Tekil Mesaj gösterimi
Alt 20 Mayıs 2015, 12:06   Mesaj No:9

EyMeN&TaLhA

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:35
Cinsiyet:
Mesaj: 3.297
Konular: 784
Beğenildi:132
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Atauzem felsefe tarihi özetleri 1-14

8.ÜNİTE

RÖNESANS FELSEFESi

1. YENiÇAĞ FELSEFESiNE GEÇiŞ: RÖNESANS FELSEFESi

1.1. Yeniçağ Felsefesi ile Ortaçağ Felsefesinin Karşılaştırılması


Yeniçağ Felsefesi genel olarak Rönesans Felsefesi‟yle başlatılır. Rönesans bin yıllık Ortaçağ (Karanlık çağ) düşüncesinden sonra, kimilerine göre İstanbul‟un Türkler tarafından alınışı, kimilerine göre Amerika‟nın keşfi ile başlayan yeni bir yapılanma dönemidir. Rönesans, kelime anlamı itibariyle de bilimde, sanatta, dinde, sosyal hayattaki „yeniden doğuş‟u ifade etmektedir. Böyle bir dönemin kendine özgü bir felsefesinin olması da kaçınılmazdır. Yeniçağ felsefesine geçmeden önce Ortaçağ ile Rönesans‟ın genel karakterleri bakımından kısa bir karşılaştırma yapmak uygun olacaktır. Buna göre:

a- Ortaçağ‟da felsefe, Kilise‟nin emrinde ve Hıristiyanlık dogmalarını açıklamak ve anlaşılır hale getirmek için kullanılırken, Rönesans‟ta bağımsız hale gelmiĢ ve seküler bir yapıya sahip olmuştur.

b- Ortaçağ‟da felsefeyle ilgilenenler daha çok din adamları iken, Rönesans ve sonrasında çeşitli sosyal gruplardan filozoflar yetişmiştir.

c- Ortaçağ genel anlamda kapalı bir yapıya sahip olup, ortak dil Latince iken, siyasal olarak da Papalığın egemenliğinde tek bir siyasal otoriteye tabiydi. Rönesans‟ta ise milli diller ortaya çıktığı gibi milli devlet idesi de yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştır.

d- Felsefe bakımından ele alınan konular Ortaçağ‟da daha çok din ve dine hizmet eden bir yapıya sahipken, Rönesans‟ta temele insan konulmuş ve insana hizmet eden diğer alanlar felsefenin konusu haline gelmiştir. Bu süreçte özellikle iki anlayış etkili olmuştur. Bunlardan biri, Ortaçağ‟ınson dönem düşünce akımlarından olan nominalizmdir. Diğeri de Aristoteles‟e gösterilen tepkidir.

Nominalizm tümel kavramların değil de tikel nesnelerin gerçekliğini iddia eden, yani tümellerin sadece isimden ibaret olup bir gerçekliği olmadığını kabul eden bir akımdır. Nesneler gerçek olduğuna göre onları anlamının tek yolu deneydir. Tek bilme yolu deney olduğuna göre, deney yoluyla bilinmeyen Tanrı‟nın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü ve evrenin varoluşunu anlama yolu ne olacaktır? Bunları anlamanın tek yolu ise akıl değil imandır. Ochamlı William tarafından temsil edilen nominalizm, adeta Rönesans‟ın habercisi gibidir.

İkinci anlayış olan Aristoteles‟e tepki de yine Ortaçağ‟ın yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü Ortaçağ boyunca yapılan felsefede tek referans olarak Aristoteles gösterilmiş, özellikle Hıristiyanlık dogmalarının kabulü ve anlatılmasında Aristoteles mantığı kabul edilmiştir. Ortaçağ‟a tepki beraberinde Aristoteles‟e tepkiyi de getirmiştir. 9. yy‟dan itibaren İslam dünyasında tercüme edilmeye başlanan Aristoteles metinleri 13. yy‟dan itibaren Latinceye de çevrilince gerçek Aristoteles tanınmaya başlamış, Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığa hizmet eden Aristoteles anlayışından farklı olduğu anlaşılmıştır.

1.2. Rönesans Felsefesi‟ nde Önemli Akımlar


1.2.1. Hümanizm

Ortaçağ boyunca insana yüklenen anlam değişmiş, insanın değeri kaybolmuştur. Çünkü Ortaçağ boyunca insan, Kilise‟nin baskısı altında kalmış ve bu yüzden de birey olarak dikkate alınmamıştır. Bu sistemin merkezinde Tanrı bulunmaktadır. İnsanın yeryüzündeki anlamını da değerini de yerini de belirleyen Tanrı ve Tanrı‟nın temsilcisi olan Kilise‟dir. Bu da ister istemez insanın anlamının yok olmasına neden olmuştur. Rönesans döneminde ele alınan ilk önemli konu insan ve değeri olmuştur. İnsan nedir? Onun evrendeki yeri ve değeri nedir? İnsanın anlamı ve menşei nedir? Gibi sorular Rönesans düşünürlerini meşgul etmiş ve cevap aramaya yöneltmiştir. Bu arayışlardan ortaya çıkan akıma hümanizm adı
verilmektedir. Hümanizm, genel olarak akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâki gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirilebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde, insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plana çıkartan felsefi akımdır.İLK TEMSİLCİSİ Petrarca DIR.

1.2.1.1. Petrarca (1304-1374)

hümanist düşünür olarak Petrarca görülmektedir. Bu dünyaya olan bağlılığı onu hayatın sorunlarıyla da ilgilenmeye götürmüştür. Onun ilgilendiği ağırlıklı konu kendi „ben‟idir. Benliğini hisseden ilk modern düşünür Petrarca‟dır. Ona göre en yüksek değer, ruhun bağımsızlığı ve hürriyetidir. Başlıca kaygısı yaşama sanatının kurallarını geliştirmektir. Bunun için de Stoa felsefesini ve Roma Stoası‟nın filozoflarını örnek alır; böylece benliğinin dayandığı ilkeleri antik Yunan düşüncesinde bulma çabasındadır. Petrarca‟ya göre de insan hayatının ideali olan mutluluk, ruhun özgürlük ve dinginliğine ulaşmaktır. Bu ideale ulaşmanın yolu insanın „yalnız yaşaması‟ ve bu yalnızlığı içerisinde düşünmesi ve kendini tanımasıdır. Petrarca bir pesimizme ulaştığı gibi Hıristiyanlığın Tanrı inancına da tam bir güven duymadığını hissettirmeye çalışır.

1.2.1.2. Nicolo Machiavelli (1469- 1527)

Rönesans‟ın genel karakteri olan “insan doğasının ne olduğu” sorgusu Machiavelli‟de de kendini gösterir. Machiavelli, Rönesans‟ın dinamizmine uygun olarak insanı bir doğa gücü ve canlı bir enerji kümesi olarak görür.ONA GÖRE Aslında insan, Hıristiyanlığın kabul ettiği gibi doğuştan kötü değildir. İnsanda yalnızca kötüye yönelme eğilimi vardır.

1.2.1.3. Michel de Montaigne (1533- 1592)

Fransız edebiyatı ve felsefesinin Denemeler‟i ile ünlü düşünürü olan Montaigne, diğer hümanistler gibi insan hayatı ve doğasının yapısı üzerinde durur. O da individüalisttir. Öncelikle kendini tanımayı amaç edinen Montaigne Denemeler‟inde “her şeyden önce kendimi araştırıyorum; benim metafiziğim de fiziğim de budur” demektedir. O şöyle der: “İçimizde bir doğa kımıldıyor. Ona kulak verir, yasalarını kavrarsak, erdeme, dolayısıyla mutluluğa giden yolu da bulmuş oluruz”.

Çünkü ona göre erdemli olmak, doğaya göre yaşamaktır. Eğer akıl duygulara gem vurmazsa, duygular bizi doğamıza aykırı davranışlara götürür. Buradaki insan anlayışı Stoa filozofları olan Cicero ve Seneca‟nın anlayışlarına uygundur. Montaigne‟nin individüalizmi ile hümanizmi onu her türlü dogmatizmin düşmanı haline getirmiştir. Bu anlayışıyla o, doğruyu bulmanın yegane yolunun şüpheye müracaat etmek olduğunu kabul etmektedir. Ancak yine de şüphe son söz değildir. Bir şey bilmediğimizi söylememeli, son sözümüz “ne biliyorum?” olmalıdır.

Rönesans döneminde hümanizmin dışında Platonizm, Aristotelizm, Atomizm ve Septisizm gibi akımlar da ortaya çıkmıştır. Bu akımlardan Platonizm İtalya‟ya Bizans‟tan göç eden Plethon (1355-1450) tarafından başlatılmış ve genel olarak Platon çizgisinde bir felsefe yapılmıştır. Mirandola isimli bir düşünür de bu akımı temsil etmiştir. Ancak Papa ile zıtlaştıkları için aforoz edilmiştir.

1.3. Platonizm

Aslında bu akım, Platon adı altında Yeni Platoncu bir çizgi takip etmiştir. Çünkü bu düşünürler Platon ile Plotinus‟un düşüncelerinin kesiştiği kanaatindedirler. Sözgelimi Ficinus‟a göre Hıristiyanlık, Tanrı‟nın kendisini açmasından ibarettir.İnsan ruhu Tanrı‟dan gelmiş, ölümden sonra tekrar O‟na dönecektir. Yine Mirandola‟ya göre, gerçek olan yalnız doğa güçleridir.

1.4. Aristotelizm

Platonizme paralel olarak hemen hemen aynı zamanda Aristoteles felsefesine de bu dönemde yönelinmiştir. Her şeyden önce Ortaçağ boyunca skolastik felsefe, Hıristiyanlık dogmalarını Aristoteles felsefesiyle temellendirmeye çalışmıştır. Aristoteles felsefesiyle ilgilenenler hümanist düşünürlerdir. Bunlar daha önce yanlış anlaşılan Aristoteles‟in metinlerindeki hataları İslam düşünürlerinin eserleri doğrultusunda ayıklamışlar ve doğru bir anlayışla Aristotelizmi kurmuşlardır. Bu anlayışta en önde gelen İslam filozofu İbn-i Rüşt‟tür. Gerek İbn-i Sina‟nın gerekse İbn-i Rüşt‟ün Aristoteles felsefesini Yeni Eflatuncu bir yaklaşımla yorumlamaları Aristoteles‟in daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
Rönesans‟taki Aristotelesçiler arasında Pomponazzi en ünlülerindendir.

1.5. Atomizm

Ortaçağ boyunca neredeyse unutulmuş ya da reddedilmiş olan Epikürosçu atomculuk Rönesans‟la birlikte yeniden canlanma fırsatı bulmuş, Rönesans sonlarında yetişen Pierre Gassendi, Epikürosçuluğu geniş aydın çevrelere tanıtmıştır. Aristotelesçi skolastik felsefe doğayı bir organizma olarak kabul ederken, Epikürosçu atomculuk doğayı mekanist bir yapı olarak anlıyordu. Yani doğa, gerçekliğini atomlarda ve bunların hareketlerinde bulan bir yapıya sahiptir.

1.6. şüphecilik (Septisizm)

Rönesans döneminde ilk şüpheci yaklaşımı Montaigne ile başlamıştı. Daha sonra Pierre Charron ve Fransuva Sanchez, Montaigne‟in edebi bir tarzda anlattığı şüpheciliğe daha sistemli ve kapalı bir biçim kazandırmışlardır.

2. Rönesans‟ ın Din Anlayışı

2.1. Reform Hareketi


Rönesans‟ın “yeni” olanı, insanın kendi iç dünyasında araması, insanla ilintili olan din, hukuk, devlet, bilim ve sanat alanlarında da “yeni”nin aranmasına ve uygulanmasına neden olmuştur. Hıristiyanlığın yeniden şekillendirilmesini amaç edinen Reformasyon hareketidir. Bazı kültür tarihçilerine göre Rönesans‟ın başlangıcı, bu Reformasyon ile başlatılmaktadır. Ama bu iddia çok da sağlıklı değildir. Çünkü Reformasyon da bir Rönesans hareketidir ve Reformasyon‟a Rönesans‟ın hürriyetçi anlayışı neden olmuştur.Reformasyon hareketi fiili olarak bir Alman rahip olan Martin Luther (1483- 1576) tarafından başlatılmıştır. Protestanlığın temel hareket noktası Hıristiyanlığın aslından uzaklaştırıldığı tezidir. Bu anlayışın bir sonucu olarak Katoliklik ve Ortodoksluğun yanında üçüncü bir Hıristiyan mezhebi olan Protestanlık doğmuştur. Protestanlık, adından da anlaşılacağı üzere bir protesto hareketinin sonucudur. Protestonun hedefi Ortaçağ‟ın Kiliseye bağlı din anlayışıdır. İşte Martin Luther‟in dinde yenilik olarak ortaya koyduğu bu hareket, Tanrı ile kul arasındaki bütün aracıları (ruhban, din adamı vs) ortadan kaldırmayı ve dini aslına geri döndürmeyi amaçlamaktadır. Protestan hareketinin bu iç nedenlerinin yanında, görünen dış neden, M. Luther‟in 1517 yılında Wittenberg Kilisesi‟nin kapısına astığı 95 maddelik protesto metnidir. Bu metinde dikkat çeken noktalardan bazıları şunlardır: Hıristiyanlık, aslından uzaklaşmış ve bozulmuştur. incil‟i okuyup anlamak için papazlara ihtiyaç
bulunmamaktadır. Papazların, para karşılığında günah bağışlama yetkisi yoktur. insanın Tanrı‟ya ulaşması için Mesih isa‟ya Rab ve şahsi Kurtarıcı olarak iman etmekten başka hiçbir dinsel çaba veya aracıya gerek yoktur. Diğer taraftan dinle devlet arasında bu kadar sıkı işbirliği, İsa‟nın “Tanrı‟nın hakkını Tanrı‟ya, Sezar‟ın hakkını Sezar‟a verin” anlayışına aykırıdır.

Bu anlayışın bir sonucu olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması gerekmektedir. Bu anlamda mevcut kilisenin yapısının değiştirilmesi kaçınılmazdır. Protesto metninin ilan edilmesi, kısa süre sonra Avrupa‟yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşları‟nı doğurmuştur. Buna göre Reformasyon‟un, Alman mistik hareketinden kaynaklanmış olduğu söylenebilir. Alman mistisizminin Ortaçağ sonlarında yaşayan önemli temsilcisi Meister Eckhart (1260-1327) da Yeni Eflatunculuğun etkisinde kalmıştır. Eckhart‟a göre asıl Hıristiyanlık, Skolastiğin dogmalarında değil, inanan gönüllerin derinliklerindedir. Mutlak doğru, Kilise‟nin törenleriyle değil, insanın kendisine dönmesiyle elde edilebilir. Martin Luther bir filozof olmadığından Protestanlığın ihtiyaç duyduğu felsefi ilkeleri belirlemek için, baştan beri yakınında olan Malenchton(1497-1565)‟dan yardım almıştır. Malenchton da başlangıçta karşı çıktıkları Skolastik gibi, Aristoteles felsefesine müracaat etmiştir. Malenchton, hem Skolastiğin yanlış tanıdığı Aristoteles‟e, hem de Rönesans‟ta yeniden keşfedilen Aritotelizmden yararlanmıştır. Başlangıçta „şeytanın yaltağı‟ dediği akla da müracaat etmiştir. Protestan öğretisinde bilginin kaynağı akıl ve deneydir. Bu iki bilgi yolu Kutsal Kitaba aykırı olursa Kutsal Kitabın dediği ölçü olur.

2.2. Deizm- Doğal Din

Rönesans‟taki dini hareketlerden biri de dini doğruların ancak akıl ile kavranabileceğini ya da dinlerin sadece akıl ile uzlaşabilen yönlerini kabul eden anlayıştır. Buna “deizm” veya “doğal din-akıl dini” denilmektedir. Bu anlayışa göre din, Tanrı‟nın gönderdiği vahyin ürünü değil, insan aklının bir ürünüdür. Stoa felsefesine göre „doğa‟ ile „akıl‟ aynı anlamı taşımaktadırlar. Doğa içerisinde „logos‟ denilen evrensel akıl egemendir. İnsan da doğanın bir parçası olduğuna göre, insanın Tanrı‟yı anlayabilmesi için de akıl gereklidir.Bunun ilk temsilcisi İtalyan L. Socianus (1525 1562)‟tur. Doğal din anlayışının Rönesans‟ın sonlarına doğru iki önemli temsilcisinden biri Fransız Jean Bodin (1530-1597), diğeri de ingiliz Herbert of Cherbury‟dir.

Jean Bodin, “Yedilerin Konuşması” adını verdiği eserinde farklı dinlerden olan yedi kişiyi konuşturarak şu sonuçlara ulaşmıştır:

a) Her din göreli olarak doğrudur.
B) Mutlu olmak ve kurtuluşa ermek için doğa yasası ve akıl yeterlidir.
c) Bütün dinler bir tek dinden doğmuşlardır, bu da doğal olan dindir. Bu doğal dinin temel düşünceleri ise şunlardır: Tanrı birdir, her toplumda mutlaka ahlaki bir yapı olmalıdır, her insan özgürdür, insan ruhu ölümsüzdür ve bir öteki dünyada varlığını sürdürecektir. Bu öteki dünyada, bu dünyada yapılanların bir karşılığı vardır. Bütün bu düşünceler her insanda, her toplulukta ve her dönemde doğal olarak bulunmaktadır.

Herbert of Cherbury de “Doğruluk Üzerine” isimli kitabında, dinin aslını doğal dinde bulur. Akıl, din konusunda da bağımsızdır. Cherbury de Bodin gibi her din için geçerli olan prensiplerini şöyle belirler:

a) En yüksek varlık, tapılmaya layık ve tapılması gereken Tanrı‟dır.
b) Bu tapınma erdemi gerçekleştirmek için gereklidir.
c) işlenen günah ve suçlar, pişmanlık duyularak ödenebilir.
d) Öbür dünya vardır ve bu dünyada yapılan her işin öbür dünyada ödül ve ceza olarak bir karşılığı olacaktır. Tarihi dinler bu ilkelerin birçoğuna inanmamaktadır. Halbuki sağduyusu olan bir insan için bu ilkelere inanmak ve bağlanmak yeterlidir.

3. Toplum ve Devlet Felsefeleri

Aquina‟lı Thomas devletin görevini “yeryüzünde tanrısal devlet düzenini gerçekleştirme”de bulur. Kilise ise devletin üstündedir.

3.1. Machiavelli (1469-1527)

Antik çağın devlet anlayışını Rönesans‟ın anlayışıyla birleştiren ilk düşünür İtalyan Machiavelli‟dir. Machivelli milli devlet idesinin Rönesans‟taki temsilcisidir. O, İtalya‟yı bu küçük şehir devletlerinden kurtarıp, güçlü ve birlik içerisinde olan büyük İtalyan devleti kurmanın peşindedir. Bunu gerçekleştirebilmek için de “The Prens” isimli bugün artık klasiklerden sayılan bir eser yazmıştır. Devlet felsefelerine temel oluşturan iki önemli teori söz konusudur. Bunlardan birisi kuvvet teorisi, diğeri de sözleşme teorisidir. Machiavelli‟in milli devlet idesi kuvvet teorisine dayalı bir devlet felsefesidir. O, bu anlayışına örnek olarak güçlü Roma İmparatorluğu‟nu görmüştür. Ona göre bir devlet, bir millete dayanıyorsa yeterli gücü de var demektir. Machiavelli‟in düşündüğü devlet monarşidir. Kendi ünlü sözüyle söylemek gerekirse, devleti daha güçlü yapmak ve yaşatmak için „gaye vasıtayı meşru kılar. Bununla birlikte Machiavelli, sonraları „amaca ulaşmak için her yol mubahtır‟ anlamına gelen „makyavelizm‟ olarak bilinen, bir anlamda suçlama sayılabilecek nitelendirmeden kurtulamamıştır. Ahlak ve hukuk devlete bağlı kurumlar olduğu için devlet varsa bunlar da vardır. Devletin sınırlarının bittiği yerde bunlar da sona erer. Machiavelli, Ortaçağ‟ın Tanrı Devleti‟nden tamamen farklı bir devlet tasarlamaktadır. Artık devlet, Tanrı‟nın yeryüzündeki temsilcisi değil, aksine insanların, ihtiyaçlarını karşılamak üzere geliştirdikleri doğal bir kurumdur.

3.2. Jean Bodin (1530-1597)

Machiavelli‟in yetiştiği çevrenin benzeri bir ortamda Fransa‟nın hümanist ortamında yetişen Jean Bodin, devrinin önemli siyaset düşünürlerinden biridir. Machiavelli, İtalya‟nın kurtuluşunu monarşide gördüğü gibi, Bodin de Fransa‟nın kurtuluşunu monarşik idarede görür. “Devlet Üzerine Altı Kitap” adlı eserinde yönetim şekilleri üzerinde karşılaştırmalar yaparak, Fransa‟yı birleştirecek tek gücün, aristokrasi ile demokrasinin iyi yönlerini bir araya getirecek olan mutlak monarşide bulunduğunu kabul eder. Kendini sadece Tanrı‟ya karşı sorumlu sayar. Devlet, otorite ve akıl ile düzenlenmiş bir aileler birliğidir. Devleti devlet yapan, egemenliktir. Egemenlik, hiçbir şekilde bölünemez, başkasına devredilemez, hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Machiavelli ve Bodin‟in devleti bu kadar güçle donatmak istemelerinin ana nedeni, Kilisenin gücünü kırmak içindir

3.3. Hugo Grotius (1583-1645)

Hollanda‟nın sömürgeler edindiği en zengin dönemlerinden birinde yaşamış olan Hugo Grotius, doğal hukuku devletin temeli yapan bir anlayışa sahiptir. “Savaş ve Barış Hukuku Üzerine” adlı kitabında, temelleri yine Stoa felsefesinde bulunan, “doğal hukuk” ile “pozitif hukuk” ayırımına yer vermektedir.ONA GÖRE: Doğal hukuk ise, insanın doğasından kaynaklanan, tarih içinde değişmeksizin gelen ve her türlü pozitif hukuktan önce bulunan hukuktur. Çünkü Machiavelli‟in dediği gibi hukuku meydana getiren devlet değil, aksine devleti yaratan, hukuktur. İlkçağ‟daki Sofistlerden Protagoras ile Antiphon‟un savunduğu “sözleşme teorisi”DİR. Grotius‟a göre insanın ilk ve en temel hakkı, mülkiyet hakkıdır.Bir insan esir olursa bedenini satarak esaretten kurtulabilir diyerek, Grotius, köleliği meşru gösterecek bir yaklaşımla Hollanda‟nın sömürgeci siyasetine katkıda bulunmak istemektedir.

Grotius‟un insanın doğal ve temel hak ve hürriyetlerinden söz etmesi, sonraki zamanlar için bir dayanak noktası olmuş ve Birleşmiş Milletler‟in hukukuna ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‟ne kaynaklık etmiştir. Demokrasi yönetimi de Rönesans düşünce sisteminde temellendirilmiştir. Bunu savunanlar, “monarchomarchlar” olarak isimlendirilmişlerdir. Bu ifade tek kişinin yönetimine karşı mücadele verenler anlamındadır. Bu anlayışa göre devleti yöneten kişi halkın efendisi değil, sadece bir görevlisidir. Asıl egemen olan ise, halktır. Monarchomarchlar topluluğu içinde en öne çıkan isim Johann Althus(1557-1638)tur. Demokrat devlet anlayışının sonraki en önemli savunucusu ise 18. yy. düşünürü J. J. Rousseau‟dur

3.4. Ütopik Devlet Nazariyeleri


İlkçağın ünlü filozofu Platon‟un “Devlet” adlı eserini ve bu kitaptaki “ideal devlet” öğretisini örnek alan Rönesans düşünürleri, devlet yönetimindeki aksaklıklara dikkat çekerek sosyalist devlet teorileri de üretmişlerdir. Bu filozoflar arasında ilk hatıra gelenler T. Morus, T. Campanella ve F. Bacon‟dır. Thomas Morus (1478-1535) Morus, 1516 yılında yayınladığı “Utopia” isimli eseri, bu tarz teorilere de ad olmuş bir İngiliz filozofudur.ona göre maddi imkansızlıklar ve ahlaki çöküntü kaldırılamamıştır. T. Morus‟a göre bu durumdan kurtulmanın tek yolu, özel mülkiyeti ortadan kaldırmak ve tüm mülkiyeti kamunun malı haline getirmek ve eşit mal paylaşımını sağlamaktır. Bu ideal durum, “utopia” adlı bir adada sağlanmıştır. Utopia adasında mülkiyet ortaklığı vardır. Para yerine mal değişimi geçerlidir. Utopia‟da herkes Tanrı‟ya ve ölümsüzlüğe inanmak zorundadır. inanmayanlar, siyasi hayata katılamazlar. Rahipler, itibar edilen ama yönetime katılamayan kimselerdir. T. Morus gibi düşünen bir başka sosyalist filozof da İtalyan Tommaso Campanella(1568-1639)dır. Platon‟un Devlet‟inden esinlenerek yazdığı “Güneş Ülkesi” adlı kitabında Cmpanella‟nın hayal ettiği devlette de bilim ve felsefe ön plandadır.

Campanella‟nın düşlediği hayal ülkesinin insanları iki sınıftan meydana gelmektedir. Biri yöneticiler sınıfı, diğeri de halk tabakası. Bu devletin en büyük yöneticisi, rahip filozof biri olan Metafizikçi(Hoh)dir. Yardımcıları ise Güç(Pon), Akıl(Sin) ve Sevgi(Mor) isimli kişilerdir. Metafizikçi, Güneş ile özdeşleştirilmekte ve adeta Tanrı gibi düşünülmektedir. Diğer yöneticiler de göksel varlıkların sembolleri gibidir. Bu yöneticiler toplumu yönetme yetkisini elinde bulunduran ve topluma egemen olan sınıftır. Asıl kalabalık kesim, halktır. Ada halkı, devletin sıkı denetimi altında olup, kendilerine ait hiçbir şeyleri bulunmamaktadır. Evler, kadınlar, kocalar ve çocuklar, her şey ortaktır. Bunlar insanın bencilliğini körüklediği için ortaklaşalık esastır.

Francis Bacon (1561-1626) da “Yeni Atlantis” adlı eserinde benzer düşüncelerden söz etmiştir. Ancak Bacon, devletin temeline sosyal adalet ilkesi yerine “bilgi düşüncesi”ni koymuştur. Çünkü Bacon‟a göre “bilmek, hâkim olmaktır.


alıntıdır
Alıntı ile Cevapla