Durumu: Medine No : 176 Üyelik T.:
15 Eylül 2007 Arkadaşları:0 Cinsiyet: Yaş:31 Mesaj:
612 Konular:
248 Beğenildi:11 Beğendi:0 Takdirleri:10 Takdir Et:
| Cvp: Fizilalil Kur'an Yunus Suresi Tefsiri RUBUBİYET (RAB) DAVASI 3- Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra Arş'a kuruldu, her işi tasarlıyor ve çekip çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez. İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz; bunlar üzerine düşünüp ders almaz mısınız? 4- Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O, iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir. 5- O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. 6- Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah in gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır. İşte bu inanç sisteminde, en büyük ve en köklü meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır... Çünkü uluhiyet (ilah olma) meselesi müşrikler tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu olmamıştır. Onlar Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı, aşırı bir şekilde saptığı çok az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir ilahının varlığına inanmadan edemez. Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna inanan müşrikler, Allah ile beraber başka ilahları da O'na ortak koşuyorlar, ibadetleriyle onlara yöneliyorlardı. Bu ortak koşulan varlıklar kendilerini, Allah'a yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklar diye onlara tapıyorlardı. Bunun yanında kendileri rububiyetin özelliklerini kullanıyorlar, Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerim uluhiyet ve rububiyet konusunda, kuru zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya herkesin anlayabileceği normal ve net fıtri ifadelerle insanın fıtratına seslenir. Daha sonraları, Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle yaygınlık kazanan metodu kullanmaz. Gökleri, yeri ve içindeki varlıkları yaratan, güneşi ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na konaklar belirleyen, gece ile gündüz arasındaki farklılığı takdir eden Allah'dır... Eğer bilinçli bir biçimde düşünülürse, bu apaçık tabiat olayları insanların duygularını harekete geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni yaratan ve idare eden yüce Allah'dır. Ve insanların kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve yarattığı varlıklardan hiçbirini O'na ortak koşmamaları gereken tek ilan (Rabb) Allah'dır. Bu mesele gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç duymayacak, zihnin kuru ve soğuk bir biçimde geveleyip durduğu, bir kere dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan, vicdanını harekete geçirmeyen tartışmalara dayalı araştırmaların ardına düşmeye yer bırakmayacak kadar mantıklı, canlı ve realiteye dayalı net bir mesele değil midir? Bu koca evren, gökler ve yeryüzü, güneş, ay, gece ve gündüz ile göklerde ve yerdeki yaratıklar, milletleri, nesilleri, bitkileri, kuşları, hayvanları ve yasaları ile bir bütün olarak bu tek gerçeğe (Rububiyet) bağlı olarak işlemektedir. İşte bütün karanlığı ve yüksekliği ile geniş alanları kuşatan, görülen ve görülmeyen, ufak tefek hareketlerin dışında her şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin karanlığını neşeli bir çocuğun gülümsemesini andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın kendisi ile nefes aldığı, hayata ve canlılara yeni bir canlılık getiren bu hareket... İnsanların durduğunu sandığı, oysa hareket halinde olan ve yumuşak bir şekilde akıp giden bu gölge... Hiçbir hal üzere durmayan sürekli gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç durmadan sürekli gelişmeye ve yaşamaya çalışan şu bitki... Bir atılım ve geri çekilme içinde gidip gelen bu yaratıklar... Sürekli biçimde üreten bu rahimler ve onların ürettiklerini yutan kabirler... Her şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği biçimde yoluna devam etmektedir. Bu yığınlarca tablolar ve gölgeler, örnekler ve şekiller,hareketler ve durumlar, gidişler ve gelişler, eskime ve yenilenme, çürüme ve gelişme, doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin içinde gece ve gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli hareket.. Bütün bu olaylar uyanık bir kalp ile evrenin olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri seyretmeye açık bir yaklaşım ile izlendiğinde, insanın bünyesinde yeralan muhakemeye,düşünmeye ve etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler... Kur'an-ı Kerim de, bu tablolar ve ayetler yığını karşısında kalbin uyanmasını, aklın düşünmesini sağlamayı doğrudan hedef alır. "Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı." Gerçekten ilahlık hakkına sahip olan ve tapılmayı hakeden Rabbiniz, Gök!eri ve yeri yaratan ve onları eksiksiz bir plan, hikmet ve idare ile yöneten Allah'tır. "Altı günde." Bu evrenin oluşumu, hazırlanışı ve koordinasyonu Allah'ın iradesine bağlı olarak ve O'nun hikmeti gereğince altı günde gerçekleşmiştir. Biz burada bu altı günün ne anlama geldiğini açıklama çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün, burada sürelerini ve çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz için sözkonsu edilmemiştir. Bu yaradılışın amacının ve bu amaca ulaşma hazırlığının gereği olarak yaradılışta gözetilen planın ve idarenin hikmetini açıklamak için sözkonusu yapılmıştır. Her ne ise, bu altı gün; kendisinin dışında başka hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken yalnız yüce Allah'ın bildiği gayb konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle yetinip bu sınırları aşmamalıyız. Bu altı günün burada sözkonusu edilmesinin amacı, bu evrene başından sonuna kadar egemen olan, planlama, idare ve düzenin hikmetine dikkat çekmektir. "Sonra Arş'a kuruldu." Arş üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik makamından kinayedir. Bu, insanın anlayabileceği, kavramları kendileri ile sembolize edebileceği bir dildir. Kur'ana Kerim olayları tasvir ederken bu metodu kullanır. Biz bu konuyu, `Kur'an'da Edebi Tasvir' kitabımızın, `Zihinde arılandırma ve Somutlaştırma' bölümünde detaylı olarak açıkladık. Bu ayette geçen "sonra" kelimesi, zaman aşımını ifade etmez. Manevi olan uzaklığı ifade eder. Burada zamanın hiçbir etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın, daha önce olmadığı halde sonradan meydana gelen hiçbir halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce Allah, yer ve zamanla ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun içindir ki, biz burada `sonra' kavramının manevi uzaklık anlamında olduğunu kesin söyleyebiliriz. Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği ve kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını aşmadığımızdan eminiz. Çünkü biz bu konuda yüce Allah'ın; durumdan duruma, şekilden şekile geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına ayak uydurmaktan münezzeh olduğu ana ilkesine dayanıyoruz. "Her şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor." Başlarını ve sonlarını belirler. Durumlarını ve şartlarını uygun biçimde koordine eder. Sebeplerini ve sonuçlarını sıraya dizer. Adımlarına, aşamalarına ve varacakları sonuca hükmedecek olan değişmez yasayı belirler. "O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez." Her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefaatçılar (yardımcılar) yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi ve planına uygun olarak ona şefaat izni vermeden, şefaat edemez. Kişinin şefaate hak kazanması, iman etmek ve iyi işler yapmak ile gerçekleşir. Şefaatçıları aracı kılmakla değil... Böyle bir anlayış, müşriklerin, heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek şefaatları olacağı şeklindeki inançlarını saf dışı etmektedir! İşte her şeyi yaratan, idare eden ve onlara hükmeden, izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat edemeyeceği Allah... "İşte budur Rabbiniz olan Allah." Yalnız O, ilahlık yapma yetkisine sahiptir. "O halde O'na kulluk ediniz." Sadece O, bağlanmaya lâyıktır, başkaları değil... "Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?" Mesele fazla açıklamaya gerek duymayacak kadar kesin ve açıktır. Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak yeterlidir. Göklerde ve yerde ilahlığın delillerini sunduktan sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım: "İşte budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na kulluk ediniz." Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın yaratan, rızık veren, dirilten öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın varlığını kabul etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri yapmıyorlardı. Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hakim kabul etmemeleri gerekirdi. İşte yüce Allah'ın aşağıdaki sözünün anlamı budur: "İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz." İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir. Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı) kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından birisidir. Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar alanlara sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul etmekle iman ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe ulaşacaklarını sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç kimseye otorite tanımayan Allah'ın hakimiyetine girebilmek için, yalnız O'na boyun eğmektir. Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Halbuki ibadet terimi bu yozlaştırma girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme" anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar. Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini kapsayamazlar. Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet anlamının bu şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke götürür! Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur. Bu ülkelerin kapsamında, halkı müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Halbuki buna rağmen onların Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları kimsedir. İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri de onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet edilen bu hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.) İbadetin bu anlamını pekiştirmek amacı ile, aynı surede şu ayet de yeralmaktadır: "De ki; `Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir bölümünü de helal saydınız." De ki; "Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?" Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski cahiliye halkının durumundan hiç de farklı değildir: "İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz. Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?" O'na ibadet ediniz. Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz. O'nun huzurunda hesap vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de, durumlarına göre cezalandıracak olan O'dur. "Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek vaadidir." Yalnız O'na döneceksiniz. O'na koştuğunuz ortaklara ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir. O'nun sözünde değişiklik ve gecikme olmaz. Çünkü ölümden sonra diriliş, yaratmanın tamamlayıcı uzantısıdır. "O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir." Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın ve yeniden dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği zirve noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle içiçe bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır. Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar. İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez yasaların gereği olarak, onların olgunluk derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler. Onlara, acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır." "Kâfirlere gelince; gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir." Her şeyin kendisine döneceği, cezalandırma ve ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a ibadeti öngören, Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki ayetleri üzerinde biraz durduktan sonra, Kur'an'ın akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü ile göklerden ve yerden hemen sonra gelen diğer evrensel ayetlere dönüyor: O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. Bunlar, evrenin apaçık sahnelerinden iki tanesidir. Fakat biz uzun süre kendilerine alıştığımız için, onların farkına varmıyoruz. Sürekli tekrarlandıkları için, onların kalbimiz üzerindeki etkisini yitiriyoruz. Yoksa insan, ilk defa güneşin doğuşunu seyretse, ilk defa battığını görse, ayın ilk defa doğduğunu, ilk defa battığını görse nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz? Bunlar sürekli tekrarlanan alıştığımız iki sahnedir. Kur'an dikkatimizi onların üzerine çeviriyor. Böylece duygularımızda ilk görmenin ciddiyetini hissettirmek, kalplerimizde canlı ilk bakışın duygularını diriltmek, tekrarın kanıksattığı-uyuşturduğu düşünceyi harekete geçirmek, onların yaradılışlarında ve oluşum biçimlerinde gözüken sağlam iradeyi görmemizi sağlamak ister. "O, güneşi ışık kaynağı yaptı." Orada alevler vardır. "Ayı aydınlık yaptı." Orada aydınlık vardır. "Ay için farklı doğuş noktaları belirledi." Her gece bir nokta, özel bir şekilde konaklar. Bu ayda çıplak gözle görülebilmektedir. Bu konuda, uzmanların dışında hiç kimsenin bilemeyeceği astronomi bilgisine sahip olmaya gerek yoktur. "Yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye." Bugün halâ bütün insanlar zamanlarını, takvimlerini güneşe ve aya göre ayarlamaktadırlar. Bunların hepsi boşuna mıdır? Bunların hepsi dayanaksız mıdır? Bunların hepsi rastgele mi olmuştur? Hayır, bu düzenin tamamı, bu ahengin tamamı, hiçbir hareketin gecikmesine yer vermeyen bu kadar ince hesaplar, evet hepsi boşu boşuna, asılsız ve geçici bir rastlantı olarak değerlendirilemez: Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. Temelin oluşturan dayanağı gerçek, vasıtaları gerçek, gayesi gerçektir. Gerçek ise, köklüdür, kendisine özgü bir ağırlığı vardır, değişmez! Gerçeği gösteren bu özellikler ise, açıktır, süreklidir ve her zaman geçerlidir. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır. Burada sunulan sahneleri, o sahnelerin ve manzaraların arkasında gizli olan idareyi kavramak için ilim sahibi olmak gerekir. Göklerin ve yerin yaradılışında; güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasında, farklı doğuş noktaları tayin etmek suretiyle gece ve gündüz olayının meydana getirilmesinde ibretler vardır. Gerçekten de kalbini, bu ilginç evrenin sahnelerindeki ve olaylarındaki imajlara açanlar için gece ve gündüz olayı cidden etkili bir olaydır: Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersi vardır. Gece ile gündüzün değişikliği, arka arkaya gelmeleridir. Bu aynı zamanda onların uzaması-kısalması anlamına gelebilir her ikisi de gözler önünde gerçekleşen olaylardır. Fakat görme alışkanlığı, onların duygular üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. Ancak manevi duygularımızın uyanık olduğu, vicdanımızın doğuşlarına ve batışlarına heyecanla yöneldiği anlarda, doğuşlarda ve batışlarda meydana gelen harika olayları, bu evrene yeni gelmiş bir insanın dikkati ile inceleyebiliriz. Bu sırada insan, yeni meydana gelen bütün olaylara açık bir göz ve aktif bir duyarlılıkla yönelir. İşte bu kısa zaman dilimleri, insanın gerçek anlamda tam anlamı ile yaşadığı anlardır. Bu anlar, alışkanlığın insanın alıcı verici cihazlarında meydana getirdiği kireçlenmenin söküldüğü anlardır. Ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda. Eğer insan bir an için durup, "Allah gökler ile yerde yarattığı varlıklarda" ayetindeki gerçekleri gözetlese, haddi hesabı olmayan çeşitleri, türleri, biçimleri, durumları, sistemleri ve şekiller ile bunca varlıkları gözden geçirirse, evet gerçekten insan bir an için bunları seyretse duygulanır, hayatı boyunca kendisine yetecek derecede gözü dolar taşar. Bu olaylar yaşadığı müddetçe onu muhakeme, düşünce ve etkisinde kalma ile meşgul eder. Göklerin, yerin ve her ikisinin yaradılışı ve ilginç biçimdeki oluşturulmaları, bu şekilde sunulmaktadır. Bunlar, insanın kalbine hızlı birtakım sinyaller verir ve bunları kaydetmesi için onu serbest bırakır. Bütün bunlarda; "O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır." Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel duyarlılık, yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir. Takvaya dayalı olan bu duyarlılık, onların kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış mucizelerine hemen cevap verebilmelerine zemin hazırlar. İşte bu, Kur'an'ın, insanın fıtratına bu evrende, onun etrafına serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap etmede kullandığı metoddur. Yüce Allah, bu ayetler ile insan denen varlığın fıtratı arasında özel bir iletişim ve duyulabilen mesajların olduğunu bilmektedir! Kur'an metodu, asrı saadetten sonraları kelamcılar ve filozoflar arasında yaygınlık kazanan diyalektik yöntemine başvurmamıştır. Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını, hiçbir harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk alanı dışına çıkamayacağını çok iyi biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir kımıldama, çok kısa bir zaman sonra havada uçuşup kaybolur! Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü delillerdir. Zaten Kur'an'ın kullandığı delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu evrenin düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi... İnsanlar tarafından keşfedilmeden önce bile tesir gücüne sahip oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin altında tutulan değişmeler ve gelişmeler... Evet bütün bu olayları, idare eden bir gücün varlığı düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir. Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı bir delil sunamıyorlar. Onlar, `'`Evren işte bu şekilde, kendi kanunları ile varolmuştur. Onun varlığını bir nedene bağlamak gerekmez. Onun varlığı, kanunlarını da kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer bu sözler gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler ise, pes doğrusu! Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için kullanılıyordu. Çünkü onların kiliseden kaçışları, Allah'tan da kaçmalarını gerektirmiştir! Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul etmenin zorunlu olan şartlarından kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski cahiliyelerde müşriklerin büyük çoğunluğu Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat O'nun Rububiyetinde şüphe ediyorlardı. Kur'an'ın, ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili, onların kendi mantıkları ve Allah'ın varlığına ve sıfatlarına ilişkin inançları ile kuşatıyordu. Aynı mantık gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak kabul etmelerini, hem ibadet niteliği taşıyan eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve itaatleri ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci asrın cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten reddederek bu mantığın yükünden kurtulmak istemektedir! Tuhaf olan şudur ki, sözde müslüman ülkelerde gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı kaçışın, `bilim' ve `bilimsellik' adına yaygınlaştırılmasıdır! Deniliyor ki, `Gaybiliğin', (Metafiziğin-Fizik ötesinin) `bilimsel' sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile ilgili her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu arka kapıyı kullanarak Allah'dan kaçmaya çalışıyorlar. Bunlar, Allah'dan korkmuyorlar. Yalnız insanlardan korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu çorabı örmeye çalışıyorlar! Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her yerindeki Allah'dan kaçanları kuşatmaktadır. İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve vicdan olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve onları benimsemektedir. Kur'an-ı Kerim bu fıtrata tümüyle, en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap etmektedir... |