik egoizm” ve “Psikolojik hedonizm” kavramlarıyla irdelerler.
Joseph Butler, gibi bazı filozoflara göre ise, bencillik ve haz alma duygusunun davranışlarımıza yön vermedeki rolünü inkâr etmemekle birlikte, insanın fıtratında başkalarına yardım veya iyilik etme gibi psikolojik etkenlerin de olduğu inkâr edilemez bir gerçeklik olduğunun vurgusunu yaparlar. İşte fıtri olarak bazı davranışlarımızın yardım severlik duygusu tarafından motive edildiğini savunan bu görüşe, Psikolojik özgecilik denir.
Din bilimciler (teolog), Bazıları insanın “Ahsen-i takvim üzere yaratıldığını” ve “her doğanın fıtrat üzere doğduğu” gibi kutsal metinlerde geçen ifadeleri dikkate alarak, onun özünde iyilik sahibi olduğunu ve özgeciliğini öne çıkarırken; bazıları da onun “nankörlük”, “aceleci”, “mal biriktirmeye olan düşkünlüğü” gibi vahyin insan için öne çıkardığı nitelikleri dikkate alarak, bencil yönüne dikkat çekmektedirler.
İnsan olma bakımından doğuştan sahip olduğumuz ortak yönlerimize rağmen, farklı bedensel ve çeşitli zihinsel yönlerimiz olduğu gibi iyilik ve kötülüğe yatkınlıklarımızda farklı oranlarda olabilir. İşte ahlak ilmi, bu yatkınlıklarımızdan olumsuz olanları törpülemek ve tedavi etmek, olumlularını da koruyup ve geliştirmek için gerekli bir bilimdir.
David Hume, ahlaki yargılarımızın aklımızdan değil, duygularımızdan kaynaklandığını iddia ederek, akıl tutkuların kölesidir yargısını dile getirir.
Ayer’de, ahlaki hükümlerin ciddi kavramsal çözümlemeleri yapıldığında, bunların rasyonel değerlendirmeler değil, “ben yalancılığı sevmiyorum” türünden duygusal ya da “bence, yalancılık etmesen iyi olur” türünden öğütsel ifadeler olduğunu ortaya çıkar.
Kant’a göre, duygusal faktörler eylemlerimizi etkilese de, bu tür etkilere karşı durmalı ve ahlaki eylemlerimizi duygular ve arzulardan bağımsız biçimde salt akılla motive etmeliyiz.
Ahlaki değerlerimize yön veren, ahlaki eylem gerçekleştikten sonra da ona uygun bir mutluluk veya hüzün duygusuyla bizi cezalandıran veya ödüllendiren yetimiz vicdanımızdır.Bu yönüyle vicdan, doğuştan sahip olunmakla birlikte hem akıldan, hem de duygulardan yararlanan bir yetidir. Doğal olarak her yeti gibi, ihmal edilerek köreltilmeye ve eğitilerek geliştirilmeye açıktır.

d) Metaetiğin Metodolojik Konuları: Etik Temellendirme
Felsefede tartışılan belli başlı ahlaki görüşleri temellendirme yolları; kozmolojik, teolojik, antropolojik ve sosyolojik temellendirmedir. Kozmolojik temellendirmede esas olan, Kozmos yani düzenli bir yapı olduğu kabul edilen evren veya doğayı dikkate almaktır.
İlkçağ filozoflarında özellikle Kinikler ve Stoalılarda bu temellendirme yaklaşımı yaygındır. Yine aynı şekilde İslam ahlakında Mevlana’ya atfedilen 7 öğütten altısı doğadan alınan örneklerle temellendirilmektedir: Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol. Hoş görülü olmakta deniz gibi ol. Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.
Teolojik temellendirme ise, esas itibariyle dini otoriteye dayalı bir temellendirmedir. Bu temellendirmedeki ahlaki iyi, her şeyden önce Tanrı’nın öğütlediği, ahlaki kötü de Tanrı’nın yergileri ile özdeşleştirilerek temellendirilir. Bu temellendirme biçimi dindarlar arasında her zaman geçerli olmakla
birlikte, bunun Ortaçağda daha yaygın olarak yaşandığını söylemek mümkündür.
Antropolojik temellendirmede, insanın doğasının ve yetilerinin esas alınması ön plandadır. Genel olarak insan doğasına uygunluk ya da özel manada insan ruhuna, aklına, duygularına, iradesine, vicdanına uygunluk, ahlaki iyinin temel kriteri sayılmaktadır. Sokrates ve Kant antropolojik temellendirmeyi en açık bir şekilde kullanan filozoflardır.
Sosyolojik temellendirme toplumsal barışa, güvene ve toplum yararına hizmet eden değerlerdir. Bu temellendirmede ahlaklılığın kaynağı, bir arada ve barış içinde yaşamanın imkânları, kriterleri de toplumsal yarar ve zarar ilkeleridir.
Alıntı ile Cevapla